hocam işte (haşa) onlarda bu potansiyelin bu istidadın olduğunu söylemek küfür olmaz mı yoksa sadece ehli sünnetten mi çıkarır? yani "ben onlarda bu kabiliyet yok biliyordum. bu yazıda var diyor. ben yanlış biliyormuşum tövbe tövbe. varmış bu kabiliyet. adam ayetten delil getirmiş" diyen bir insan dinden çıkmış mıdır? kesin mürted olmuştur denebilir mi
bir de sağlam bir ehlisünnet itikadı kitabını okuyup inandığı halde eğer bir insanın aklına durduk yere sürekli hiç duymadığı değişik sorular geliyorsa (meleklerin kalbi var mı, Allah için şöyle demek caiz mi, mahlukların sayısı sonsuz mu...) gibi, o kişi de bunlara cevap veremiyor aklından atamıyor araştırmaya başlıyor işte sonra da böyle yanlış yazılara denk geliyor..bu kişinin intihar etmesinin hükmü nedir? sürekli farklı vesveseler aklına geliyorsa imanını kaybetmekten korkuyorsa ölümü istemesi caiz olur mu ( gmailime gelenlerden)
*******
Mütevesvis kardeşim;
Öyle anlaşılıyor ki, verdiğimiz cevabı iyi okumamışsın! Dikkatetle oku ve hazmet, üzerinde hassasiyetle düşün, o istikamette davranmaya çaba göster. Kafanda Arapsaçına döndürdüğün bütün bu vesveselerin karşılığı mündemiç o cevabın muhteviyatında... Gerek sarahaten, gerek işareten, gerekse delâleten… Hepsinin başı ve en önemlisi de, şu korkunç illetten, "VES-VE-SE"den kurtulmaya bak... Yoksa perişan olur gidersin!!!
Gönlünde yumak haline getirdiğin, güya kördüğüm ettiğin bu sözde soruların hepsi de, temel İslamî bilgilere ait ilmihal kitaplarının çerçevesini aşmayan meseleler aslında... Ama sen dönüp dolaşıp aynı yere geliyor, orada pinekliyorsun. Çık o sarmalın içinden...
Meleklerin kalbi olsa ne olur, olmasa ne olur? Sana ne bundan! Cenab-ı Hak dilediği gibi yaratamaz mı? Onların fıtratının bizden farklı olduğunu bilmiyor musun? Yemeye içmeye ihtiyaçları olmadığını, nefis taşımadıklarını, dolayısiyle bize benzemediklerini hatırla. Ayrıca bunları bu şekilde düşünmek sana ne fayda sağlıyor? Yoksa bilakis zararı mı oluyor? Bunları da göz önünde bulundur ve ona göre hareket et!
Allah Teala'nın sıfatları-isimleri-fiilleri hakkında düşünebilirsin; fakat Zâtı hakkında düşünemezsin, çünkü şirktir!
Mahlûkatın sayısı meselesi seni ya da kimi ne ilgilendiriyor? Kim sayıp tesbitini yapabilir ki? Onu ancak Yaratan bilir. Kaldı ki sen dâhil hiç kimse bunları bilmekle de mükellef değil! Sen mükellef olmadığın işleri bırak, yükümlü olduklarını bilmeye ve onların gereğini yapmaya bak!
O yazı esas itibariyle yanlış değil. Yanlış olmadığını da anlatmaya çalıştık. Ama kös dinlemişsin! Bunca yetersiz aklınla, zayıf mantığınla, kasır bilginle neyi araştırıyorsun? Temel itikadî esaslara inan ve orada dur! Yalpa yapma! Seni alakadar etmeyen alanlara girme! Bulanık ya da derin sularda kulaç atmaya kalkışma! Sahil-i selamette sabit-kadem olmaya bak. Öyle olduğun sürece imanını niçin kaybedeceksin! Ayrıca hiçbir hâlükârda ölüm istenmez, bu caiz değildir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden hiçbiriniz başına gelen (maddî-manevi) bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şayet ölümü istercesine fevkalâde (olağanüstü) bir darlıkta (sıkıntıda-çıkmazda) kalırsa, o zaman şöyle desin: Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” [Bkz. Tirmizî, Sünen, Kıyâmet 26; Zühd 4]
Binaenaleyh hiçbir durumda intihar etmek caiz değildir, haramdır.
Âlimlerimiz (rahmetullahi aleyhim ecmaîn), bu hadis-i şerife dayanarak, ölümü temenni etmenin mekruh olduğunu beyan etmişlerdir. Ölümü temenni etmek nasıl yasaksa, her ne şekilde olursa olsun, intihar etmek de kesinlikle haramdır. “Her kim bir uçurumdan aşağı atlarsa, Cehennem ateşinde daimi sûrette kendini yüksekten aşağı bırakır. Kim, zehir içer de canına kıyarsa, elinde zehir içer bir halde ebedî olarak Cehennem’de azap olunacaktır. Her kim de, kendini herhangi bir demir parçası (bıçak, silah vs.) ile öldürürse, o da, bıçağı elinde karnına vurarak aynı sûrette Cehennem’de azap olunacaktır.” [Tirmizî, Sünen, Tıbb, 7]
Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.), bir hastalığında amcası Hz. Abbas’ı (r.a.) ziyarete gittiklerinde, amcasının halinden şikâyetçi olduğunu ve ölümü temenni ettiğini görünce; “Ey amcacığım, ölümü temennî etme! Çünkü sen iyilerden isen (yaşarsan), iyiliğin üzerine iyilik artırırsın ki, bu senin için hayırlı olur. Eğer günahkâr isen, o zaman da ölümün geciktirilmekle affedilmeyi istersin, günahlarından tevbe edersin ki, bu da senin için hayırlıdır.” [Buhârî, Sahih, Temennî, 6] buyurdu.
Allah Teala’nın, yersiz ve manasız bir şey yapmayacağına gönülden inanan bir mü’mine düşen, mütevekkil bir edâ ile boyun büküp hiçbir durumda kul ve mahluk olduğunu unutmadan kadere rıza göstermektir. Şeytan’ın ve nefs-i emmârenin vesveselerine kapılmamak… İnançta-amelde-ahlâkta Ehl-i Sünnet çizgisini aşmamaktır.
Velhâsıl, vesveselere kapılıp ya da başa gelen bir sıkıntıya katlanamayıp ölümü istemek, kadere bir nevi itiraz manası taşır. Oysa ömür bir fırsattır, hayatın uzun ve amellerin iyi olması daha hayırlıdır. Hadis-i şerifte, “Ömrü uzun ve ameli güzel olana ne mutlu!” [Tirmizî, Sünen, Zühd, 21, 22] buyrulmuştur.
selamun aleyküm ben okuduğum bir yazıyla ilgili soru sormak istiyorum
Soru: “Meleklerin itiraz etme kabiliyetleri var mıdır?”
Cevap: “Bu mukavele ve mükalemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara(soru sormaya), bir taifenin itirazı da karışmıştır(İşaratü'l-İ'caz, 259) sırrınca itiraz kabiliyeti vardır. Ancak asla itiraz etmezler. Çünkü melekler Allah'a öylesine bağlıdırlar, öylesine muhabbet ederler ve öylesine itaat ederler ve bu itaatten öylesine zevk alırlar ki; asla itiraz ve isyan etmezler."
bu yazıya inanmak kişiyi mürted eder mi? yani itiraz kabiliyetleri vardır ama itiraz etmezler şeklinde inanmak kişiyi kafir eder mi? soru sorma kabiliyeti anlamında böyle inanırsa kişi kafir olur mu, eğer bu yazıyı başkalarına da gönderdiysek küfre sebep olmuş olur muyuz? lütfen yardım edin. Gmaile’e gelenlerden…
*******
Ve aleyküm selam.
Hemen belirtelim; filasıl bu ifade ve ibarenin anlaşılmayacak bir tarafı gözükmüyor. Kanaatimce “İstifsara itiraz karışmıştır” sözüyle, üslûipta ‘itiraza benzerlik’ kastediliyor. Yoksa itiraz’ın bizatihi kendisi değil. O diyalogda zaten böyle bir şey yok, olamaz da… Nitekim ardından da, “İtiraz kabiliyeti var. Ancak asla itiraz etmezler. Çünkü…” diye açıklamada bulunulmuş. Bu ifadelerin itikadî bakımdan ne gibi bir sıkıntısı olabilir ki, buna inanan kişiyi “mürted” ya da “kâfir” yapsın!
Mesele aslında kısaca iki kelimeyle vuzuha kavuşturulabilir:
1- Kuvve, yani potansiyel.
2- Fiiliyat.
Burada sözü edilen potansiyeldir. Bir iş bir oluşum potansiyelden fiiliyata (kabiliyetten eyleme) geçmedikçe herhangi bir muhakemeye-muahazeye (sorguya suale) tabi tutulmaz, tutulamaz. Nitekim mü’min, içinden geçenleri (potansiyeli olmasına rağmen) kavlen dışına vurmadıkça, fiilen-amelen icra etmedikçe mes’ul değildir. Kaldı ki kelimelere dökülüp anlatılan bu mesele, Kur’an-ı Kerim’de aynen anlatılmıyor mu? Meleklerin o istifsarından bahsedilmiyor mu? Yani Rabbimiz (c.c.), sual sormaları için izin verdiği zaman melekler istişâre esnasında, “…Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ dediler. Rabb'in de: ‘Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevap verdi.” [Bakara suresi, 30] Meleklerin bu suallerini -hâşâ- itiraz mânâsında, Allah Teala’yı tenkit tarzında düşünüp değerlendiremeyiz. Çünkü meleklerin yaratılış itibariyle zaten Cenab-ı Hakk'ın fiillerine itiraz etme kabiliyet ve istidatları yoktur. Onlar mâsum varlıklardır. Günah işlemezler ve işleyemezler de... Binaenaleyh, böyle bir itirazda bulunmaya mâsumiyetleri mânidir.
O halde, meleklerin sual sormalarının hikmeti nedir, denilecek olursa…
Meleklerin evvelden şahid oldukları, bildikleri bir şeyler vardı malum... Nitekim daha önce yeryüzünde yaşayan cinler, dünyayı fesada vermişler, orada kan dökmüşler, zulüm yapmışlardı. Melekler bunları biliyorlardı. İnsanların da Allah’a isyan edeceklerinden, yeryüzünde onlar gibi fesat çıkaracaklarından korktular ve bu endişelerini ifade sadedinde böyle bir sual sordular. Bu bilgiye ise melekler, ya Allah Teala’nın bildirmesiyle vâkıf olmuşlar veya Levh-i Mahfûz’a bakıp oradan öğrenmişler yahut da insana gadabî ve şehevî kuvvetlerin (potansiyelin) verileceğinden anlamışlardır.
Meleklerin, insanın kan dökeceğini, fesat çıkaracağını bilmeleri, cin topluluğu hakkındaki bilgilerine, bu husustaki tahminlerine dayanmaktadır. Yoksa Hz. Adem’den (a.s) önce yaratılmış bir insan topluluğu da yoktur. Cenab-ı Hakk’a itirazdan söz etmekse, abesten öte bir şey olmaz, olamaz.
Kezâ bunun gibi İbrahim aleyhisselâm’ın da Cenab-ı Hakk’la bu husustaki muhaveresi malum.
“Bir zamanlar İbrahim de: ‘Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!’ demişti. Allah: ‘İnanmadın mı ki?’ buyurdu. İbrahim: ‘İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum.’ dedi. Allah buyurdu ki: ‘Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir; iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt. Sonra da onları çağır, koşa-koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah hakikaten azizdir (çok güçlüdür), hüküm ve hikmet sahibidir.” [Bakara suresi, 260]
Görüldüğü gibi ilave bir izaha dahi muhtaç değil ayet-i celilenin meali…
Bütün bunlar meselenin bir yönü…
Bir başka yönü de, canhıraş bir şekilde, âdeta çok lüzumluymuş gibi, “lütfen yardım edin.” diye imdat istemenizdir.
Peki, ben sana sorayım; seni ne ilgilendiriyor ki, böylesi kelâmî-felsefî meseleler..?
Sen, sana lâzım olana bak.
O da nedir?
Şeytan’ın neden yaratıldığı, ne denli kâfir ve ne derece şiddetli ve dehşetli bir düşman olduğu… Buna mukabil meleklerin ise nasıl bir varlık olup mâsum bulunduklarını bilmek ve onlara öylece inanmaktır.
Dinde derine dalmak insanı sıkıntıya sokar, tehlikeli mecralara-uçurumlara sürükler! Onun için ifrat ve tefritlerden uzak, mûtedil bir yol takip etmek gerekir.
Vesselâm…
Selamun aleylüm hocam bir öğrenci şehrinden seferi mesafe uzaktali bir şehirde okurken ev tutsa ve 9 ay orada durup yazın 3 ay ailesinin yanına memlekete gelse ve o yazın geldiği 3 aylık zaman da da 15 günden az bir süre okuduğu şehre gitse seferi mi olur? Böyle bir durumda vatanı aslinin değişmesi gibi bir durum olabilir mi.
2-öğrenci okulumu bitirince işimi okudugum şehirde kurarım mezun olduktan sonra buraya yerleşirim gibi düşüncelerden ise bu durum değişir mi Allah razı olsun hocam
*******
Ve aleyküm selam.
Vatan-ı aslî, bilindiği gibi ancak bir başka vatan-ı aslî ile değişir. Okulu bitirince okuduğun şehirde iş kurup kalmayı düşündüğüne göre, eğer bu düşünceni niyete çevirirsen, artık vatan-ı aslin orası olmuş olur. Fakat tam olarak niyet edip karar vermedikçe, yani bu durum sadece düşüncede kalıp tahakkuk etmedikçe, memleketin (ailenin bulunduğu yer) vatan-ı aslin olmaya devam eder. Dolayısiyle yazın 3 aylığına değil, 3 günlüğüne bile memleketine gelmiş olsan mukim sayılırsın. 15 günden az süreli olarak okuduğun şehre (vatan-ı ikamet) gittiğinde ise, tabii ki sefer hükümlerine tâbi olursun. Malum olduğu üzere öğrencilik, işçilik, askerlik veya memurluk gibi hizmetler sebebiyle sürekli bir şekilde yerleşilmeyen (ikamete karar verilmeyen) beldeler-şehirler, 15 günden fazla kalmaya niyet edilmesiyle "ikâmet vatanı" mahiyetini alır. 15 günden az kalmalarda ise buralar, vatan-ı süknâ hükmündedir.
Not: Ayrıca sizin şahsınızda bütün üye ve okuyucularımıza hatırlatmak isterim; sitede sefer mevzuunda pek çok soru ve cevaplar var. Sizin sorunuz da filasıl bunlardan biri… Dolayısiyle mahiyet itibariyle aynı olan meseleleri tekrar-tekrar sormak yerine, lütfen ‘arama’ penceresine sefer yazıp, karşınıza çıkan yazılara bkz. Böylece benzer meseleleri her seferinde yeniden-yeniden ele alma lüzumsuzluğundan kurtulmuş, zaman israfından kaçınmış oluruz.
Selamün aleyküm, hocam bir sorum olacaktı, lâ havle velâ kuvvete illâ billâhilaliyyilazîm duasının hatmi var mıdır, varsa kaç adet okunması gerekir? Tşk ederim, Allaha emanet olun. Elif Gonca Akgül – Facebook
*******
Ve aleyküm selam.
Kıymetli kardeşim; bir okuyucumuzun daha önce sorduğu birkaç sorudan biri de Havqale yani “Lâ havle velâ quvvete illâ billâhi’l-aliyyil-azıym” ile alakalı idi. Mevzuu bahs cevabî yazının o kısmını aşağıya aynen kopyalıyorum. Bilgi ve ilginize…
“Tarîk-ı Çeştiyye evliyâsından Ferîdüddîn Genc-i Şeker -veya Şekergenç- (k.s. D. 569 / 1174 – V. 664 / 1265) hazretleri, gene Çeştiyye büyüklerinden Hâce Muînüddîn'den (k.s. 531 / 1136 - 634 / 1236) naklediyor, diyor ki: "Her sene gökten yere 320 bin belâ iner (kazâ-kader anlamında). Bunların hepsi de Safer ayının Son Çarşamba'sında vâki olur".
Yani Safer ayının Son Çarşamba’sının gece ve gündüzünde (24 saat içerisinde) semadan yeryüzüne 320 bin bela inmekte... Bu bela ve musibetler, sene içine yayılmaktadır. Bir dahaki safer ayına kadar bu 320 bin beladan birinin isabet etmesinden korunmak için, o günün gece veya gündüzünde tarif edilen namazın kılınması tavsiye olunuyor. Rivayetlerde, bu namazı / namazları kılanların, bir dahaki sene aynı güne kadar kaza ve belalardan korunacağı beyan ediliyor.
Diğer taraftan “Lâ havle velâ quvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azıym” demenin sevabı, faydası, tesiri ise zaten müsellemdir. Sadece bu günlere de mahsus değil, ne zaman insanın başı derde girse, sıkışsa, okuduğunda mutlaka rahatlar... "Havqale"nin yani bu güzel duânın-ilticânın hatim adedi de, 1111'dir. Çok sıkıntılı zamanlarda okunması tavsiye edilmiştir, ihmâl etmemek lâzımdır. Hatim usûlüne uygun şekilde okunursa, mutlaka neticesi görülür.
Bu mevzudaki hadislere geçmezden evvel şunu hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum:
Bu nevi ibadetlerle alakalı başka rivayetler de elbette mevcuttur. Yapabilen için nafile ibadetlerde sınır yoktur. Ancak bize söylenen, tavsiye edilenler, bunun bir nevi hulâsası, özü / özetidir. Normal olarak yapılabilecek olan miktardır. Yapabilene de kâfidir. Reçeteye uymak daima hastanın yararınadır. Tıb alanında ilaç çok olabilir. Ama hasta, kendi doktorunun yazdıklarına riayet ederse, daha doğru daha isabetli davranmış olur.
Havqale, yani “Lâ havle ve lâ quvvete illa bi'l-ilâhî'l-alîyyi'l-azîm (Mânâsı: Günahlardan korunmak için kuvvet de, ibadet ve tâat için güç de, ancak çok âlî / yüce ve pek azıym / çok büyük olan Allah’ın yardım ve lûtfu iledir) cümlesinin faziletine dair bazı hadisler:
1) Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki; “Lâ havle ve lâ quvvete illa billâh” sözünü çok tekrar edin.” [Tirmizî, Sünen, Deavât, 141, Hadis no: 3596]
2) Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) bana, “Sana Cennet hazinelerinden bir hazineyi haber vereyim mi?” buyurdular. “Evet, yâ Rasûlallah!” dedim. ‘Lâ havle ve lâ quvvete illa billâh’ de!” buyurdular.” [Ahmed bin Hanbel, Müsned, Hadis no: 21472, 8/94]
3) Kezâ, “Lâ havle ve lâ quvvete illâ billâh” okumanın 99 derde deva olacağı ve en azından hüzün ve kederi gidereceği bildirilmiştir. Bu husutaki tavsiyelerde, günde 100’den aşağı yapmamak evlâdır; çünkü her gün yüz defa okuyan kimsenin, kat'iyyen fakirlik yüzü görmeyeceği de beyan buyrulmuştur.
4) Mâlikü’l-Eşcaî (r.a.), Rasûlullah’a (s.a.v.) gelerek;
- "Ey Allah'ın Rasûlü! Oğlum Avf müşriklere esir düştü" dedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) de,
- "Ona haber gönder ve benim kendisine ‘Lâ havle velâ quvvete illâ billah" sözlerini çok tekrar etmesini emrettiğimi söyle" buyurdular.
Mâlik (r.a.) bunu oğlu Avf'a (r.a.) iletti. Bunun üzerine Avf bu sözleri devamlı olarak tekrarlamaya başladı. Müşrikler onu deriden yapılmış iplerle bağlamışlardı. "Lâ havle velâ quvvete illâ billah" sözlerini söylemeye devam ettiğinde bu ipler kendiliğinden çözülüverdi. Avf dışarı çıktı ve orada bir devenin durmakta olduğunu gördü. Devenin üzerinde eyeri de vardı. Avf ona bindi ve sonra da civarda bulunan bir deve sürüsünü de önüne katarak evine geldi. Avf kapıda anne-babasına seslendi. Babası,
- "Kâbe'nin Rabb'ine yemin ederim ki bu Avf'ın sesidir" dedi. Avf'ın babası ile hizmetçileri kapıya koştular. Avf dönmüş ve evin önündeki boşluk da develerle dolmuştu.
Avf olup bitenleri babasına anlattı. Babası da koşup bunları Rasûl-i zîşâna (s.a.v.) haber verdi. Rasûlullah (s.a.v.),
- "O develer artık sizindir; istediğiniz gibi kullanabilirsiniz" buyurdular.
Bu hadise üzerine, "Kim Allah'tan korkarsa, (Allah da) onun için (sıkıntıdan kurtulacağı) bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Kim Allah'a tevekkül ederse (ona güvenir ve dayanırsa) Allah ona kâfidir" [Talâk suresi, 2-3] mealindeki âyet-i kerimeler nâzil oldu.” [et-Terğib ve’t-Terhib, 3, 105 (Âdem b. Ebî İyas, Tefsir'inde Muhammed b. İshak'tan rivayet etmiş); İbn Kesîr, Tefsir 4, 380 (İbn Ebi Hâtim de Muhammed b. İshak'tan benzer şekilde rivayet etmiştir)] Bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1204-safer-ayi-hakkinda.html
Selamun aleyküm değerli hocam,
Hocam biz başkasına ait olan araziyi belli bir miktar para karşılığında kiralayarak bu araziye buğday ekliyoruz. Bu tarladan elde ettiğimiz buğdayin zekatini hesaplarken yine "onda bir " diye mi hesaplayacagiz yoksa kira bedelini cikardiktan sonra mi onda bir zekat vericez?
*******
Ve aleyküm selam kıymetli kardeşim;
Eğer arazi ekilmek üzere belli bir ücretle kiralanmışsa, zekâtı yani öşrü kiracı (müste’cir / kiralayan) tarafından ödenir. Eğer arazi, yarıcılık (ortaklık / müzâraa) usûlü ile kiralanmışsa, mal sahibi ve mahsulü eken kişi, hisselerine düşen mahsulün zekâtlarını (öşürlerini) ayrı-ayrı verirler.
Yani, arazî mahsullerinin öşrünü, arazi sahibi değil, ürünün sahibi verir. Bu itibarla mal sahibi hiçbir karşılık beklemeden tarlasını ekilmek üzere başka birisine verirse, çıkan mahsulün zekâtını eken şahıs öder.
N e t i c e :
Arazi belli bir ücret karşılığında ekilip biçilmek maksadıyla kiralanmışsa, elde edilen mahsulün öşrünü İmam-ı Âzam’a (rh.) göre mal sahibi, İmameyn’e (İmam Ebu Yusuf ve İmam muhammed rahımehumallah) göre ise kiralayan verir. Fetva da bu görüşe göredir. Yani öşrü kiralayanın vermesi gerekir. Şayet sulama parayla değilse onda bir, değilse yirmide bir olarak verir.
Masraflara gelince…
Günümüzde sulama, kanallar ve motopomplar vasıtasiyle yapılıyor. Ayrıca bol mahsul almak için sun’î gübreler kullanılıyor ve mahsulü korumak için külfetli ilâçlamalar yapılıyor. Evet, zirâî yatırımın bu çeşit girdileri, hayvan veya âlet ile su çekip sulama külfetinden daha az değildir. Ancak unutmamak lazım; müçtehidlerimiz, sulama dışında kalan külfetlerin-masrafların (kira bedeli dâhil), öşrü yirmide bire indirmeyeceği görüşündedirler.
Bazı fukaha, sulama dışında kalan külfet ve masrafların tutarının mahsulden çıkarılmasını ve geri kalandan -sulama şekline göre- onda veya yirmide bir verilmesini daha uygun bulurken, Hanefîlerin de dâhil bulunduğu diğer bazı âlimler ise buna muhâlefet etmişler, öşrün, bu masraflar düşülmeden hesaplanması gerektiğini söylemişlerdir. [İbn Hümâm, Fethu’l-Kadîr, 2/8 vd.] Mevzu ile ilgili ayrıca bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2020-findik-icin-osur-gerekir-mi.html
http://www.halisece.com/zekat/338-islamda-osur-farz-olmasinin-sartlari-nisabi-ve-zamani.html