“Şer’î yani İslâmî hükümlerin isbâtında Kitap (Kur’ân-ı Kerim) ve sünnet[1] muteber olduğu gibi, müctehidlerin kıyâsı[2] ve ümmetin icmâı[3] da geçerlidir. Bu anlatılan dört delilden başkası ile aslâ ahkâm isbat edilemez. Ne ilham[4]haramı ve helâli isbât edebilir, ne de bâtın erbâbının keşf[5]i farzı ve sünneti anlatabilir.

“Velâyet-i hâssa[6] erbâbı bile, müctehidlere uymakta, avam mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham, başkaları üzerine bu hususta onlara bir meziyet getiremeyeceği gibi, onları tebaiyyet bağından (yani müctehidlere uymak zarûret ve lüzûmundan) da kurtaramaz. Zünnûn, Bestâmî, Cüneyd, Şiblî (k. esrârahüm) müctehidleri taklitte, avam mü’minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Hâlid vd. ile müsâvidirler.

“Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede[7] ehlidir; aynı zamanda, tecellî[8] ve zuhûrât[9] erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a’zâd olmuşlardır.... Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün[10] dışındadır.

“İlham onlara mahsustur, kelâm onlarla beraberdir. O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan vâsıtasız olarak alırlar. Bir müctehid, kendi görüş ve ictihâdına nasıl tâbi ise, bunlar da ma’rifette ve vecdlerde (Hak’tan gelen ilim, keşif ve tecellîlerde) kendi ilhamlarına ve firâsetlerine tâbi olmaktadırlar....

Zâhirî âlimler, dünya işlerindeki gaybe dâir haberleri peygamberelere (aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmât) tahsis ederler, onlara mahsustur derler. Bu haberlere-bilgilere, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki böyle bir mânâ, verâset hükmüne aykırıdır... Dîn-i metînle alâkası olan pek çok ilim ve sahih ma’rifetleri de kaldırıp atmaktır. [Binâenaleyh Peygamber’in (s.a.v.) zâhir ve bâtınına tam ve kâmil mânâda vâris olan âlimler, ârifler ve evliyâullahın dahi bu bilgilerden verâset yoluyla nasipleri vardır, onlardan haberdârdırlar.]

“Evet, şer’î hükümler edille-i erbaa’ya yani Kitap, sünnet, kıyas ve icma’dan ibaret olan dört ana delile bağlıdır; onlarda ilhâmın yeri yoktur. Lâkin şer’î hükümlerin (zâhirinin) ötesinde de pek çok dinî işler (bâtınî hükümler) vardır ve buradaki beşinci asıl (Rasûlüllah Efendimizin vârisi olan hakikat âlimlerine ait) ilhamdır.... Âlemin inkırâzına (tamamen yok olup bitmesine yani kıyamete) kadar da bu asıl kalacaktır.

... “İlhâm, dinin gizli kalan kemâlâtını (mükemmeliyetini, tam ve kusursuz oluşunu) ortaya koymaktadır. Yoksa dinde fazladan bir kemâlât isbat etmemektedir.

... “İlham öyle sırları, incelikleri meydana çıkarır ki, pek çok kimsenin anlayışı, onları idrâk edemez, kavrayamaz. İctihad ile ilham arasında açık bir fark olsa da vaziyet budur.”[11]

 

DİPNOTLAR

[1] Sünnet, Peygamber Efendimizin sözleri, davranış ve takrirleri yani tasvipleridir.

[2] Kıyâs, bilinen iki şeyden birinin nassla yani âyet veya hadisle sâbit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı müctehidin, diğerinde de ictihad ile ortaya koymasıdır.

[3] İcma‘, Peygamberimiz’in vefâtından sonra, herhangi bir asırda İslâm müctehidlerinin, amelî bir meselenin hükmü üzerinde ittifak etmeleridir.

[4] İlham, bildirmek, haber vermektir. Akâid ilminde, belli bilgi vâsıtalarına başvurmadan insanın kalbine Allah tarafından indirilen mânâ diye târif edilir. Ehl-i Sünnet inancına göre ilham, bilgi edinme yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Tasavvuf lisânında ise ilham, feyz yoluyla kalbe gelen mânâ; kalbte meydana gelen, delilsiz olarak anlaşılan ve insanı amel etmeye götüren ilimdir. İlhamın kaynağı ya Allah Teâlâ veya melektir.

[5] Keşf; gizli bir şeyi bulma, açığa çıkarma, sezme, tahmin etme mânâlarına gelir. Tasavvufta ise kalb gözüyle görmek, Allah tarafından gelen ilhamla idrâk etmek, his ve akılla idrâk edilemeyen şeyleri gönül gözüyle görüp kavramak, müşâhede etmektir. Bir sırrın veya hâlin Allah tarafından kulun kalbine açılması veya gösterilmesi sonucu ortaya çıkan bu ilme, keşif veya mükâşefe denir.

[6] Velâyet-i hâssa; çok husûsi bir velâyet, tâbir câizse çok özel bir dostluk. Bu mânâda sadece Allah Teâlâ’nın mustafâ-müctebâ (süzülmüş ve seçkin) kulları onun velîleri, dostlarıdır. Bunların en açık ve belirleyici iki vasıfları vardır: İlhâma mazhar olurlar ve kerâmet sahibidirler.

[7] Müşâhede lûgatte; görme, perdenin açılması ve seyr etme gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hakk’ın gönüllerde hâzır olmasıdır. Kısaca, mânâ âleminde görülen ve bu âlemle ilgisi bulunan ulvî ve rûhî hallere müşâhede denilir.

[8] Tecellî; âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek demektir. Tasvvufta, görünmeyenin kalplerde görünür hâle gelmesidir. Her İlâhî ismin, tecellî ettiği yere ve yöne göre çeşit çeşit şekilleri vardır.

[9] Zuhûrât, açığa çıkma, meydana gelme mânâlarında kullanılan zuhûr kelimesinin cem‘isidir. Tasavvufta zuhûrat, müşâhede yoluyla maddeden mücerred olarak görülüp seyr edilen Hakk’ın nûrlarıdır.

[10] Âfak, ufuk kelimesinin cem‘îsidir, ufuklar demek. Maddî âlem, dünya, yani insanı kuşatan dış âlem mânâsında kullanılır. Mânâ ve gönül âlemine ise, enfüs tâbir edilir. Nitekim Kur’an’da, “İnsanlara, âfâkta ve enfüste (hâriçte ve bedenlerinde, objektif ve sübjektif olarak) âyetleremizi göstereceğiz...” (Fussılet sûresi, 53) buyurulmuştur. Âyet-i kerime, mutasavvıfların âlem-i kebîr ve âlem-i sağîr yani büyük ve küçük âlem dedikleri bu iki âlemi ifade etmektedir.

[11] el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 2, 55.