Selamün  Aleyküm Hocam.

1-Ramazan Bayramına, Fıtır Bayramı da diyorlar. Bunun sebebi nedir?

2-Herhangi bir vakit namazından misal vereyim, Öğle namazının vakti girdi, 5 vakit namaz kılan bir kişi bu vakti eda edemeden son nefesini verse, namaz borçlusu olarak mı gider?

3-Cemaatle kıldığımız namazlarda, Öğle ve ikindi namazlarının farzlarında, diğer vakit namazları gibi neden ilk iki rekatte kıraat aşikar okunmuyor?

4-Bayram namazlarında iftitah tekbirinden sonra, diğer tekbirleri fazla almamızın sebebi nedir?

5-Kasaplardan aldığımız etler yeri geliyor Besmelesiz kesiliyor. 1 Fatiha 3 İhlası Şerif okuyup, İmamı Şafii Hazretlerinin ruhuna hediye edilirse helal olur diyorlar. Bu konu mesele malumat verir misiniz? (Ben Hanefi Mezhebindenim.) 

6-Yeni doğan çocuğa adı haricinde, göbek adı da koy, göbek adı koymazsan nazar değer. Göbek adını, anası ve babasından başka kimse bilmeyecek, gizli kalacak diyorlar? Bu doğru mudur?

Cevaplarınız için ALLAH RAZI OLSUN.

*******

Ve aleyküm selam.

1- Malumunuz, günümüzde umumiyetle “Ramazan Bayramı” tabiri kullanılır oldu. Bundan 10-15 sene öncesine kadar ise ekseriyetle şehirlerde “Şeker Bayramı” denirdi. Nasslarda geçen asıl adı ise, “Iyd-i Fıtr (Fıtır Bayaramı)”; Kurban bayramının ismi de “Iyd-i Edhâ”dır.

Osmanlı döneminde ise bu bayramın ismi “Şükür Bayramı”dır. Neden “şükür”; zira Ramazan ayı “oruç” ibadetinin îfa edildiği bir ay... Kul, nefsine muhalefet ederek bu ibadeti yani kulluk vazifesini tamamlamasını mümkün kıldığı için Rabbine şükrediyor. Osmanlıcada “şükür (şkr)” kavramı şın-kef ve harfleriyle yazılır. Bu kelimeyi “şeker” diye okumak da pekâlâ mümkündür.  Çünkü yazılışları aynıdır. İşte bu bayrama “şeker” isminin verilmesinin sebebi de, bu hatadan -belki de bilerek bir yanlış okumadan- kaynaklanmaktadır. Her neyse… Cumhuriyet döneminde bu tip yüzlerce fâhiş hata ile karşılaşmak mümkün... Son tahlilde “Şeker Bayramı” adı bu mübarek gün için abuk-sabuk, saçma-sapan, münasebetsiz, akla-mantığa uymayan bir ünvandı, iyi ki vaz geçildi, unutulmaya yüz tuttu.

Daha da eski devirlerde “Ramazan”, “Şeker” yahut “Kurban Bayramı” ayırımı yokmuş; her iki bayram için de “bayram”ın Arapça karşılığı olan “Iyd” lafzı kullanırlarmış... Sohbet esnasında yahut yazıda hangi bayramın kastedildiği ise, cümlenin siyak ve sibakından (önünden-sonundan)  zaten anlaşıldığı için ayırım yapmaya lüzum da hissetmezlermiş... 

Hâsıl-ı kelâm netice-i merâm

Bu bayramın Arapça asıl ismi, yukarıda da belirttiğimiz üzere, Fârisî terkiple “Iyd-i Fıtr”dır.

Iyd”, bayram demek... “Fıtr”a gelince; bu kelime ile aynı mastardan / kökten gelen “fıtra / fitre”; yaradılış, açma, çözme gibi mânâlara gelen “fıtrat” kelimesi de göz önüne alındığında, bu bayrama neden “Iyd-i Fıtr” dendiği daha rahat anlaşılır... Öyle ya; bu bayramda imsak çözülüyor, kişinin gün içinde belli bir süre kendini bir takım şeyleri yapmaktan tutması / sakınması / kaçınması bitiyor; oruç açılıyor, yeme-içme dâhil helâl olan her şey gündüz de serbest hâle geliyor. Bayram günü, Rabbimizin mü’min kullarına bir ikramı oluyor. Aynı zamanda bu bayram,  “yaratılış”, “vücut bulma”, “var olma” bayramıdır. Bu sebepledir ki Rabbimiz (c.c.), Ramazan-ı şerifte orucu ve ayrıca dinen zengin sayılanların fakir ve yoksul durumda olanlara fıtır yani yaratılış (var olma) sadakası vermelerini emrederek fıtrîleşmeyi, yaratılış gayemize uygun hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmış oluyor.

Aslında bu bayram, manevî bir merhalenin sonucudur… “Oruç”la “İtikâf” ile başlayan, “Kadir Gecesi” ile devam edip zirveye ulaşan, “Arefe” ve ‘Bayram gecesi’ ile hitâma eren bir merhale... İtikâfa girip “âkif” olan, Kur'an-ı Kerim'in kadr u kıymetini yeniden idrâk ile onu hatmeden, mânâ ve esrarına vâkıf olmaya, ahkâmı ile amel etmeye gayret eden “ârif”in ortaya çıktığı bir merhale...

Tasavvuf irfanımızda üç sınıf insandan ve bunların anlayış ve kavrayış istidatlarından bahsedilir. Bunlar;

1) Avam,

2) Havâs,

3) Ehassu’l-Havâs’tır.

Bu bayrama verilen isimlerin her birerini bunlara tatbik edebiliriz. Mevzumuz “bayram” olduğuna göre, bu üç sınıf insanı da gene şu üç şekilde tarif edebilmek mümkündür:

(a) Din ile, namaz ve oruçla, diğer ibadetlerle râbıtası tamamen kopuk değilse de zayıf… Ramazan dışındaki zamanlarda neredeyse dinî emir ve yasaklara karşı lâkayt, “bayram” içinse günler öncesinde hazırlanan, bayramın bütün fırsatlarından faydalanan tâifeye  “Avam”; bayramlarına da “Şeker Bayramı” denebilir.

(b) “Bu sene Ramazan ayı sıcaktan dolayı zor geçti, günler de uzundu, ama Allah´a şükürler olsun, oruç ve diğer ibadetlerimizi yerine getirdik ve mübarek bir Ramazan ayını daha hayırlısı ile ikmâl ettik, Allah kabul etsin” diye düşünenlere “Havâs”; bayramlarına da “Şükür Bayramı” demek uygun olabilir.

(c) “Allah Teala, Ramazan'da yaptığımız ibadet ve tâatımızı, tevbe ve istiğfarımızı, zekât ve sadakalarımızı, hayır ve hasenatımızı, hatimlerimizi, zikir ve tefekkürlerimizi… kabul etsin, ‘her günü kadir, her geleni Hızır bilenlerden’ eylesin... İnşaallah ‘fıtrat’ımızdaki gibi, doğduğumuz gündeki gibi günahlarımızdan temizlenmişizdir deyip bu niyet ve düşüncede olanlar da Ehassu’l-Havâs zümresinden kabul edilebilir... Bayramlarına da, “Ramazan Bayramı” veya en doğru adıyla “Iyd-i Fıtr (Fıtır Bayramı)” denir.

Bu üç sınıf mü'imin insan, zayıf-orta ve kuvvetli diye tavsif edilebilecek tarzda İslâm’la ilgileri olan Müslümanlardır. Dikkat ederseniz; oruç ile, namazla, kısacsı din ile en ufak bir râbıtası olmadığı ve diğer zamanlarda neredeyse dinle alakalı her şeye karşı nefret besleyip, “bayram” içinse aylar öncesinde tatil proğramını düzenleyip rezervasyonunu yaptıran ve bayramın maddî bütün nimetlerinden son kertesine kadar faydalanan gürûhu hiçbir değerlendirmeye tâbi tutmadık. Çünkü onlar, mevzumuzun haricinde...

2- Vakit çıkmadan ölen kimse, o vaktin namazını kılmamışsa mes’ul olmaz. Evet, namazı ilk vaktinde kılmak evlâdır ama, vaktin evvelinde kılmak farz değildir. Farziyet vaktin tamamı içindir, onun ömrü de tamamına yetmemiştir. Ayrıca hiç şüphe yok ki, o mü’minin kalbinde, vakit çıkmadan o namazı edâ etme niyeti vardır. 

3- Bu maddenin cevabı için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/996-namazlarda-cehri-gizli-okumanin-sebep-ve-hikmetleri.html

4- Bayram namazlarındaki zevâid tekbirlerinin sebebi, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) bu husustaki tatbikatıdır. Yani mesele Sünnet’e istinad eder. Hanefî mezhebine göre, ifittah tekbirinden sonra getirilen bu üç zâid tekbir vaciptir. Diğer mezheplere göre sünnettir. Mâliki ve Hanbelîlere göre birinci rek’atte 6 tekbir, ikinci rekatte 5 tekbir getirilir. Şâfiîlere göre ise, birinci rek’atte 7 tekbir, ikinci rek’atte 5 tekbir getirilir. Mezheplere göre tekbir adetlerindeki bu farklılıklar ise, içtihat farklılığından kaynaklanmaktadır.

Bu tekbirlere, "zevâid tekbirleri" denmesinin sebebi, iftitah tekbirine ilâve olarak alındığı içindir. Her tekbir arasında üç tekbir getirecek kadar susmak sünnettir. Bu tekbirlerde, sırf “Allah” adını zikretmek sünnet olmayıp "Sübhanallâh, el-Hamdülillâh, Lâ ilâhe illallâh ve Allûhu ekber" lafızlarından herhangi biri de söylenilebilir.

5- Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’de Besmelesiz kesilen hayvanın etinin yenmeyeceği hakkında açık hüküm vardır. Bunu teyid eden hadisler de mevcuttur. Bu sebeple ittifak edilen husus şudur: ‘Etin yenmesi için hayvanın Besmele ile kesilmesi lazımdır! Evet, bunda ihtilaf yoktur. Hayvan kesilirken mutlaka Besmele çekilmelidir. Çekilmezse o et yenmez.’

Besmele’nin terki iki sebepten olabilir:

(1) İhmâlden, unutmaktan veya heyecandan...

(2) İnkârdan, yani inanmamaktan kaynaklanabilir.

İhmâlden, unutmaktan, heyecandan Besmele çekilmemişse, kesilen o hayvanın eti yenir, bir şey lâzım gelmez. Çünkü bunda bir kasıt yoktur. Eğer inkârdansa, yani kişi İslâm’ı kabul etmiyor, Allah'a inanmıyor ve O’nun ismini anmayı inançsızlığı sebebiyle reddediyorsa, elbette ki böyle inkârcı birinin kestiği hayvanın eti yenmez.

Şayet bu mevzuda kesin bir bilgi yoksa, nasıl kesildiği bilinmiyor fakat Müslüman bir toplumda bulunuluyorsa, bu hususta hüsn-i zann edip, Besmele ile kesildiğini kabul ederek o hayvanın eti yenebilir. Bu gibi hallerde bilgi yokluğu ya da eksikliği etin yenmemesine değil, yenmesine delil kabul edilir. Çünkü “Eşyada aslolan ibâhadır”. Yani mubah-helâl olmasıdır, haramlık ârızîdir.

Buraya kadar anlattıklarımız, Hanefî mezhebine ait hükümlerdir.

Şâfiî mezhebinde ise, hayvan kesilirken Besmele çekilmese de yenirken çekilir ve yenir, böylece mahzur söz konusu olmaz. Fakat diğer üç mezhepte yani Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî’de kasten Besmelesiz kesmek haramdır. Hatta Mâlikîlerde Besmele unutarak dahi çekilmese, o hayvanın eti yenmez.

Binaenaleyh Besmelesiz kesildiği bilinen bir hayvanın eti hakkında Müslümanların mutlaka mensubu bulundukları mezhebin hükmüne uymaları gerekir. Öyle olur olmadık yerde “taklid” müessesesi işletilmez. Taklid, ancak çok zaruri durumlarda, içtimai mecburiyet hallerinde müracaat edilebilecek bir çaredir. O bakımdan bu gibi durumlarda taklidi düşünmemek icap eder. Fakat kişi eğer mecbur kalmış ve illâ da taklid edip yemesi gerekiyorsa, bu esnada, İmam Şâfiî’ye (rh.) hürmeten ve bu içtihadından dolayı teşekküren ve teberrüken 1 Fatiha 3 İhlâs-ı şerif okuyup ruhuna  hediye etmesi elbette güzel olur. Bunun yanlışlığından söz edemeyiz.

Bildiğimiz kadarıyla mezbahalarda ya da çoğunda sabah bir Besmele çekiliyor, sonrakilerde çekilmiyor. Belki hiç çekilmeyenler de vardır. Ama kesin olarak öyle olduğunu bilmiyoruz. Binaenaleyh bu gibi durumlara maruz kalan Hanefî bir Müslümanın, bu eti yemek için Şâfiî’yi taklit etmek yerine, bundan kaçınması, uzak durması gerekir. Aslolan, kişinin kendi mezhebine ait hükümlere uymasıdır.

Meseleyi böylece tesbit ettikten sonra gelelim diğer bir yönüne…

Bilindiği üzere dinimizde bir fetvâ vardır, bir de takvâ...

Fetvâ işin birinci basamağıdır, şeriatın zahirine göre fıkhî bakımdan ortaya çıkan hükmüdür. İstisnasız her Müslüman onunla amel etmeye mecburdur.

Takvâ ise bir üst basamaktır, şeriatın bâtınıdır. İçte-kalpte duyulacak hassâsiyetin iktizasıdır. Havâs zümresinin işidir. Avam Müslümanlar onunla amel etmeye zorlanmazlar, buna mecbur değillerdir. Ama uymaları, dikkat etmeleri onlar için de manevi bakımdan büyük kazançtır. Bu noktada Üstâzünâ Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretlerinin evlatlarına-talebelerine yaptığı bir ikazı da hatırlatmak isteriz: “Evlatlarım, İstanbul’da bilmediğiniz yerlerde et yemeyiniz!” Çünkü yediklerimizin, bedenimize olduğu kadar ruhumuza-letâifimize de müsbet ve menfi yönde tesiri vardır. Haramların-mekruhların yanında, şüphelilerden de kaçınmak iktiza eder.

Hal böyle olunca, et kesimi mevzuunda fetvâ yönünü arzettiğimiz hükümler herkesi bağlayıcıdır. Belli ölçüler içinde kesilmiş olan eti herkes yer, yiyebilir; başka şeyler arama-araştırma mecburiyeti yoktur. Fakat birileri çıkar, ‘böyle olmakla birlikte ben daha titiz davranmaktan yanayım, kesim şeklini bilmediğim eti yemek istemiyorum’, diyebilir. Bu onun takvâ duygusundan kaynaklanıyorsa, gayet tabii ki o kişi de ancak takdir ve tebrik edilir. Ama onun, başkalarını da bu tercihine zorlaması doğru olmaz, uygun görülmez.

Dile getirmeye çalıştığımız bu anlayışı, helâl olan diğer gıda maddelerine de uygulayabiliriz. Mesela biri diyebilir ki;

- Ben falan ve filan gıda maddelerine bazı şeylerin karıştığını zannediyorum. Bu hususta kesin bir delil olmasa da ‘şüphe’ ettiğim için onları yemiyor, içmiyorum.

Bunu diyene de saygı duyulur, o kişi takvâsından dolayı ancak takdir edilir. Lakin biri de çıkar diyebilir ki;

- ‘Madem bu hususta kesin bir delil yok, sadece senin şüphen var. Şüphe ile helâl olan şey haram olmaz. Ben bunları yiyor ve içiyorum.’ Bunu söyleyene de zâhir-i şeriat açısından bir şey denmez, denemez; zira bu da meselenin fetvâ cihetidir.

6- Asr-ı Saadet’ten bu yana İslâmî örfte / tatbikatta çocuklara bir veya iki, hatta bazan daha fazla isimler verilmiştir. Bunlardan birine de ‘göbek adı’ denilmiş. Fakat bu hususta bir mecburiyet yoktur. Hele hele ‘göbek adı koymazsan nazar değer’ lâfı ile ‘göbek adını, anası ve babasından başka kimse bilmeyecek, gizli kalacak’ gibi sözler doğru değildir, uydurmadır. Bunlara itibar etmemek gerekir. 

Go to top