Muhammed Yusuf Kandehlevî (d.1335/1917-ö.1384/1965), Hayâtü’s-Sahâbe isimli eserinin 4. cildinde (terc.) çok acîb-garîb / enteresan bir hâdiseden bahsetmektedir.

Hz. Ebu Bekir'in (r.a. 573-634), hilâfet yıllarında Bizans İmparatoru’nu İslâm'a dâvet etmek için gönderdiği iki elçi, Saray'da gördükleri ‘Peygamber resimleri’ni Medine'ye döndüklerinde bütün tafsilâtıyla Halîfe'ye anlatırlar. Hâdisenin teferruâtı şöyledir: 

Halife Hz. Ebubekir (r.a.), Bizans İmparatoru Heraklius'u (d. yak. 575- ö. 641) İslâm'a dâvet etmek için, Ubâde b. Sâmit ve Hişâm b. Âs(r.anhum) Bizans'a elçi olarak göndermişti.

Ubâde b. Sâmit (r.a.) anlatıyor:

“Kılıçlarımız boynumuzda olduğu halde şehre girdik. İmparatorun sarayına geldik ve sarayın kapısında indik. İmparator Heraklius sarayının penceresinden bize bakıyordu. Biz 'Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber' deyince Allah biliyor ki, saray sanki şiddetli rüzgâra mâruz kalmış bir hurma dalı gibi sallanmaya başladı. Bunun üzerine bize haber göndererek içeri dâvet etti.

Dininizin îcâb ettirdiği şeyleri, yüksek sesle yerine getirerek bizi rahatsız etmeye hakkınız yok” dedi ve bize yanına girmemiz için izin verdi.

İçeri girdik. Kırmızı ve ihtişamlı bir taht üzerine oturdu. Sırtında da kırmızı bir pelerini vardı. Yanında Rumlardan râhipler ve harp uzmanları toplanmışlardı. Perdeler, şamdânlar, halılar, mobilyalar vs. odasındaki her şey kırmızıydı. Mütebessim bir ifâdeyle bize baktı ve;

- Bize aranızdaki usûle göre selâm verseydiniz ne olurdu, dedi. Yanında duran ve çok güzel konuşan adamına;

- Bizim selâmımız size uygun değil, dedik.

- Nedir sizin aranızdaki selam? deyince,

- 'es-Selâmu aleyke' diye cevap verdik.

- Peki, siz kralınıza nasıl selâm veriyorsunuz?

- Aynı şekilde, diye cevap verdik

- Sizin sözlerinizin en büyüğü hangisidir? diye sordu.

- 'Lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber', dedik. Allah biliyor, biz bunu söylerken saray o kadar sallandı ki, kral düşmemesi için başındaki tâcı tuttu. Ve korkuyla başını kaldırıp tavana baktı:

- Söylediklerinizden sarayım sallandı. Bu sözü evlerinizde söylediğinizde evleriniz de sallanıyor mu? diye sordu.

- Hayır, bunu ilk defa burada görüyoruz, dedik.

- Keşke bunları söyleyince her şey başınıza yıkılsaydı da sizden kurtulsaydık. Şüphe yok ki, toprağımın yarısı elimden çıkacak, dedi.

Sonra bize pek çok soru sordu. Namaz ve orucu, ibâdeti, Peygamber Efendimiz'i (s.a.v.) sordu. Bütün sorularını cevapladıktan sonra, bize güzel bir oda ile bol yemek hazırlanmasını emretti. Üç gece orada kaldık.”

 

İri gözlü, kalıplı-yapılı bir adam

Nihâyet bir akşam hizmetçilerinden birini göndererek bizi çağırttı. Yanına gittiğimizde önceki sorduklarını tekrar sordu. Biz de aynı şekilde cevaplandırdık. Sonra mukaddes emânetler sandığının getirilmesini emretti. Dört köşeli, altın yaldızlı büyük bir sandûka getirdiler. Sandûkanın içinde küçük bölümler vardı. Her bölümün de ayrı bir kilidi ve kapağı. O bölmelerden birini açarak, siyah renkli ipekli bir bohça çıkardı. Bohçayı açınca içinden siyah renkli ipek bir bez çıktı. Bezin üzerine çizilmiş oldukça yakışıklı bir adam resmi vardı. İri gözlü, kolları ve baldırları kalın, iri yapılı ve uzun boylu bir adam resmiydi bu. Gür sakallı ve Allah'ın yarattıklarının en güzeli denecek kadar güzel yüzlü, saçlarında iki örgü bulunan bu zâtın resmini bize göstererek,

- 'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.

- 'Hayır!' dedik.

- 'Bu insanlığın atası Hz Âdem'dir,' dedi. İnsanların en gür saçlısıydı. Sonra başka bir bölüm açtı. Oradan da siyah ipekli bir bez çıkardı. Üstünde beyaz bir resim vardı. Resimdeki adamın saçı koyu burçak renginde kıvırcık saçlı, gözleri iri, başı büyükçe ve sakalı oldukça güzeldi. Bize:

- 'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.

- 'Hayır!' dedik.

- 'Bu Hz. Nuh'tur,' dedi.

Sonra başka bir gözden, siyah bir ipekli bez parçasında, başka bir resim daha çıkardı. O da beyaz tenli; gözleri güzel, alnı geniş, yüzü uzunca, sakalı beyaz ve mütebessim bir adam resmiydi.

- 'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.

- 'Hayır!' dedik.

- 'Bu Hz. İbrahim'dir,' dedi.

Başka bir bölüm daha açtı. Oradan da beyaz ipek bez üzerinde bir resim çıkardı. Allah'a yemin olsun ki, tıpkı Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) idi. Bize,

- 'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.

- 'Evet! Vallâhi bu Hz. Muhammed'dir (salavâtullahi ve selâmuhu aleyhim ecmaîn ve alâ Nebbiyinâ hâssah)' dedik.

Ayağa kalktı; salonda düşünceli düşünceli birkaç adım attıktan sonra, tekrar gelip tahtına oturdu ve tekrar sordu:

- Gerçekten O mu?

- 'Evet, ta kendisi', dedik. Resme biraz daha dikkatlice baktıktan sonra;

- 'Aslında bu resim en son bölümde bulunuyordu. Fakat sizin ne yapacağınızı merak ettiğimden onu başa aldım' dedi.

Bir başka bölümü daha açtı. Oradan da siyah ipekli bir bez çıkardı. Onda da kıvırcık saçlı; esmer, gözleri çukur, keskin ve sert bakışlı, çatık kaşlı, asık suratlı, dişlerini sıkmış, oldukça öfkeli bir adam resmi çıktı.

- 'Bunu tanıyor musunuz?' dedi.

- 'Hayır!' dedik.

- 'Bu Hz Musa'dır (a.s.)' dedi.

 

Bu levha Hz. Âdem’e verildi

M. Yusuf Kandehlevî, eserinde, Bizans İmparatoru'nun gelen elçilere aynı şekilde Hz. Hârun, Hz. Lût, Hz. İshâk, Hz. Yâkub, Hz. İsmâil, Hz. Yûsuf, Hz. Dâvud, Hz. Süleyman'a (aleyhimüsselâm) ait olduğunu iddia ettiği resimleri de gösterdiğini, yine elçilerin dilinden aktarıyor. Aktarılan bilgilere göre elçilere en son gösterilen resim, Hz. İsâ'ya ait olan resimdi. “İnanıyoruz ki bunlar asıllarının aynısıdır. Çünkü bizim Peygamberimiz resimdekine o kadar çok benziyor ki, diğerlerinin de benzediği aşikâr.” diyen elçiler, Bizans İmparatoru'na;

- “Bu resimleri nereden buldunuz?” diye sorduklarında şu cevabı almışlar:

- “Hz Âdem, soyundan gelecek peygamberleri kendisine göstermesi için Rabbine (c.c.) niyazda bulunmuş. Allah Teâla da O'na peygamberlerin resimlerini levhalar halinde indirmiş. Bu resimler Hz Âdem'in doğudaki mahzeninde saklı iken, Hz. Zûlkarneyn orayı ele geçirdiğinde resimleri alarak Hz. Danyal'a vermiş. Danyal aleyhisselâm da levhalardaki bu resimleri ipek bezlere aynen çizmiş, onlar da hânedânımız vesilesi ile bana kadar ulaştı. Allah'a yemin ederim ki, saltanatımı terk edip sizin en sıradanınıza, ölünceye kadar kölelik yapmaya razıyım”.

Elçiler, sonra da kendilerine büyük ikramlarda bulunulup hürmet ve sevgiyle uğurlandıklarını anlatıyor ve şöyle devam ediyorlar:

- “Biz Halife Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) yanına döndüğümüzde olanları anlattık. Halîfe Ebu Bekir (r.a.), gözleri dolu-dolu olduğu halde, ‘Doğrudur. Bir düşkün bile, Allah (c.c.), hakkında hayır dilerse ona hayır verir. Allah'ın Rasûlü (s.a.v.) bize, Hıristiyan ve Yahudilerin kitaplarında kendisinin vasıflarının bulunduğunu söylemedi mi?’ buyurdu”.

Hz. İsâ'nın resimleri gerçek olabilir mi?

Bu iki sahâbenin anlattıklarından çıkardığım bir diğer sonuç da şu:

Mâlum, Bizans imparatorları Hıristiyan. Kiliseleri Hz. İsâ'nın resimleriyle dolu. İmparator Heraklius da Hıristiyandı. Ve bu resimleri sahâbelere gösteren de O. Peki o halde Hz. İsâ'nın gerçek resmi imparatorda ise, kiliselerdeki Hz. İsâ resimlerine bakıp, “Bunlar gerçeğe uygun değil, işte bende gerçeği var, bunu çizin” demez miydi? Sahâbelere bile gösterdiyse bu resimleri, kendi din adamlarına ya da ressamlarına neden göstermesin? O halde geriye tek ihtimâl kaldı: Şu anki Hz. İsâ resimleri gerçeğine uygun. İşin hakîkati ancak bu peygamber (aleyhimüsselâm) resimlerinin varlığı isbatlanır ve ortaya çıkarsa anlaşılabilir.

 

Bu resimler şu an nerede?

Halîfe Hz. Ebu Bekir'in (r.a.) bu iki elçisinin sözleri burada sona eriyor. Bundan sonra sözü biz alıyor ve diyoruz ki:

Acaba bu resimler şu an nerede?

Eğer Hz. Fâtih'in (k.s.) İstanbul'u fethine kadar saklayabildilerse de, 53 günlük muhasara ve savaş esnasında kaybolmuş olabilir. Veya bir yere gömdüler ya da bir mahzene sakladılar yahut da Haliç'in dibine diğer hazinelerle birlikte batırdılar. İstanbul'dan kaçırmış olamazlar. Zira kaçırmış olsalardı, bunca senedir mutlaka bir yerde ortaya çıkardı. İhtimâl ki o resimler, İstanbul'da bir yerlerde saklı kaldı. 1000 yıllık Bizans saltanatında 57 yıllık bir kopuk dönem var; Latin işgâli. Lâtin işgâlinde İstanbul'un yağmalandığını biliyoruz. İşte bu dönemde de o resimler, Bizanslılar tarafından Latinlerin eline geçmesin diye saklanmış olabilir ya da Latinler tarafından yok edilmiş olabilir. Zira kiliselerdeki ikonları tahrip ettiklerine göre, bu resimler ellerine geçmiş olsa onları da imhâ ederlerdi. Bizim kanaatimize göre bu resimler İstanbul'da bir yerlerde saklı-gizli.

***

B E R C E S T E

Y ı l a n   ş i i r i

Sadrazam Nevşehirli Dâmat İbrâhim Paşa, Sultan III. Ahmed (rahmetullahi aleyhima) için Kuruçeşme sırtlarında Kasr-ı Dilşîn'i yaptırmıştı. Bu kasrı çok beğenen Sultan III. Ahmed (rh.aleyh), bir gün bu kasrın bahçesinde dolaşırken, bir ağacın tepesine doğru tırmanan bir yılan gördü. Ağacın dallarından birinde de, içinde minik-minik yavruların bulunduğu bir kuş yuvası vardı. Pâdişah kılıcını çekerek bir darbeyle yılanın başını uçurdu. Sonra ilham gelmiş olmalı ki, bunu bir beyitle dile getirmek istedi:

Tırmanup çıktı dıraht-ı ömrüne mânî ecel

Lâkin bir türlü bu mısrâ'ı beyite tamamlayamadı. Derhal Şâir Nedîm'i çağırtıp, ikinci mısrâ'ı söyleyerek bunu beyite tamamlamasını istedi. Şâir Nedîm ânında ikinci mısrâ'ı yazarak pâdişâha uzattı. Böylece;

İlk mısrâı Sultan III. Ahmed’e,

İkinci mısrâı da Şâir Nedim'e âit olan ve Kasr-ı Dilşîn'in lâle bahçesinde yazılan bir Lâle devri şiiri kaldı bize yâdigâr:

Tırmanup çıktı dıraht-ı ömrüne mânî ecel

Âşiyân-ı tende yatur bülbül-i cân bîhaber 

Lûgatçe:

Dirahtşecer-ağaç. “Diraht-i ömrömür ağacı.

Âşiyânkuş yuvası, meskenÂşiyân-ı tenten yuvasıBülbül-i câncan bülbülüBîhaberhabersiz, bilgisiz, vurdumduymaz.

Şiir mealen şu demek: “Tırmanıp çıktı yılan, lakin ömür ağacına engel ecel  /  Ten yuvasında yatan can bülbülü ise bundan habersiz. 

[Bkz. Mahmut Sami Şimşek,Yeni Şafak, 23 Mayıs 2010 http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/peygamber-resimleri-istanbulda-mi-258680;

Bu mevzuda ve resim-heykel hakkında detaylı bilgi için ayrıca bkz. http://yavuztellioglu.blogspot.com.tr/2015/07/resulullah-efendimiz-asvin-bizans.html;

http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-735.html

http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-524.html]

Go to top