“Mü’minlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler; kimi adağını ödedi (canını verdi, şehit oldu), kimi de beklemektedir; (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.” [Ahzâb suresi, 23]

Rableri indinde onların mükâfatı, altından ırmaklar akan Adn Cennetleri’dir. Orada muhallet (ebedî) olarak kalacaklardır. Allah (c.c.) onlardan râzı, onlar da O’ndan râzı / hoşnut. İşte bu mükâfat, Rabbına haşyet duyanlara mahsustur.” [Beyyine suresi, 8]

***

Mus’ab bin Umeyr radıyallâhu anh kimdir?

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tâbi olursanız hidayete erişirsiniz.” [İmam Şa’rânî (k.s.), bu hadiste muhaddislerin nezdinde çeşitli sözler vardır. Ancak o, keşif ehline göre sahihtir; Ayrıca bkz. Aclûnî, Keşfül-Hafâ, 1, 381; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 4, 76; Kenzü’l-Ummâl, Hadis no: 1002]

İşte bu sahabîlerin (r.anhum) her biri bizler için ibret dersleri ve güzel örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabeden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr (r.a.) de bu mümtaz şahsiyetlerden biridir.

***

Yukarıdaki hadis-i şerifin kaynaklarını nakletmemize ve “keşfen” sıhhatini belirtmemize rağmen, üzerinde zayıftır-uydurmadır gibi ileri geri çokça sözler sarf edildiği için tahrîcini de sunmak istedik.

İmam Beyhakî’nin (rh.) el-Medhal adlı eserinde, İbn Abbas’tan (r.anhuma) naklettiği hadis söyledir:

Ebu Abdullah el-Hâfız Ebû Bekr Ahmed b. el-Hasen, Ebu Abbas Muhammed b. Yâkub Bekr b. Sehl ed-Dimyâtî, Amr b. Haşim el-Beyrûtî, Süleyman b. Ebî Kerîme Cuveybir b. Saîd el-Ezdî, Dahhâk b. Müzâhim, İbn Abbas’tan (r.anhum) rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:

Allah’ın Kitabı’ndan size ne verildiyse onunla amel (etmeniz) gerekir. Onun terki hususunda hiçbiriniz için mâzeret yoktur. Eğer Allah’ın Kitabı’nda yoksa, o zaman benim bir sünnetim(de) geçmiştir. Şayet benim geçmiş bir sünnetim(de) yoksa, bu defa ashâbımın dedikleri(inde) vardır. Çünkü ashâbım (gökteki) yıldızlar gibidir. Hangisine uysanız (tâbi olup sarılsanız) hidâyete erersiniz. Ashâbımın ihtilâfı ise, sizin için rahmettir.” [Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3, Hadis no: 152. Tahrîc: M. Ziyaurrahman el-A’zamî, Daru’l-Hulefa-Kuveyt, t.y.]

***

Bu yıldız sahabî, İslâm’la şereflenmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı sîmalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab (r.a.), çok zengin, müreffeh ve şâşaalı / gösterişli bir hayat yaşıyordu. Annesi-babası, bir dediğini iki etmiyordu… Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) tebliğ ettiği dinden haberdâr oldu. İçine bir merak düştü ve Fahr-i Kâinat’ı (s.a.v.) ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini tenvir etmeye / aydınlatmaya başladı. Bir nebze daha sohbet ettikten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab (r.a.), Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurundan bir Müslüman olarak ayrılmıştı. Ama muhitindekilerin tutumundan-tavrından endişe ettiği için bir müddet bunu sakladı. Namazlarını gizli-gizli eda etti.

Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Hz. Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeli müşrikler tarafından, sırf İslâm’ı kabul edip Müslüman olduğu için çeşitli baskı ve sıkıntılara mâruz bırakıldı! Hatta hapsedildi! Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı… Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.

Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken, Mus’ab (r.a.) yanla-rına geldi. Selâm verdi. Sahabîler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mah-cuptular. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Mus’ab’ın (r.a.) selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:

Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Rasûl’ünün sevgisi, anne-babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Rasûlünü anne-babasına tercih etti.” [İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 3, 116]

Kâinatın Efendisi’nin (s.a.v.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr (r.a.), hakikaten her şeyini Allah ve Rasûl’ü uğrunda feda etmişti. Evini-barkını, şâşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini-babasını...

Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Rasûlullah (s.a.v.) tarafından, İslâm’ın Medine-i Münevvere’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.

Birinci Akabe Bîatı’nı takiben Medine-i Münevvere’de İslâm sür’atle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Rasûl-i Zîşân’dan (s.a.v.), İslâm’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr (r.a.) oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsâli sahâbi, birer-ikişer gelen Medinelilere İslâm’ın esaslarını, amel ve ahlâkını öğretti. Böylece Hz. Es’ad’ın evi bir İslâm dershanesi, mektep ve medresesi hâline geldi. Burası öylesine feyizli bir yerdi ki, hemen her gelen Müslüman olup iman nûriyle şerefleniyordu.

Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine-i Münevvere’de Cuma namazı kılmak is-tediler. Vaziyeti Rasûlullah’a (s.a.v.) arz ederek iznini istediler. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin (r.a.) evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Hz. Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.

Bilâhare Hz. Mus’ab, Mekke-i Mükerreme’ye gelerek Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) ziyaret etti ve Medine-i Münevvere’deki İslâmi inkişâfı anlattı. Bu ziyaretten haberdâr olan Hz. Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:

“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”

Hz. Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:

“Ben Rasûlullah’tan (s.a.v.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”

Daha sonra Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) iznini alarak annesinin yanına giden Hz. Mus’ab, onun;

“Hâlâ bâtıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı ve şöyle cevap verdi:

“Anneciğim, ben Muhammed’in (s.a.v.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.” Ve şunları da ilave etti: “Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Rasûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”

Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.

Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.

Daha sonra bir müddet Mekke-i Mükerreme’de Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanında kalan Hz. Mus’ab, bilâhare Medine’ye döndü. Mekke-i Mükerreme’de bulunduğu esnada bir gün, Efendimiz (s.a.v.), onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahâbilere,

Bu zâtı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”

Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Rasûlullah tarafından İslâm sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nâzil olan şu âyeti okuyordu:

Muhammed de ancak bir Rasûldür. Ondan evvel Rasûller hep geldi geçti; şimdi o ölür veya katledilirse, siz ardınıza dönüverecek misiniz? Her kim ardına dönerse, elbette Allah’a bir zarar verecek değil; fakat şükredenlere Allah, yarın mükâfat verecektir.” [Âl-i İmrân suresi, 144]

Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab (r.a.), bir ara “İbnü Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Hz. Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab (r.a.), o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahâbi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Hz. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Rasûlullah (s.a.v.), melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!” [İbn Sa’d, a.g.e., 3, 121] cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:

Mü’minlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler; kimi adağını ödedi (canını verdi, şehit oldu), kimi de beklemektedir; (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.” [Ahzâb suresi, 23]

Sonrasında ise sancağı Hz. Ali kerramallahu vecheh devraldılar.

***

Siyere dair bazı eserlerde şöyle anlatılır:

Uhud harbinde İslâm için kılıç sallayıp cihad eden Hz. Mus’ab’ı (r.a.) melekler bile gıpta ile seyrederler.

Hz. Mus’ab bir ara aldığı bir kılıç darbesiyle yüzüstü yere düşer. Hemen bir melek onun suretine girer ve onun mücadelesini devam ettirir.

Akşam üzeri Rasûlüllah (s.a.v.) ona;

Yâ Mus’ab!” diye seslenince, melek;

Ben Mus’ab değilim yâ Rasûlallah, o şehit olmuştur” deyince vaziyet anlaşılır.

Biraz sonra Rasûlüllah (s.a.v.), bir grup sahâbî ile Hz. Mus’ab’ın nâ’şı yanındadır. Her iki kolu omuzundan kopmuş, boynuna gelen kılıç darbesiyle de başı gövdesinden nerede ise ayrılacak hale gelmişti. Ve sanki Hz. Mus’ab, yüzünü bir yerden saklar gibi boynu önüne eğilmişti. Fahr-i Kâinat (s.a.v.), Hz. Mus’ab’ın boynunu niçin sakladığını gözyaşları içinde Ashabına şöyle anlattı:

- “Ey Ashabım, biliyor musunuz Mus’ab niçin yüzünü saklıyor?”

- “Allah ve Rasûlü bilir” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v.):

- “Onun kolu koptu. Rabbımın huzuruna gidiyorum, halbuki şu anda Rasûlüllah’ı korumam lazım, bu esnada biri Rasûlüllah’a saldırır da ben Onun yardımına koşamazsam, Rabbımın huzuruna hangi yüzle varırım diye düşündü de, hayâsından dolayı yüzünü Allah’tan saklamaya çalışıyor” buyurdular.

***

Bu büyük sahâbi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Onunla da başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Hz. Mus’ab (r.a.), her şeyden ziyade sevdiği Rabb’ına (c.c.) böyle kavuştu.

***

Ashâb-ı kirâmdan Habbab b. el-Eret’in (r.anhum) umumi olarak Muhacirler, hususi olarak da Mus’ab b. Umeyr’e (r.a.) dair enteresan bir yorumu vardır; aynı zamanda onun toprağa verilişi hakkında da bilgi vermektedir. Habbab (r.a.) diyor ki:

“Biz Mekke’den Medine’ye dünya için değil, Allah rızası için Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber hicret ettik. Artık, ecir ve mükâfatımız Allah’a aittir. Muhacir yoldaşlarımızdan bu ecir ve nimetten hiçbir şey tatmadan âhirete gidenler vardır ki, Mus’ab b. Umeyr onlardandır. Dostlarımızdan kendisine hicret semeresi ulaşan ve bu meyveyi devşirenler de vardır. Mus’ab, Uhud günü şehit olmuştu da biz onu saracak bir kefen bulamamıştık. Yalnız, şehidin bir kaftanını bulmuştuk. Biz bu aziz şehidi, ona sarmağa çalıştık, başını bürürken ayaklan açılıyordu, ayaklarını kapatırsak başı açığa çıkıyordu. Rasûlullah (s.a.v.) bize şehidin başını örtmemizi ve ayaklarının üstüne de izhir otu koymamızı emir buyurdu.” [Buharî, Megâzî, Bâbu Gazveti Uhud, 82; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 4, 351-355]

Rableri ındinde onların mükâfatı, altından ırmaklar akan Adn Cennetleri’dir. Orada muhallet (ebedî) olarak kalacaklardır. Allah (c.c.) onlardan râzı, onlar da O’ndan râzı / hoşnut. İşte bu mükâfat, Rabbına haşyet duyanlara mahsustur.” [Beyyine suresi, 8]

Go to top