Halis ECE

Ta’zim”, hürmet etmek-saygı göstermek manalarınadır. “Şeâir”, İslâmiyet’in alameti olup hürmet edilmesi, saygı gösterilmesi gereken mukaddes şeylerdir. “Ta’zîmu’ş-şeâir” de, İslâm dinince mukaddes kabul edilen şeylere saygılı davranmak manasında bir terkiptir, tabirdir.

Asıl itibariyle yüce dinimiz İslâm, mukaddes değerler manzumesidir. Mesela dinin esasını teşkil eden inanç sistemi, bizi manevi âleme muhatap kılar. İbadetler-ameller, Allah’a karşı kulluk vazifelerimizin icabıdır... Haramlar-helaller, hayatımızı düzenler, istikrar kazandırır. Bunun gibi, İslâmi şeair yani dinimizce mukaddes-kutsal kabul edilen şeyler de dinimizin alametleridir. Onlara hürmet etmek, saygı göstermek ise, kişinin kalbindeki takvasıyla mütenasiptir-orantılıdır.


Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

“… Kim Allah'ın korunmasını emrettiği şeylere hürmet eder (emir ve yasaklarına riayet eder, mukaddesata saygı gösterir) ise, bu, Rabb’inin katında kendisi için mutlak hayırdır...” (el-Hacc, 22/30)

“… Kim Allah’ın şeâirini ta’zim ederse, (onlara saygılı davranırsa), şüphesiz ki bu, kalplerin takvasındandır.” (el-Hacc, 22/32)
***

HÜRMET EDİLMESİ GEREKEN ŞEAİR/MUKADDESAT NELERDİR?

İslâm’da imanın şubelerinden birisini teşkil eden ve hürmet edilmesi gereken şeairden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Haremeyn-i şerifeyn diye tabir edilen Mekke ve Medine...

2. Hz. Allah'ın temiz olmadan (abdest almadan) temas etmemizi, tutmamızı bile yasakladığı Kur'an-ı Azimuşşan...

3. Kitabımız. Hz. Kur'an’ı ve ekmel din İslâm’ı bize getirip tebliğ eden Allah'ın Rasûlü...

4. Allah'ın evi Kâbe-i Muazzama ve ona bağlı bütün mescitler, hususiyle Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa...

5. Ezan-ı Muhammedi ve diğer bütün mukaddesat...
***

MESCİTLERE HÜRMET VE ONLARIN İMARI

Rabbimiz buyuruyor ki:

“Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar i'mar ederler. İşte hidayete ermiş olmaları Ümit edilenler de bunlardır.” (et-Tevbe, 9/18)

Ayet-i kerimede geçen “Mesâcidüllah (Allah’ın mescitleri)”dan murad, Kâbe-i Muazzama'dır. Bunu ayetin sebeb-i nüzûlünden açıkça anlıyoruz. Ancak bütün mescitler manen Kâbe'ye bağlı oldukları için, istisnasız hepsi de ayette cemi’-çoğul siğasıyla gelen bu ifadenin içine girmektedir.

Ayetin sebeb-i nüzûlüne yani iniş sebebi sebebine gelince...

Müfessirlerin reisi İbn Abbas Hazretleri (r.anhüma) bu ayetin tefsiriyle alakalı şu açıklamalarda bulunmuştur:

Ne zaman ki Bedir'de birçok esirlerle beraber Rasûlüllah’ın amcası Abbas da esir alındı. Müslümanlar ve bilhassa Hz. Ali, onu kâfirlikle ve de akrabasına düşman olup merhametsizlikle suçladılar. Hz. Abbas da, "Hep kötülüklerimizi söylüyor hiç iyiliklerimizden bahsetmiyorsunuz" diyor. Hz. Ali, "Peki nedir sizin iyilikleriniz?" deyince de, "Bizler Mescid-i Haram’ı tamir eder, her sene yeni örtü ile örter, hacıları misafir eder, sularız” diyor. İşte o zaman Hz. Allah, bu ayetten bir evvelki ayeti inzal ederek buyurdu ki:

Müşrikler vicdanlarına karşı kendi küfürlerine kendileri şahit olup dururlarken... Allah'ın mescitlerini (Kâbe’yi) imar etmeleri kabil değildir. Onların (kâfirken) yaptıkları bütün (amelleri) boşunadır. Cehennemde ebedi kalacak da onlardır(et-Tevbe, 9/17) buyurdu. Mescitleri ve bütün mescitlerin bağlı olduğu Mescid-i Haram’ı kimin tamir-imar etmesinin fayda vereceğini de böylece açıkladı.

Hadis-i kudsîde Hz. Allah buyuruyor ki: “Yeryüzündeki mescitler muhakkak ki benim evlerimdir. Onları imar edenler evlerimizin ziyaretçileridirler. Ne mutlu o kula ki, evinde temizlenir (abdestini alır) sonra da benim evimi ve beni ziyarete gelir. Ziyaret banadır, bana yapılan ziyarete benim ikramım hak ve vacip olur.”

İSLÂM’DA İLK MESCİT: KUBA MESİDİ

Kuba Mescidi, Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) Hicret esnasında bina ettiği ve içinde Ashabıyla birlikte namaz kıldığı, İslâm'da inşa edilmiş ilk mescittir. Bu mescit, İslâm'ın yükseliş devri arefesinde ve tam manasıyla bir dönüm noktasında bina edildiği için önemli hatıralar taşır.

Hicret yıllarında Kuba küçük bir köyden ibaretti. Başlangıçta Medine'ye uzaklığı altı mil kadarken, Hicret'ten sonra yeni açılan ulaşım yolları ile gelişme göstermiş, Medine'nin de büyümesiyle aradaki mesafe bugün kapanmıştır.

Mekke'den Medine'ye hicret eden ilk muhacirler Kuba'ya vardıklarında, orada Amr b. Avfoğulları’nın hurma kurutma yerini tesviye ederek namaz kılmaya başladılar. İçlerinde Hz. Ömer’in (r.a.) de bulunduğu bu ilk muhacirlere, Kur'an’ı en iyi okuyanları olan Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Sâlim (r.a.) imamlık yapıyordu. (İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübrâ, Beyrut 1985, III, 87, IV, 311)

Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), Kuba'ya rebîulevvel ayının ortalarında bir pazartesi günü ulaştı. Orada, Amr b. Avfoğulları’nın yurdunda onların himayesinde bulunan Külsüm b. Hidm'in evinde bir müddet misafir oldu. Tarihî kaynaklar Rasûlüllah'ın (s.a.v.) burada kaç gün kaldığı mevzuunda ihtilaf etmektedirler. Buhârî'nin Hicret'le ilgili bir rivayetine göre, on küsur gece kalmıştır (Buhârî, Menâkıb, 45). Bu, İbn Sa'd'ın on dört gün kaldığına dair rivayetine uygundur. (bk. İbn Sa'd, Tabakâtü'l Kübrâ, l, 235)

Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), ilk muhacirlerin namaz kıldığı Külsüm b. Hidm'in hurma harmanındaki sahayı genişleterek Kuba Mescidi'ni bina etti. Mescit kare şeklindeydi ve ebadı (en-boy-yükseklik ölçüleri) 66x66 zira idi (yaklaşık 32X32 m). Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.), Kubalılar’dan taş getirmelerini istemiş; getirdikleri taşlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in (r.anhüm) de aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu. Hz. Osman’ın (r.a.) da Kuba'da bulunduğu ve Rasûlüllah’ın (s.a.v.) onun da temele taş koymasını emrettiği ve bunun hilâfetin sırasına işaret olduğu da rivayetler arasındadır. (Semhûdî, Vefâü'l-vefâ, Mısır 1326, I, 180)

Mescid'in yapımında en büyük gayreti Ammar b. Yâsir (r.a.) göstermiştir. Bu bakımdan kendisi için "İslâm'da ilk mescid bina edendir" denilmiştir (İbn Hişâm, es-Siretün-Nebeviyye, II, 143). Abdullah b. Revâha (r.a.) da hem çalışıp, hem şiir söylüyor, mü'minlerin yorgunluklarını hafifletiyordu. (Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, X, 106)

Kuba Mescidi Kur’an’da, “… Temeli takva üzere kurulan mescit…” (et-Tevbe, 9/108) diye tarif ve tavsif olunmuştur.

“MESCİD-İ DIRAR” HADİSESİ

Rabbimiz (c.c.) Habibi’ne hitaben buyuruyor ki:

Onun içinde (Mescid-i Dırar'da) ebediyyen namaza durma. Ta ilk günden temeli takva üzere kurulan mescit içinde namaza durman, elbette daha layık, daha doğrudur. Orada temizlenmeyi seven bir takım adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.(et-Tevbe, 9/108)

Ayette bahsi geçen mescit, münafıkların yaptığı ve Rasûlümüzü içinde namaz kılmaya ve kıldırmaya davet ettikleri Kuba’daki Mescid-i Dırar'dır. Hicret'te Rasulümüz Küba'ya gelmiş ve bir müddet kalıp halen yeri mescit olan Küba Mescidi’ni inşa etmiş idi. Orada bir hafta kadar kalıp o mescitte namaz kıldırdı. Münafıklar da buna nazire (benzer-örnek) olarak daha süslü bir mescit yapmış ve Rasûlüllah'ı burada namaz kılmaya davet etmişlerdi. Peygamberimiz onların bu kötü niyetini bilmediği için, "Tebük seferinden sonra gelirim inşallah" buyurmuştu. Halbuki münafıkların niyeti; mescitlerinin açılışını Peygamberimize yaptırmak, sonra da, vaktiyle iki kere iman edip küfre dönmüş ve Rasûlüllah tarafından fasık ünvanını almış bir mel’unu getirip oraya imam yapmak idi.

İşte Hz. Allah bu ayeti ile durumu ve onların niyetlerini Rasûlüne bildirdi. Ve Peygamberimize, değil imam olup namaz kıldırmak, oraya gitmeyi bile yasakladı. Peygamberimiz de münafıkların o mescidini yıktırdı. Ve haklarında, “Allah şahadet ediyor ki, muhakkak onlar yalancıların tâ kendileridir” diye buyurdu.

İSLÂM’DA İKİNCİ MESCİD: MESCİD-İ NEBEVİ

Peygamberimiz Hicret'te Kuba'dan bir cuma sabahı Ashabı ile Medine'ye doğru hareket etti. Kuba’yla Medine arasındaki Beni Saide'nin köyüne gelince Hz. Allah Cuma ayetlerini inzal buyurdu. Peygamberimiz orada Ashabıyla beraber ilk Cuma namazını kıldı. Ki, halen oradaki mescidin adı da Mescid-i Cuma'dır ve Medine'ye gidenlerce hürmet edilip halen ziyaret edilmektedir. Sonra Peygamberimiz oradan Medine'ye doğru yola çıktılar. Bütün Medine ayakta idi. Rasûlüllah'ı bekliyor ve Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye gelince herkes evinin kapısını açmış, "Buyur ya Rasûlellah!" diyerek onu evine davet ediyordu. Peygamberimiz ise kimin evine gitse ötekinin üzüleceğini-kırılacağını biliyordu. Bunun için yetkiyi altındaki deveye bırakmıştı ve Kusva namındaki deve nereye çöker ise, misafir kalacağımız yer orası olacak buyurmuştu. Cennetlik olduğu rivayet edilen bu mübarek deve o gün çok keyifli idi. Sağa sola başını sallayarak herkesi selamlıyor ve yoluna devam ediyordu.

Nihayet geldi, Selh ve Süheyl ismindeki iki yetimin arsasına bir çöktü ama hemen kalktı. Peygamberimiz inşaallah mescidimiz, yerimiz burası olacak buyurdu ve az ilerdeki Hz. Halid'in (Ebu Eyyüb el-Ensari) evi önüne gelince Kusva Rasûlüllah'ı indirmek üzere yere çöktü ve Rasûlüllah mescidi ve yanındaki evini yapıncaya kadar 6 ay bu evde misafir kaldı. Kusva'nın ilk çöktüğü ve kalktığı Sehl ve Süheyl kardeşlerin arsalarının iki kat parasını Peygamberimiz o yetimlere verdi, orayı satın aldı, kerpiç keserek orayı Mescit haline getirdi.

Hatta Peygamberimiz Mescid-i Nebevi'nin inşasında bilfiil hem kerpiç keserek, hem de mübarek omuzlarında kerpiç taşıyarak çalıştılar.
Rivayete göre herkes bir kerpiç taşırken, Peygamberimiz her iki omuzuna birer kerpiç alıyor ve iki kerpici beraber taşıyordu. Bunu gören Ashap dayanamamış, "Bırak ya Rasûlellah biz taşıyalım" demişler…

Peygamberimiz, "Ben sevaba sizden daha az muhtaç değilim" buyurarak onların teklifini reddetmiş, bu defa Ashap, "Öyle ise siz de bir kerpiç taşıyın ya Rasulellah" diye rica edince buyurmuş ki:
Şu omzumla taşıdığım kerpiç, benim için şu omzumla taşıdığım kerpiç ise ümmetim içindir” diyerek o mübarek mescidin inşasına biz ümmetlerini de ortak etmiştir.

MESCİTLERİN İMARI İKİ KISIMDIR

1. Binasını yapmak veya mescitlerin eksiklerini tamamlayıp tamir etmek. Ki buna mescidin her türlü tamiri, temizliği, tenvirat ve tefrişatı girer. Şüphesiz ki bu gibi gerek görülen, ihtiyaç duyulan tamirler çok mühim ve şereflidir. Dinimizce de, şear-i İslâm’a hürmet-saygı ve imanın şubelerinden sayılacak kadar şereflidir. Nitekim Peygamberimiz, “Kim Allah için bir mescit inşa eder ise, Allah da cennette ona bir ev, bir köşk yapar” buyurmuşlardır. Böylesi mukaddes yerlere devam eden müminler hakkında ise, “Herhangi bir kişinin mescide devam ettiğini görürseniz, onun imanına şahadet ediniz” buyurmuşlardır. Şu halde mescitlerimize gelmeyen-girmeyen, bizimle namaz kılıp alnını secdeye koyduğuna şahit olmadığınız kimselerin, mümin ve Müslüman olduğuna şehadet edemeyiz.

Nitekim son devir dersiamlarından Nakşi yolu Silsiletü’l-Müceddidinin kolunun son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, bunu çok veciz bir şekilde şöyle ifade etmişlerdir: "Biz namaz kılmayanlara kâfir demeyiz. Amma kâfirler de namaz kılmaz deriz..."

Ya mescitleri aydınlatanlara neler var? Bunlar hakkında ne buyurdu Rasûlümüz (s.a.v.):

Kim bir mescide bir kandil, bir ampul takarak aydınlatırsa, o ışık o mescitte devam ettikçe, melekler ile Arş’ı yüklenen Hamele-i Arş ona tevbe ve istiğfara devam ederler...”

2. Mescitlerin ikinci kısım tamiri ise, onların içini ihlâslı din âlimleri ve ibadetlerle ihya ederek olur. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

Allah'ın mescitlerinde onun isminin anılmasını yasaklayandan ve onların yıkılıp yok olmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? Böyleleri o mescitlere ancak korka korka girerler. Onlar için dünyada aşağılanma vardır. Ahirette ise en büyük azap onlar içindir.” (el-Bakara, 2/114)

Rasûlüllah Efendimiz de şöyle buyuruyor:

“Dünyada garipler dörttür:

1. Zalimin içindeki (hafızasındaki) Kur’an-ı Kerim...

2. Bir kavmin, içinde namaz kılmadıkları (boş bıraktıkları) mescit

3. Bir evde bulunan amma açılıp okunmayan Mushaf-ı Şerif

4. Kötü insanlar arasında kalmış iyi kimse...” (Ramuzu’l-Ehâdîs, s. 225)

Yine buyurmuşlardır ki: “Ahir zamanda ümmetimden öyle topluluklar zuhur edecek ki, onlar, mescitlerini çok güzel yapacak ve çok süsleyecekler. Kalplerini ise (fisk u fucurla-her türlü günah ile) harap edecekler. Onlardan herhangi biri elbisesine bile gösterdiği itinayı, yüce dinine göstermeyecek. Dünya işleri iyi olduktan sonra, dini ne olursa olsun, aldırmayacak. Onu ilgilendirmeyecek.” (Ramuzu’l-Ehadis, Harfu Sin)

Bir diğer hadislerinde ise Peygamberimiz bize bunları şöyle anlatıyor:

İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, bir mescitte bin veya daha çok insan namaz kılacak, fakat içlerinde hakiki manada bir tek mümin bile bulunmayacak.” (Ramuzu’l-Ehadis, Harfu Sin)
***

Haremeyn-i Şerifeyn’e hürmetten sonra, her zaman ve her yerde hürmet ile mükellef olduğumuz İslâm’ca mukaddes olan diğer şeair nelerdir? Dilerseniz şimdi de onları ele alalım.

1. KUR’AN-I KERİM’E HÜRMET

Muhakkak ki o (peygambere inzal olup size okunan kitap) elbette çok şerefli bir Kur'an’dır. Öyle ki, o korunmuş bir kitapta (Mushaf’ta, Allah katında Levh-i Mahfuz'da yazılı-saklı)dır. Ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası el sürmesin, o âlemlerin Rabb’inden indirilmedir. Şimdi siz, bu ilahi kelâma mı yağ (leke) süreceksiniz (hor görüyorsunuz)? Ve (Kur'an'dan nasibinizi) rızkınıza şükretmeyi inkâra mı kalkışacaksınız?” (el-Vâkıa, 56/77-82)

Yezid bin Hayyan Zeyb bin Erkam'dan rivayet rivayet olunan bir hadis-i şerifte Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bizleri şöyle ikaz buyurmuşlardır:

Dikkat edin ey insanlar! Yakında Rabbımın ölüm meleği bana gelebilir ve ben de ona icabet edip ahirete gidebilirim. Böyle bir durumda size iki mühim vekil bırakıyorum.
Birincisi Allah'ın kitabı Hz. Kur'an'dır ki, onda Allah'ın size hidayeti ve nuru vardır. Onu baş tacı ediniz ve ona sımsıkı sarılınız.
İkincisi ise, benim Ehl-i Beytim'dir (onlara sahip çıkınız, hürmet ediniz), bunları Allah için size hatırlatıyorum
.” (Riyazu’s-Salihin, Hadis No. 345'den)


Allah'ın ve Resûlü’nün emrine imtisal ederek Kur'an-ı Kerim'e hürmet edip onu baş tacı yapanlar, dünya ve ahiret saltanatına nail oldular… En yakın örneği, Osmanlı Devleti’nin kurucusu mübarek ciddimiz Osman Gazi gibi.
Malumunuz olduğu üzere bu zat, Şeyh Edebali Hazretleri'nin evinde bir akşam misafir oluyor. Şehy Edebali Hazretleri ona Allah'ın kitabı Kur'an'ın fazilet ve meziyetinden bahsediyor. Sonra da Kur'an-ı Kerim'in bir kılıf içinde asılı bulunduğu odada yatak serdirip, yatması için onu o odaya gönderiyor. Gazi Osman Bey orada asılı Kur'an-ı Kerim’i görünce, sabaha kadar el pençe, divan duruyor. Şeyh Edebali Hazretleri ise, sabaha kadar ibadet ettikten sonra, bir ara rüya görüyor. Rüyasında sırtından çıkan bir ağacın büyüye-büyüye, dallarının bütün dünyayı kaplar haline geldiğini müşahede edip, heyecanla uyanıyor. Sabah namazı için, Gazi Osman Beyi uyandırmaya gidince, onun sabaha kadar yatmadığını, yatağının hiç bozulmamış olduğunu ve Kur'an-ı Kerim'e karşı el pençe divan durduğunu, dehşet ile görüyor. İşte o zaman gece gördüğü rüyanın manasını anlıyor ve onu kızı Mal Hatun ile evlendiriyor. İşte bu evlilikten, dünyaya 600 sene hükmeden Osmanoğulları meydana geliyor. (Bkz. İslâm ve Osmanlı tarihleri)

Osmanlılar ve diğer bütün ecdadımız dünyada en şanlı dönemlerini Allah'a, Kitabullah'a ve Rasûlüllah'a bağlı ve saygılı oldukları dönemlerinde yaşamadılar mı?

İmam-ı Rabbani Hazretleri mektuplarından birini kaleme aldıkları bir gün, Kur'an-ı Kerim'den bir ayet yazıyordu; ama bir ara kaleminin ucuna bir türlü mürekkep gelmemişti. Kalemini tırnağına basarak boyanın gelmesini sağlamış ve bu arada da tırnağına bir nokta kadar boya intikal etmişti. Sonra abdest tazelemek maksadıyla ihtiyaç gidermek için tuvalete girmiş, ama tuvalete girmesi ile çıkması bir olmuştu. Talebeleri merakla kendilerine, neden böyle yaptıklarını sorunca İmam-ı Rabbani Hazretleri, yazdığı ayetin devamı olarak tırnağına basmış olduğu noktayı hatırladığını ve elinde Kur’an’dan bir noktayla tuvalete girmenin o Kitab’a saygısızlık olacağını düşündüğü için tuvaletten derhal dışarıya fırladığını, söylemişti. (Bkz. Berekât, Muhammed Haşim-i Keşmi)

Öyle bir tazim-tekrim-saygı örneği ki, Kur'ân'ın bir noktasına bile hürmet…

2. KIBLE’YE-KÂBE'YE HÜRMET

Kıble’ye-Kâbe’ye hürmetle alakalı Allah dostlarının hayatlarından bazı örnekler…

Silsile-i sâdât-ı Nakşibendiye’nin 5. halkasını teşkil eden büyük veli Beyazıd-ı Bestami (k.s.) Hazretleri anlatıyor:

“Bir gece mescitte ibadet ederken, çok yorulmuştum. Sabaha doğru, ayağımı kıbleye doğru uzatmış ve uykuya dalmışım. ‘Ey Beyazıt! Padişahlar huzurunda böyle mi oturulur?’ diye bir azar işiterek kendime geldim ve hayatım boyunca bir daha ayağımı Kıble’ye uzatmak küstahlığını göstermedim.”

Keza Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiye-i Müceddidin kolunun 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretlerine, müntesiplerinden biri gelerek, hacdan dönen babasının zât-ı âlilerini görmeyi çok arzu ettiğini… Fakat hayli rahatsız olduğu için gelemediğini söylüyor. Mazeretine binaen, mümkünse, sizin onu ziyarete gelmenizi arz ve talep ediyor, diyor. O da, müntesibinin bu ricasını kırmayarak son derece hasta olan babasını ziyarete gidiyor. Süleyman Efendi Hazretlerinin, hastanın ziyaretine girmesi ile dışarıya çıkması bir oluyor. Hastanın oğlu hemen peşlerinden koşup heyecanla, "Ne var Üstazım?" diye sorunca, Süleyman Efendi Hazretleri, "Babanız hacdan gelirken bir miktar Kâbe örtüsü de alıp gelmiş, ama o örtüye gerekli hürmet ve ihtimamı göstermemiş. Kâbe örtüsü, diğer eşyalar arasında sanki bir hırka parçası gibi, ezilmiş, büzülmüş. Onun için oğlum, baban cezalanmış ve babanın kurtuluşu mümkün değil!" buyurmuş ve hakikaten de biraz sonra, o kişi ölmüş. Hacılarımızın dikkatine!..

Kâbe’ye-Kıble’ye hürmet etmesini bilen ecdadımız; değil Kıble’ye ve Kâbe’ye ayak uzatıp oturmak, Kıble’ye ve Kâbe’ye hürmeten, -kapalı ve maksadının dışında bir başka şey için kullanılmayan- tuvalette dahi ön ve arkalarını Kıble’ye-Kâbe’ye çevirmemişler ve hayatları boyunca, Kıble ve Kâbe tarafına tükürmemişlerdir bile...

3. EZANA HÜRMET

Bilindiği gibi vakitler, Cenab-ı Hakk’ın ilahi birer nimeti olan namazlar için zahirî bir sebep ve namazı kullarına farz kıldığının bir alâmeti olduğu gibi, ezan da vaktin alâmetidir.

Ezan’ın lûgavi manası/sözlük anlamı “bildirmek”tir. Yani ezan i’lâmdır, bildirmedir. Gerçi aslında vakit de bir i’lâmdır, fakat seçkinlere... Ezan ise herkese i’lâmdır; avam-havas, ehassu’l-havas… O bakımdan Müslümana yakışan, vakit ile kendine gelmektir. Vakit ile kendine gelemeyeni ise ezan uyarır.

Fıkıh lisanında ezan, “Hususi bir şekilde yapılan bildirim”in adıdır. Ezan okuyana müezzin denir.

Diğer şeâire olduğu gibi ezana da hürmet etmek gerekir. Bizzat Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) ezana hürmet ederek Müslümanlara örnek olmuştur… Keza ezanın hikmet ve faydasına da işaret ederek, müezzini Bilâl'e ezan okuyacağı zaman, “Ey Bilâl! Ezanla bizi rahatlat” buyurmuşlardır.

EZANIN MEŞRUİYETİ

İmam Cüveyni İmam Dahhak'dan naklediyor: Hz. Ömer dahil Ashap'tan tam 20 kişi aynı gecede, aynı rüyayı görüyorlar. Ki bu da rüyalarında görmüş oldukları bir melekdir. Bu melek mescidin damına çıkmış, aynı bugünki okunan ezanı okuyor. Hz. Ömer ile beraber bu 20 kişi sabahleyin birbirinden habersiz, hepsi Huzur-i Rasûlüllah'a koşup, teker teker rüyalarını anlatınca, Peygamberimiz, "Bu ezanı Bilâl'a öğretin onun sesi daha gürdür, namaz zamanı gelince aynı ezanı okusun", buyuruyor. Bilâl mescidin damına çıkıp, Allahü Ekber, Allahü Ekber… diye o lâhûti (İlâhi-Rabbâni) sesi ile ezan okumaya başlayınca, Medine müthiş bir çatırtı sesi ile sarsılıyor ve herkes bunu duyup irkiliyor.

Peygamberimiz, "Nedir bu ses biliyor musunuz?" deyince Ashap, "Hayır ya Rasûlellah!" diyorlar. Peygamberimiz, "Hz. Allah bütün gök kapılarına emir verdi; ferş’ten (yeryüzünden) Arş’a kadar bütün gök kapıları çatırdayarak, Bilâl'ın ezanına açıldılar. İşte bu ses o sestir" buyurdu. Hz. Ebu Bekir, "Ya Rasûlellah! Ezandaki bu keramet, sadece Bilâl'in ezanına mıdır?" diye sordu. Peygamberimiz, "Hayır! Allah için ezan okuyan müezzinlerin ezanınadır ve muhakkak ki, Allah için ezan okuyan müezzinlerin ruhları, şehitlerin ruhları ile beraber haşr olacaktır" buyurdu. İşte bundan sonradır ki Hz. Ali, “Rasûlüllah Efendimiz tarafından müezzinlik görevinin oğullarım Hasan ve Hüseyin’e tevdi' edilmesini çok arzu ettim" diyor. (Tenbihu’l-Gafilin Tercümesi, C. 1, S. 330)

Rasûlüllah Efendimizin irtihalinden sonra değil Medine'de ezan okumak, Medine'de bulunmaya ve yaşamaya bile tahammül edemeyen Bilâl-ı Habeşi, ilerlemiş yaşına rağmen orduya katılıp, Tarsus’lara kadar geliyor… Nitekim Tarsus'ta makamı bulunuyor. Tarsus'tayken bir gece rüyasında Rasûlüllah'ı görüyor.., Peygamberimiz ona, "Bizi özlemedin mi ya Bilâl?" diye buyuruyor. Hz. Bilâl komutanına rüyasını anlatıyor, ondan izin alıp iki gözü iki çeşme ağlaya-sızlaya Medine'nin yoluna düşüyor. Günler sonra aç- susuz, yorgun-perişan, Medine'ye varıp Ravza-i Mutahhare'ye kapanıyor. Onu Ravza'da görenler bir ezan okuması için, kendisine çok yalvarıyorlar ama Bilâl, "Tahammül edemem, Rasûlüllah'ın olmadığı bir Medine'de ezan okuyamam" diye reddediyor. Bütün ısrarlara karşı ezan okumayacağını anlayan Ashap, Hz. Hasan'la Hz. Hüseyin'e gidiyorlar ve onları Hz. Bilâl'in yanına getiriyorlar. Hz. Bilâl hasret ve hürmet ile onların yüzlerini, gözlerini öpüyor. Onların biri, Hz. Bilâl’in bir elini, diğeri de öteki elini tutuyor ve "Dedemiz hakkı için, ne olur bize bir ezan daha oku!" diye yalvarıyorlar. Rasûlüllah'ın iki gözünün nuru Hz. Hasan ve Hüseyin'in bu arzularını kıramayan Hz. Bilâl, yavaş yavaş eskiden ezan okuduğu mescidin damına çıkıyor ve, Allahü Ekber, Allahü Ekber… diye gözyaşları içinde ezana başlıyor. Ne zaman ki, “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlüllah” kısmına geliyor ve bunu bir kere söyleyince bayılıp düşüyor. Bütün Medine halkı altı ay sonra tekrar onun ezanını duymakla evlerinin kapılarını, pencerelerini Bilâl'ın ezanı evlerimize dolsun diye açıyorlar… Kendileri de, Bilâl ezan okuyunca Rasûlüllah da dirilmiş zannederek, mescide koşuyorlar ama Mescit'te Rasûlüllah ile değil, Hz. Bilâl'in bayılıp, cansız yere serilmiş cesedi ile karşılaşıyor ve Rasûlüllah'ın vefat ettiği ilk gün gibi bir gün daha yaşayıp, ağlaşıyorlar. (Bkz. Eyüp Sabri Paşa, Miratü’l-Haremeyn)

EZAN-I MUHAMMEDİ İLE İLGİLİ BAZI ŞİİRLER

Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya diyor ki:

Uyan da o güzel nida'ya aç odanı
Açıp güzelliği en güzel çağında tanı
Vakit seher vakti, ezan sabah ezanı
Uyan ey arif, uyar uyuklayanı
Ki yer ile gök şimdi, ezanlar vatanı
Vakit seher vakti, ezan sabah ezanı


Milli şairimiz Mehmet Akif de diyor ki:

Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli
Ebediyen yurdumun üstünde benim inlemeli


4. İLİM-İRFAN VE YAŞÇA BÜYÜKLERE HÜRMET

Hz. Cabir (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) şöyle naklediyor:

Uhut Harbi'nde şehitlerimiz çok olunca bir kabir açıp içine iki kişi defn ediyorduk. Bu 2 kişiden hangisini alta, hangisini üste koyalım diye Peygamberimize sorduk. Peygamberimizde bize, “Bu ikisinden hangisi, Kur'an-ı Kerimi daha çok ve daha iyi biliyor idi ise, evvela onu koyunuz. Biz de hangisini gösterir isek, evvela lahde (kabre) onu yerleştirin” buyuruyordu. (Riyazu’s-Salihin, Hadis No: 351)

Ve yine buyuruyorlardı ki: “Şu hal, Allah'ı tâzim etmektendir ki; yaşlı bir Müslümana hürmet gösteresin... Bir de hafız-ı Kur'an'a ki, onun içindeki ahkâm ile amel ediyor ise… Bir de adalet sahibi Sultana hürmet ve ikram gerek.” (Riyazu’s-Salihin, Hadis No: 353)

Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin şerefini tanıyıp hürmet etmeyen, bizden değildir.” (Riyazu’s-Salihin, Hadis No: 354)

Hz. Enes (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) rivayet ediyor. Buyurmuş ki Peygamberimiz, “Herhangi bir genç yoktur ki, yaşından dolayı bir ihtiyara hizmet ve hürmet etsin de, Allah, ihtiyarladığında ona hizmet edecek birini görevlendirmesin.” (Riyazu’s-Salihin, Hadis No: 358)

Menâkıb-ı Cihâr-ı Yâr-ı Güzîn'de geçen bir menkabeye göre, Hz. Ali bir sabah namazı için mescide geliyordu, biraz da geç kalmıştı acele ediyordu… Ama yolda önüne bir ihtiyar çıkmıştı, alacakaranlıkta tanımadığı bu ihtiyarın önüne geçmekten hayâ etti. İhtiyar ise oldukça yavaş yürüyordu. Mescidin kapısına kadar geldiler, meğer ihtiyar Müslüman değilmiş, mescide girmeyip geçip gidiyor. Hz. Ali derhal mescide daldı. Rasûlüllah (s.a.v.) birinci rek’atın rükûunda idi. Hemen Rasûlüllah'a uydu ve rükuya eğildi. Namazdan sonra Peygamberimiz, "Ya Ali! Neden geç kaldın? Cibrîl (a.s.) gelip kanadını sırtıma koydu ve sen mescide girip, rüku edinceye kadar kanadını sırtımdan kaldırmadı" buyurdu. Hz. Ali durumu anlatınca Rasûlüllah (s.a.v.) memnun olup tebessüm etti.

Nitekim Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) Hazretleri de sık sık buyururdu ki: “Hizmet eden, hizmetinin karşılığını mutlaka hizmet ile görecektir.”
***

GÜNÜMÜZDE MUKADDESATIN BAŞINA GELENLER VE BİZİM HALİMİZ

Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), bir hadislerinde günümüz Müslümanlarından bahsederken, acaba neden camiler süslü ama kalpler harap… Elbiselerine verdikleri değeri dinlerine vermeyecekler… Ve yine acaba neden, günümüzden bahsederken, bir camide bin veya bin'den fazla kişi namaz kılacak, amma içinde bir tek hakiki mümin bulunmayacak, buyuruyor.

Günümüzü ve günümüz Müslümanlarının halini şöyle bir düşünelim...

Bir zamanlar, camiler depo yapıldı veya yıkılıp yerlerine başka binalar inşa edildi. Kimseden ses çıktı mı?

Keza, ezanlar-Kur'an'lar asli mahiyetinden çıkarıldı, toplumdan “tıs” çıktı mı?

Ve yine gün oldu camileri kışla, hatta atlara ahır olarak bile kullandılar, yine kimseden en küçük bir ses-nefes duyuldu mu?

Bütün bu soruların cevabı, maalesef ki hayır!

Bu memleketin, manevi tapusu olan camilerin bir kısmının minarelerini yıktılar, bir kısmını gayr-i müslimlere kiraya verdiler veya sattılar… Hatta Sirkeci garındaki camiyi gayr-i müslimlere kiraladılar, onlar da İstanbul'un en merkezi yerindeki bu camiyi, Müslümanlara hakaret için, senelerce caz-saz-bar salonu olarak kullandılar... Yıllar yılı kimseden bu şeni duruma itiraz mahiyetinde maalesef bir ses çıkmadı! Nihayet bir gün o güzel mescidin çilesi dolmuş olacak ki, birileri el attı da tekrar cami olarak –aslına uygun şekilde- inşa ettirdi.

Daha daha neler neler...

Bu müminler(!)den oy alan bazı siyasiler, "Avrupa'ya gittim, bacalar gördüm. Türkiye'ye döndüm minareler gördüm, işte geri kalışımızın asıl sebebi" diye nutuk atarlar ve Müslümanlar tarafından alkışlanır, omuzlara alınıp taşınırlar, hatta iktidar yapılırlar. Diğer bazıları ise, "Bu memlekette 3 tane fabrika bacası tüttürmekten, bir Kur'an Kursu kapatmak bu memleket için daha büyük iyiliktir" der ve o sözde Müslümanlar tarafından alkışlanırsa… Ve yine bin sene Kur'an’a sarılarak, ona sırtını dayayarak, Allah'ın lûtfuna, Rasûlü’nün himmetine güvenerek dünyaya hükmeden bu necip milletin evladına, 12 yaşına kadar Kur'an Kursu’na gidip Kur’an okumayı yasaklayanlara, bu Müslüman geçinenlerden kimse bir şey demezse... İncil, Tevrat kursları, bale dersleri, serbest bırakılırken, sadece Allah'ın Kitabı’nı okuma yasağı getirilir, kimseden ses çıkmazsa… Maaşlarına yapılan zammı az bulup sokağa dökülür, fakat nesil ve din elden giderken kimse bir şey demez ise… İşte böylelerinin doldurduğu camilerdeki insanların kalıpları Müslüman ama, kalpleri fasık olan kimselere de Hz. Muhammed (s.a.v.) hakiki Müslüman demiyor. Çünkü bugün öyle bir devirde yaşıyoruz ki; Müslümanın midesine karışma, giyimine-kuşamına dokunma, hatta tavuğuna kışt, köpeğine hoşt deme de, dinine-mukaddesatına sen ne yaparsan yap, ister söv ister say...

İşte Allah'ın Rasûlü’nün yukarıdaki hadislerinde geçen, ismi Müslüman cismi fasık olanlar, herhalde bunlar olsa gerek...
***

Dilerseniz mevzuumuzu Tâbiin’in büyüklerinden Hasan-ı Basri Hazretlerine ait bir menkıbeyle noktalayalım…

Büyük velilerinden olan ve 30 kadar Sahabe'ye yetişip onların İslâm’ı anlayışlarını ve yaşayışlarını görüp, onlardan feyz alan bu mübarek zata soruyorlar, diyorlar ki:

"Sen ashab-ı kiram'dan 30 kişiye yetiştin, onlar nasıl Müslümanlardı, biz nasıl Müslümanız? Bir mukayese yapar mısınız?"

Hasan-ı Basri Hazretleri cevaben buyuruyor ki:

"Vallahi sizler onları görse idiniz, bunlar meczup (kendilerini ilahi cereyana kaptırmış) kimseler derdiniz. Eğer onlar sizleri görse idi; bunlar hayatta-yaşıyor ve mümin demezler idi. Belki sizi görünce, cenaze görmüş gibi olurlar ve, 'Biz Allah için varız ve biz sonunda (öldükten sonra da) muhakkak ona döneceğiz” (el-Bakara, 2/156) mealindeki ayeti okurlar ve sizleri ölmüşlerden sayarlardı.