Bir yalanla iki kelleyi birden kurtardın” başlıklı eski bir yazımız vardı. İlk defa 90’lı yıllarda takvimde, sonra da kapanan bilgicagi sitesinde yayınlamış idik. Aradan hayli zaman geçti, neredeyse unutmuştuk ki, bu gece gelen bir soru (!) vesilesiyle tekrar hatırladık. Bu esnada farklı bazı sitelerde de paylaşılmış olduğunu gördük. Fakat kopyalana kopyalana hayli yazım hataları oluşmuş… Gözden geçirip ufak-tefek düzeltme ve düzenlemeler ve bazı ilavelerle sitemizde de yayınlayalım istedik. Hem işaret ettiğimiz sözde soruya cevap teşkil etmesi, hem de bu yazı başlı başına ehemmiyet arz ettiği için… Görüldüğü üzere bu arada -gereksiz olduğu mülahazasıyla- yayınlamadığımız söz konusu sorunun cevabına uygun olarak başlığı da değiştirmiş olduk. Buyrun birlikte okuyalım.

***

Osmanlı padişahları zaman-zaman memleketin dâhilî vaziyetini bizzat teftiş ve kontrol için tebdil-i kıyâfetle halk arasına karışırlardı. Sultan IV. Murad ile III. Mustafa Hân’ın (r.aleyhima) sıkça tebdil gezdiklerini tarihler kaydederler.

Sultan Mustafa Hân bir bahar günü derviş kıyâfetiyle çarşıyı-pazarı dolaşmış ve yorgunluk gidermek üzere kırlara doğru yürümeye başlamış... Samatya taraflarında bir tepecik üzerinde oturmuş dinlenirken, musâhibi Nakşî’nin taşıdığı dürbünü isteyip bir müddet çevreyi temâşâ etmiş… Meğer uzaklarda bir kadınla bir erkeğin sarılıp öpüştüklerini görmesin mi!?.. Nakşî’ye seslenmiş:

- Derhal git! Şu karşıdakiler kimlerdir, öğren gel!..

Nakşî emri yerine getirip nefes nefese dönmüş ve: 

- Efendimiz, demiş, bunlar hayli zamandır birbirlerini görmeyen iki kardeş imişler. Oracıkta rastlayınca dayanamayıp sarmaş dolaş olmuşlar. Zât-ı şâhâneye de arz-ı ihlâs eylediler.

Pâdişah gülmüş:

- Nakşî! Yalan söyledin amma, zararı yok; bir yalanla iki kelleyi birden kurtardın, demiş.

***

Kıssadan hisse

O günle bu günü mukayeseye / karşılaştırmaya kalkışsak... Tabii hem siyasî-idarî, hem içtimaî-ahlâkî, hem kültürel açılardan... Acaba nasıl bir tablo çıkar ortaya?!

Herhalde çok da iç açıcı bir manzara olmaz, öyle değil mi?

O halde gelin, biz bu kıssadan;

- İnsanları idare etmek,

- Onların hata ve kusurlarını, eksik ve noksanlarını araştırmak-karıştırmak, tecessüslerde bulunmak yerine örtmeye, düzelmesi için de mümkün olanları yapmaya çalışmanın özellik ve güzelliğini almaya çalışalım.

Umulur ki düzelmelerine, hidayetlerine vesile oluruz.

Ne dersiniz?..

Evet, kardeşlik münâsebetlerinde çok önemli bir husus; ayıbı, kusuru yüze vurup onu mahçup etmemek, onun cezalandırılması yönüne gitmemektir. O ayıp görmezlikten gelinmeli, münasip bir lisanla, muhataba, o ayıbı işlediği sezdirilmeden îkaz edilmelidir.

Ayıp, hata, kusur fiilleri tıpkı kardeşimizin omuzundaki akrep gibidir. En güzeli, onu ürkütmeden o akrebi oradan uzaklaştırmak yahut omuzunda akrep olduğunu ona, korkutmadan-incitmeden söylemektir. En önemlisi de kıssada olduğu gibi, sokulmasına-cezalandırılmasına sebep olmama yoluna gitmekktir.

Onun içindir ki atalarımız,

"Islâh eden yalan, ifsâd eden doğrudan yeğdir" demişlerdir.

Bir akademisyenimizin izahıyla, “Islah kelimesi, yüce dinimizde en geniş kullanım alanına sahip kavramlara kaynaklık eden ‘s-l-h’ kökünden türemiştir. Sulh, maslahat, salâh, istıslah, salih… kelimeleri bu kökten türemiş temel kavramlardan ilk akla gelenlerdir. Zıddı olan ‘ifsad’ ise bozmak, dejenere etmek, aslî / tabiî hali değiştirmek anlamlarında kullanılır.

İlgili ayet ve hadisler bir arada değerlendirildiğinde, salah halinin, eşyanın tabiatındaki aslî / fıtrî durum olduğu anlaşılır. İnsanın ve diğer canlıların, hatta bütün mahlukatın varlığı belli bir sistem ve ölçüye raptedilmiştir ki, her bir varlığın yaratılış gayesine uygun hal içinde bulunduğu bu duruma ‘salâh’ denir. Sonra bu sistem ve ölçünün maruz kaldığı bir ârıza durumu ortaya çıkınca, bu aslî / fıtrî durum bozulur ve ‘fesad’ baş gösterir. İnsan eliyle meydana gelen bu ârıza hali, tarih boyunca Allahu Tâla'nın sonsuz re’fet (şefkat) ve merhametinin bir tecellisi olarak gönderilen peygamberler (aleyhimüsselâm) vasıtasıyla ‘ıslah’ edilir. Bu süreç / bu merhale Son Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e kadar böyle gelmiştir. 

Go to top