Duada avuç içlerini birbirine yapıştırmak caiz olmaz, usûl ve âdaba aykırıdır
Selamunaleyküm muhterem hocam..
Öncelikle size ve sizin gibi islam doğru anlaşılsın için uğraş verenlere sıhhat afiyet ve muvaffakiyetler diliyorum..
Sualimiz daha doğrusu rahatsız olduğumuz bir hususu arzetmek ve dinimizin bu husustaki hükmünü öğrenmek isteriz..
Malumunuzdur ki sosyal (sanal) ortamlarda gitgide çoğalan bir emoji (🙏) "dua ve temenni maksadıyla" yaygın halde kullanılmaktadır..!
Bildiğimiz gibi bu iki elin içini birbirine yapıştırmak hristiyan ve budist dua şeklidir..
Mutedeyyin kesimin dahi kullanmakta bir beis görmediği bu dini (🙏) hareketin, kullanılması halinde oluşacak tehlikeler nelerdir..?
Selam ve hürmetle..
Sağlıcakla kalınız..
*******
Ve aleyküm selam kıymetli kardeşim;
Görüldüğü üzere sorunun içinde cevabını da vermişsiniz zaten... Söz konusu şekil, İslâm’ın dua âdabıyla alakalı el açma tarzına uygun değildir.
Evet, duada eller, hadis-i şerifte belirtildiği gibi bitiştişik tutulur. [Bkz. Buharî, Sahih, c. 11, s. 272, Hadis no: 1772]
Fakat avuç içleri birbirine yapıştırılmaz. Az da olsa aralarında bir yarık / bir açıklık bulunur. Bunun sebebi ise gayrimüslimlere / Hıristiyanlara / Budistlere ve sair bâtıl din mensuplarına benzememek içindir. [Bkz. İbn Âbidîn, Düru’l-Muhtâr, Mısır 1966, 1, 507]
Sadedinde olduğumuz durum fıkıh kitaplarında aynen şu ibareyle açıklanır:
“Ve yekûnü beynehümâ fürcetün (ve in qallet)." Yani iki el ayası/avuç içi arasında bir yarık-aralık bulunur, az da olsa… [Bkz. Hey’et, el-Fetâva’l-Hindiyye, 5, 318; Hâşiyetü't-Tahtâvî alâ Merâkı'l-Felâh, s. 214]
Az da olsa mutlaka bir yarık-aralık bulunmasının sebebi, biraz önce işaret ettiğimiz gibi gayrimüslimlere benzememek içindir. Çünkü İslâm, Müslümanın başka topluluklara benzemesini yasaklamıştır. [Bkz. Tirmizî, Sünen, H. No: 2696; Mişkâtü’l-Mesâbîh, 4347]
Mâlum olduğu gibi Hıristiyanlar, dua ederlerken avuç içlerini birbirine yapıştırırlar. Müslümanlar ise, duâda onlara benzememek için, elleri bitişik olduğu halde, avuç içlerini -mutlaka- az da olsa yarık-ayrık tutarlar. Yani el ayaları birbirine yapışık olmaz. Mevzu ile ilgili detaylı bilgi için lütfen aşağıdaki linklere de bkz.
http://www.halisece.com/genel-fikhi-konular/588-duada-elleri-birlestirmek.html
“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum”
Halis Ece Bey selamün aleyküm. Sizin de sitenizdeki "Nefs nedir-türleri" makalesine rastgeldim ve okudum. Okuyucu soruları kabul ettiğinizi gördüm ve sorumu sormaya çalıştım. İnşaallah cevabı vardır. Size Allah'dan sağlık afiyet ve kolaylıklar diliyorum.
1- Birinci soru biraz seri olacak ama derdimizi daha iyi anlatmak daha iyi-geniş sormak içindir. Şöyle ki:
Peygamberlerin nefisleri de yaratılışta bizdeki nefis gibi miydi?
Yani onlardaki nefis de mebde-yaratılışta, "Allah'a düşman olarak ve kafir olarak yaratılan emmare nefis" miydi? Onların nefsi de bizde ki gibi kafir miydi? Yoksa onların nefsi, bizim nefsimiz gibi yaratılmamış mıydı? Onların nefsi direkt mütmain olarak mı yaratılmıştı ya da başka ifadeyle onların nefsi direkt mümin olarak mı yaratıldı?
2- Şu aşağıdaki sözlerin hangisi doğrudur veya doğrultur musunuz? Yukarıdaki sorulara vereceğiniz cevabların zihnimdeki tekamülü içindir.
A— “Fıtri olarak her insan gibi peygamberlerin nefsi de vardı ve onların da nefsi bizim nefislerimiz gibi mebde kafirdi. Fekat Allahü teala onları nefsin zararından korumuş, ve bilahere onlar nefislerini terbiye etmişler böylece nefislerini zararsız hale getirmişler, nefisleri onlara teslim olmuş, mümin olmuştur.“
B— “Allah, peygamberlerin nefsini diğer insanlardan farklı olarak zararsız yaratmıştır, mümin yaratmıştır. Başlangıçtan beri.“
ÖZET: Hocalar uzun işi sevmezler fakat sorularım, maksadımı anlatmakta kifayet etmeyebilir endişesiyle hülasa yazmak istedim. Şöyle ki:
Şimdi hocam nefis, her insanda var. Ve nefsin yaratılışını okuduğumuzda: İlk anda Rabbini tanımayan, kibirlenen, ceza olarak ateşe atılan, aç bırakılan ve nihayet sonunda Rabbini tanıyan, İslama ve Allah'a düşman olan kafir bir nefs var. Bu nefisden hepimizde var. O halde okuyucu olarak benim aklıma ilk gelen soru, peygamberlerin de mi nefsi kafir olan- emmare olan nefisdi? sorusudur.
Yusuf suresinde Yusuf aleyhisselam "Nefsimi temize çıkaramam. Şüphe yok ki nefis fenalıkla pek ziyâde emredicidir. Rabbimin esirgemiş olduğu müstesna" diyor. Konuya Ö.N.B ve M. Hamdi Yazır efendilerin tefsirinden bakınca derinliği de arttı tabi. Fakat neticede iki tefsirden anladığım şu oldu:
"Peygamberlerinde nefsi var. Ve yaratılışı da aynı bizdeki gibi emmare nefis-kafir nefisdir ama nefisleri Allah'ın hususi koruması altında olduklarından dolayı asla nefsin isteğine uymazlar, ve bilahere nefisleri iman etmiş, teslim olmuş nefisdir."
Yine büyük veli İmamı Rabbani Ahmed Faruk Serkendi'nin tercüme edilen Mektubat'ının ikinci cild, 99. mektup ve birinci cild 41.mektublarındanda aynı şeyi anladım.
3- Son sorum ise şu: "Herkes gibi benim de bir şeytanım vardı fakat bana teslim oldu" mealinde ki hadisi şerif neyden bahsetmektedir? Nefisden mi? İblis veya musallat olan yardımcılarından mı? Bu hadis, nefsin peygamberlerde de ilkbaşta emmare olarak yaratıldığını gösterir mi? Biz ehli olmadığımızdan kaynağına inemiyoruz. Ama kaynak olarak Tirmizi, Rada 17; Müsned, III/309 denilmiş, bilginize.
Soru: Tarık Solakzade tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Muhterem Solakzade; sorunuzu hayli geniş ve uzun tutmuşsunuz, haliyle tekrarlardan da kaçınamamışsınız. Bununla beraber, soruların az ya da çok, tam veya eksik cevabı da içinde mündemiç diyebiliriz. Mesela Ö.N.Bilmen ve M. Hamdi Yazır merhumların tefsirlerinden yaptığınız iktibas ve Mektûbat-ı İmam-ı Rabbani’ye (k.s.) yaptığınız atıf gayet yerinde ve isabetli olmuş. Dolayısiyle bizim anlatmamızı gerektirecek pek de bir şey kalmamış aslında... Ama madem bunca yazıp sormak zahmetine katlanmışsınız, o halde biz de idrâkimiz nisbetinde -haddimiz olmayarak- ara başlıklar halinde bir şeyler karalamaya-anlatmaya çalışalım. İnşaallah faydadan hâlî/boş olmaz.
***
1. Peygamberler de insandır
Peygamberler (aleyhimüssalavâtu ve’t-teslîmatu ve alâ Nebbiyyinâ hâssah) de insandır. Nitekim ayet-i celilede şöyle buyruluyor: “Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki (sizden biri, kendi içinizden, kendi cinsinizden, melek değil, beşer cinsinden, aslı ve nesebi belli, Arabî ve Kureyşî, Harem ehlinden)…” [Tevbe suresi, 128] Binaenaleyh her insanda olan fıtrî duygular elbetteki onlarda da vardır. Lâkin Rabbimiz (c.c.) onların zellelerini (ufak tefek hatalarını) anında düzeltir. Bu yönleriyle diğer insanlardan farklı ve üstündürler. Nitekim Rasûl-i zî-Şân (s.a.v.) Efendimiz, “Beni Rabbim te’dîb / terbiye etti ve edebimi güzel eyledi.” [İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî (v. 1167/1749), Keşfü’l-Hafâ, 1, 70] buyurmuşlardır. O'nu/onları olduğu gibi, keza vârisleri olan zevâtı da bizzat Cenab-ı Mevlâmız terbiye edip peygamberlik ve irşad vazifelerine hazırlamıştır.
***
2. Mevzu ile ilgili diğer bazı ayetler
“Şöyle dediler: ‘Bu ne biçim peygamber ki, yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya!’ ‘Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!’ Bu zalimler, inananlara ‘Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler.” [Furqan suresi, 7-8]
“Biz (Rasûlüm) senden evvel de Peygamberleri başka türlü göndermedik; şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı). Bir de kiminizi kiminize bir fitne (bir imtihan vesilesi) kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz? Maamafih Rabbın basîr bulunuyor (her şeyi hakkıyla-kemâliyle-tamamiyle görüyor).” [Furqan suresi, 20]
Bütün bu ayetler ve emsâlleri, peygamberlerin de nefisleri olduğunu göstermektedir. Ve kezalik Kur’an-ı Kerim’de Yusuf aleyhisselâmdan hikâyeten buyruluyor ki:
“Ben nefsimi tebri’e de etmiyorum (temize çıkarmıyorum); çünkü nefis, cidden emmâredir, şiddetle fenayı / kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin rahmetiyle muâmele buyurduğu müstesna (çünkü başka türlüsü de düşünülemez). Muhakkak ki Rabbim, çok mağfiret edici ve pek merhametlidir.” [Yûsuf suresi, 53]
Bununla beraber, onların nefisleri Rabbimiz tarafından tezkiye edilmiş ve kâmil mânâda terbiye edilmiştir. Dolayısiyle Allahu Teâla’ya, O’nun emir ve nehiylerine muhalif hareket etmelerine meydan ve imkân verilmemiştir.
Kendilerinden sâdır olan zelleler, filasıl nefislerinden değil, vahyin olmadığı ya da başka bir ifadeyle vahyin henüz gelmediği bazı mevzularda yaptıkları içtihatlardan kaynaklanmıştır.
***
3. Fıtrat değişmez
Fıtrat değişmez, değiştirilmez. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) fıtratı da değiştirilmez. Esasen fıtratta iki unsur/iki taraf vardır:
a) Kötülüğe meyyal hayvanî ve nebatî cihet vardır ki, buna nefis ya da rûh-i hayvanî de diyebiliriz.
b) Hayra-iyiliğe meyleden sâlim akıl, temiz vicdan ve ruh tarafı vardır ki, buna da rûh-i melekî denir.
İnsan olarak bütün peygamberlerde ve Rasûlümüz Hz. Muhammed Mustafa’da (aleyhimüssalavâtu ve’t-teslîmatu ve alâ Nebbiyyinâ hâssah) da bu unsurlar elbetteki vardı. Peygamber olarak onlar da imtihana tâbi idiler. Ayrıca onların imtihanı diğer insanlara göre daha büyük, daha şiddetli ve daha zordu. Nitekim “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra (rütbeleri, manevi dereceleri bakımından) sırasıyla onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” [Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1, 519; Hâkim, el-Müstedrek, 3, 343; İmam Ahmed, Müsned, 1/172, 174, 180, 185, 6/369] mealinde hadis-i şerifler meşhurdur.
Bu hadis-i şerifler, peygamberlerin ve onlarla beraber o belaları göğüsleyen sahabelerinin / arkadaşlarının ve manevi rütbeleri itibariyle evliyaullahın ne büyük, ne dehşetli imtihanlardan geçtiklerini göstermektedir.
Keza Türkçemizde bu mânâyı ifade eden, “Allah dağına göre kar verir” sözü ne kadar hoş ve güzeldir. Ancak peygamberler ve hakiki varisleri seçkin bir makama namzet olarak yaratıldıkları için, onlar şiddetle kötülüğe meyilli ve kötülüğü emreden nefs-i emmâre derekesinde değil, meratib-i nefsin râziye ve merzıye, hatta safiyye mertebesinde idiler. Merâtib-i nefs hakkında detaylı bilgi için bkz. http://www.halisece.com/islami-makaleler/332-nefis-ve-nefsin-kisimlari.html Sizin de kaydettiğiniz bir hadis-i şeriflerinde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), “Herkes gibi, benim de bir şeytanım vardı, fakat (o) bana teslim oldu.” [Tirmizî, Sünen, Rada’, 17; İmam Ahmed, Müsned, 3, 309] buyurmuşlardır.
Görüldüğü üzere hadis-i şerifte gayet sarih/açık-net olarak şeytandan bahsedilmektedir, nefisten değil. Dolayısiyle o vazife ile muvazzaf olan şeytanın yardımcıları bittabii olabilir ve onlar da bu kategoriye dahildir. Bunu nefisle karıştırmaya gerek yok, ayrıca yanlış da olur, çünkü o apayrı bir düşman! Hem de 72 iki şeytan kuvvetinde....
Ve bu nefis zaten mutlak olarak peygamberler de dahil bütün insanoğlunda vardır. Aralarındaki fark ise, kimin, nefsin hangi mertebesinde olduğuyla alakalıdır. Onlar eferâd-ı ümmet gibi emmâre, levvâme, mülheme, hatta mutainne makamlarında değil, râzıye, merzıye, safiyye mertebelerindedirler. Nefis hangi mertebe ise, sahibi de o mertebenin ahlâkı ile ahlâklanmıştır. Kâfir ve fâcir olanlarınki ile değil. Binaenaleyh aşağı mertebelerdeki nefislerin, hele hele nefs-i emmârenin ahlâkı, enbiyâ u mürselîn hazerâtı ile onların vârisleri hakkında hiç mi hiç düşünülemez; böyle bir mülâhaza suret-i kat’iyyede bâtıldır, muhâldir, imkânsızdır.
Hatta, sadece peygamberler değil, onların verâset-i tâmmesine sahip ve mâlik olan seçkin zevatın da bu yönde kabiliyet ve istidatları vardır. Her birinin istikrar makamı, mutmainne makamıdır. Aşağı mertebede olanlar, diğer bir kısım alt mevkilerde bulunan velilerdir. Velâyet ve nefs-i mutmainne hakkında detaylı bilgi için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1131-velayet-ve-nefsi-mutmainne.html
Nefsin yaratılışı ile şeytanın ve insanın yaratılış ve imtihanlarını birbirine karıştırmamak lazım. Bilindiği gibi daha sonra her ikisi de li-hikmetin insanoğluna musallat kılınmıştır.
***
4. ‘Ben seni bütün insanlara imam yapacağım’
Başta Rasûl-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) olmak üzere bütün peygamberlere, diğer insanlardan farklı olarak, peygamberlik vazifelerine muvafık-mutabık ve münasip hususi kabiliyet ve istidat lûtfedilmiştir. Bu cümleden olarak, Âlemlere Rahmet Efendimizin (s.a.v.) bütün haslet ve hususiyetleri, duyguları, şehevî-gadabî hisleri, aklî-fikrî-rûhî melekeleri tam bir muvazene üzere idi. İzzetle tevâzuu, iktisatla sahaveti, yumuşak huylulukla şecaati… bir arada toplamıştır.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda peygamberlerin de, onların vârisleri bulunan Allah dostlarının da çok çetin imtihanlardan geçtiğini görürüz. Mesela şu ayet-i kerimeye bakalım:
“Şunu da hatırlayın ki; bir vakit Rabbi, İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etti. O, onları tamamlayınca Rabbi; ‘Ben seni bütün insanlara imam (önder) yapacağım’ buyurdu. İbrahim, ‘Rabbim, zürriyetimden de yap’ dedi. Rabbi ise, ‘Zâlimler Benim ahdime (rahmetime-imâmetime-tâatıma) nâil olamaz (senin neslinden de olsa ulaşamaz-kavuşamaz)’ buyurdu.” [Baqara suresi, 124]
Görüldüğü üzre İbrahim aleyhisselâmın insanlara imam/önder kılınması, pek zorlu imtihanlardan geçmesi sonucunda olmuştur. Maamafih peygamberlik, çalışılarak elde edilen bir netice olmayıp tamamiyle İlahî bir mevhibedir. Başka bir ifadeyle; bu mevhibe, o peygamberlerin gayret ve liyâkatlerine terettüb eden İlahi bir lûtuftur da diyebiliriz. Zira, “...Allah, risâletini / peygamberliğini nereye tevdi' edeceğini (kime vereceğini çok) daha iyi bilir…” [En’âm suresi, 124]
Velhâsıl, peygamberlik vasfı kesbî olmayıp onlara sırf Allahu Teâla’nın bir lûtfudur, hususi bir ihsan ve ikramıdır. Ayrıca peygamberliğin, bilinen ayrılmaz vasıfları da vardır. Bu vasıflarda diğer insanlar onlara ortak değildir, olamazlar da.
Ancak şu bir hakikattir ki, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, peygamberler hayatları boyunca herkesten daha çok sıkıntılar, belâlar, âfetler, musîbetler görmüşler ve hür iradeleriyle bunlara karşı tahammül göstermişler, Allah’ın (c.c.) imtihanlarını hep rıza ile karşılamışlardır. Onların olduğu gibi vârisleri olan evliyanın imtihanları da o nisbette büyüktür.
Evet, peygamberler de melek değil, birer insandır. İnsan olarak onların da nefisleri ve şeytanları vardır. Onlarla her zaman mücadele etmişler... Bunlara ilaveten ayrıca ins şeytanları ile de cihad etmişlerdir. Söz gelimi insanların saygısızlıkları, münasebetsizlikleri karşısında sinirlenip kızmışlar, fakat öfkelerini kontrol edip itidâllerini hep korumuşlardır.
***
5. S o n u ç
“Doğrusu insan, kendine karşı bir basîrettir (bir şâhittir, kendisinin ne yaptığını gayet iyi bilen bir kalp gözüdür, kendisi hakkında çok iyi bilgi sahibidir).” [Kıyamet suresi, 14]
Allahu Teâla dilediğine peygamberlik verir, dilediklerini onların vârisi kılar. Ancak bu vazifeyi yüklenecek haslet ve hususiyeti taşıyacak fıtratta bulunanlara verir. Eğer başka birisi o özellikleri taşımaya müsait olsaydı ona verirdi. Demek ki, kendilerine paygamberlik verilenlerin dışındakiler o hasletlere sahip değiller...
Herkesin kaldıracağı yük bellidir. Ancak 20 kg. kaldırabilen bir insana niye 100 kg. verilsin ki..? Ya da çınar ağacının yükü niye bir filize yüklensin! Cenab-ı Hak kendi iradesiyle bu vazifeyi dilediğine verir ve onlara bunu îfa edebilecekleri kabiliyet ve istidadı, güç ve kuvveti de ihsan eder. Bu da rahmet, re’fet ve hikmetinin iktizasıdır.
Peygamberlik vazifesi Allah’ın (c.c.) ihsanı ve lûtfu ise de, bu vazifeyi peygamberler elbette kendi iradeleriyle kabul etmişlerdir; zorlama ve cebirle almış değillerdir. Bu da meselenin bir başka cihetidir.
Allahu a’lemu bi’s-savâbi…
Wesselâm.
(36/YÂSÎN-7: Doğrusu çoğunun üzerine azap gerçekleşmiştir. (Çünkü imanı istemiyecekleri, Allah tarafından biliniyor) artık onlar iman etmezler.)Çok uzun süre kafir yada mürted olana ve çok günahkar olanlara mı bu azap?
Soru: Burhan tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Selamün aleyküm.
Meali nerden ve kimden aldığınızı bilmiyorum, fakat biraz sıkıntılı olduğu aşikâr. Onun için tekrar kaydedelim:
“Andolsun ki onların çoğunun üzerine o söz (azap emri) hak olmuştur (cezayı-azâbı-gadabı hak etmişlerdir). Artık onlar îman etmezler.” [Yâsîn suresi, 7]
Sorularınıza gelince;
1. Başlıktaki sorunuzun cevabı, yani “Azap hükmünün gerçekleşmesi”nin sebebi ayet-i celilede, “imansızlıkları”ndan ötürü olduğu zaten apaçık bildiriliyor. Kapalı bir tarafı yok. Bunun için daha başka sebep ya da sebepler aramanın ilmî-itikadî ve de mantıkî bir yanı-yönü de yok. İmansızlık haddi zâtında başlı başına bir felaket, kesintisiz bir azap ve husran sebebidir, Allah’ın rahmet ve mağfiretinden ebediyyen mahrumiyettir! Hafizanallah…
2. “Çok uzun süre kafir yada mürted olana ve çok günahkar olanlara mı bu azap?” sorusu da anlamsız. Dilerseniz bunu itikâdî bakımdan biraç açıp açıklayalım:
Küfürde, irtidatta uzun veya kısa süreyi, çok günahkâr olmayı filan kafana takma. Önemli ve aslolan, âkıbettir, son nefestir, ahirete imanla gidebilmektir. Allah korusun, kişinin hayatı esnasında gel-gitler olabilir; küfre de düşebilir, mürted de olabilir. Bilerek veya bilmeyerek / farkında olarak veya olamayarak… Ama ölmezden evvel sağlığında (yeis haline / son nefese gelmeden) dönüş yapıp pişman olarak imanını tazelemiş, tevbe ve istiğfar edebilmişse eğer, ümit edilir ki Cenab-ı Mevlâ affeder. Şayet affa nail olamazsa, cezası nisbetinde Cehennem’de azap görür, fakat neticede kurtulup Cennet’e kavuşur.
Çok günahkâr olanların durumu da yine, ölmezden evvel tam bir pişmanlıkla tevbe ve istiğfar edip edememelerine bağlıdır. Burada bir fark vardır; son nefeste iman kabul olmamakla beraber tevbe makbuldur. Günahkâr mü’minlerin tevbelerini Cenab-ı Hak son nefeslerine kadar kabul etmektedir. Fakat tevbe ve istiğfarı sürekli yapmaya çalışmak, hele hele son nefese bırakmamaya gayert etmek lazım. Çünkü bu tehlikelidir; hiçbir canlı nerede, ne zaman, nasıl öleceğini bilemez. Kısacası, ölüme daima hazırlıklı olmak gerekir.
***
Son olarak büyük âlim ve müfessir Elmalılı merhumun Hak Dini Kur’an Dili’nden söz konusu ayet-i kerimenin tefsirini teberrüken iktibas edelim (biraz sadeleştirerek):
“Andolsun ki, daha çoklarına karşı (azab) sözü hak oldu. ‘Leqad’ kelimesinde ‘lâm-ı kasem’e cevaptır. ‘Vallâhi leqad: Allah'a yemin ederim ki muhakkak..’ takdirinde Allahu Teâlâ'nın yüce ismine bir yemini işaret eder.
Müfessirlerin çoğu burada, ‘söz’den maksadın, ‘Le-emle’enne cehenneme mine’-lcinneti ve’n-nâsi ecmaîn: Andolsun ki, Cehennem’i bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım.’ (Secde, 32/13) kelimesi (cümlesi) olduğunu söylemişlerdir. Nitekim ‘innel’lezî haqqat aleyhim kelimetü rabbike lâ yü’minûne: Şüphesiz Rabbinin kelimesi üzerlerine hak olanlar inanmazlar.’ (Yunus, 10/96) âyetinde de böyledir. Yani bu yüce söz gereğince haklarında azab ile hüküm vâcib oldu.
Ancak buna şöyle bir soru sorulur:
- ‘Ve mâ kâne rabbüke li-yühlike’l-qurâ bi-zulmin ve ehlühaa muslihûn: Halkı ıslah edici kimseler olduğu halde, Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi.’ (Hûd, 11/117), ‘Ve mâ künnâ muazzibîn hattâ nebase rasûlâ: Biz bir peygamber gönderinceye kadar (hiçbir kavme) azab edecek değiliz.’ (İsrâ, 17/15) buyurulmuşken, burada ‘Fehüm ğâfilûn’: Onlar gafildirler’ diye gafletleri anlatılan bir kavim aleyhinde azab nasıl hak olur?
Cevap olarak;
- Bunlara o sözün (azabın) hak olması, peygamber gönderilmeden önce değil, gönderildikten sonra Ebu Cehil gibi inad edip kabul etmeyenlere aittir, deniliyor.
Fakat bu itibarla doğru olsa da, sonradan çoklarının imana gelmiş olduklarına göre, bunlara imana gelmez bir çoğunluk denilemeyeceği gibi, peygamberin gönderilişinden sonra çoğunluğun bu şekilde hemen mahkûm edilişi de ‘Mâ ünzira âbâuhum fehüm ğâfilûn: Babaları uyarılmayan ve kendileri de gafil olan’ mâzeretiyle âyetin gelişine de uygun düşmüyor. O halde bu çoğunluğun, o kavmin içinden çok dışında olması gerekir. Çünkü nahivde bilinmektedir ki, ism-i tafdîlin izafetle (tamlama halinde) kullanılışının iki şekli vardır:
Birisinde ‘muzâfun ileyh’ten bir cüz (parça) olması şart olur. ‘Yûsufü ahsenü’n-nâsü: Yusuf, insanların en güzelidir.’ ifadesi gibi. Diğerinde ise mutlak fazlalık kastedilmekle ‘muzâfun ileyh’ten hariç olabilir. ‘Yûsüfü ahsenü ihvetihî: Yusuf, kardeşlerinin en güzelidir.’ cümlesinde olduğu gibi ki, işte burada ‘Ekseruhum: Onların çoğu’ bu mânâ ile düşünüldüğü takdirde, bu çoğunluğun, o gafillerin dışında bulunan ve babaları uyarılmış olan azgınlara yorumlanacağından bir soru gelemez. Yani sadece o gafillerin içinden çoklarına değil, onların daha çoklarına, babalarına peygamber gönderilmiş olduğu halde, doğru yoldan ayrılmış olan pek çok kavimlere söz (azab sözü) hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler. Onun için korkutmaya onlardan başlamak, hikmete uygun olmaz.” [A.g.m. ve e. Eser Kitabevi, İstanbul, 1971, 6, 4008-9]
Abdulaziz bin Baz kimdir?
Soru: Abdullah tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Abdulaziz bin Baz (1910-1999), Suudludur. Üstadı İbn Teymiye gibi Selefîliğin-Vehhabîliğin önderlerindendir. Müşebbihedendir. Doğum-ölüm tarihlerinden de anlaşılacağı üzere şu anda hayatta değildir. Bu sebeple kısa bir bilgi vermekle yetineceğiz. Zaten siz de kısa bir bilgi istemişsiniz. Fazlası da gerekmez. Ehl-i dalâldan / ehl-i bid’adan olduğu aşikârdır.
Mensubu bulunduğu güruh tarafından -maalesef ve maatteessüf- fıkıhta otorite kabul edilmiştir. Biraz önce de belirttiğimiz üzere Selefî-Vahhabî ekolüne mensuptur. Bu açıdan görüşleri, Ehl-i Sünnet akîdesine terstir.
Ayrıca hocası İbn Teymiye gibi o da dünyanın döndüğüne değil sabit olduğuna inanır. Bizdeki birilerinin dünyanın yuvarlak (geoit) değil, düz olduğuna inandığı gibi…
Nitekim Abdülaziz bin Abdullah bin Baz tarafından yazılan ve Medine İslâm Üniversitesi tarafından yayınlanan bir kitapta deniyor ki;
"Dünya'nın döndüğüne inanan kimse kâfir olur, yaşama ve mülküne mâlik olma hakkını kaybeder. Onu öldürmek vaciptir. Eğer Dünya dönseydi; ülkeler, dağlar-taşlar, ağaçlar, nehirler, denizler bir kararda kalmazdı. İnsanlar, batıdaki ülkelerin doğuya, doğudaki ülkelerin batıya kaydığını görürlerdi. Kıble’nin yeri değişir, insanlar Kıble’yi tayin edemezlerdi,’
Bu ve buna benzer saçma-sapan şeyler kayıtlıdır söz konusu kitapta... Çömezlerinden İbni Useymîn denilen kişi de aynen hocaları gibi, Dünya'nın döndüğünü kabul etmemektedir... Ama tabii onlar kabul etmiyor, inkâr ediyor diye dünya dönmesini bırıkmış da değil, kıyamete kadar bırakacak da değildir.
Maalesef bu vb. safsatalar, Vehhâbîlerin, Türkiye’deki sempatizanlarınca tasvip edilip savunuluyor. Ve deniliyor ki; ‘Bu önemli bir şey değil, âlim hata etmez mi?’ Bunların, Dünya’nın dönmediğini söyledikleri, ama inanmayanlara kâfir demediklerini, Güneş’in döndüğünü inkâr edenler için söylediklerini savunuyorlar. Meşhur tabirlerimizle, "Zırva tevil götürmez, mızrak çuvala girmez." Vehhâbîlerin bu sapık ve yanlış itikatlarını-sözlerini te’vil edilerek, manevi pisliklerini temizlemeye-örtbas etmeye çalışanlar da şüphesiz onlar gibidir. Haliyle bütün bunlar, onların ve peşlerinden gidip savunanların gülünç, hatta vahim ve acıklı hallerini ortaya çıkartmaktan başka da bir işe yaramıyor.
Selamun aleyküm hocam size bisey danismak istiyorum Aslinda ailevi bir sorun ve biraz büyük sorun evliyim ve 1 yasinda oğlum var yaklasik 4yildir ailemle görüsmüyorum 5 yil önce daha biz evlenirken ailem cok degisti esim türkiyeden ben avusturyada yasiyorum düğün arefesi sanki bu düğün yikilsin istergibilerdi olur olmaz seylerden sorun yapmaya basladilar ki biz 4yil nisanli kaldik bu arada esim benim halamin oglu tüm ailelerin rizasi ile evlendik ailem biz cok masraf yaptik dediler ve dügünde takilan bütün ceyrek ve tam altinlarimi aldilar oysaki ben 16 yasimdan beri calisiyordum ortalama baba evinde 6 yil calistim ve maasimi oldugu gibi aldilar üstüne bide bana kredi cektirdiler borclari coktu ailem dügüne kadar ödeyeceklerine söz vermislerdi zaten benim maasimida onlar aliyordu ev hazirliklari icin bütün masraflari ben üstlenmistim ikinci bir is bularak gece gündüz calistim kendim yaptim sonra herkese herseyi kendileri yapmis gibi anlattilar ve aldilar altinlari olanlardan sonra altunda parada pulda gözüm yoktu cünkü cok kirilmistim yinede annem babam diye sustum sonra biz dügünden sonra avusturyaya geldik eşimde arabayla gelirken yol boyunca annem bana yapmadigini birakmadi anlamsiz anlamsiz konusmaya basladi sanki artik onlari önemsemiyor saymiyormusum gibi ne desemde dinlemedi zorlu bir yolculugun ardindan evimin önünde bizi birakacaklardi annem eşimi tersledi sen eve gir ben kizimla konusacam dedi ve bana bagirmaya basladi ben ne diyorsam onu yapcaksin fln gibi bi anlam veremiyordum ve bana vurmaya basladi burnum kanadi babamda hic müdahale etmedi sadece seyretti yine altan aldim dedim piskolojikdir zamanla alisirlar diye hep alttan aldim gönül kiran taraf ben olmak istemedim ama konusmayada calistim olmadi hic dinlemediler ce olaylar hergün büyüdü ve siddetlendi tabii bunlarin gicbirinden eşimin haberi yok utandim anlatamadim taki artik ailemin bana karsi saldirilari siddetleninceye kadar eşim işteyken evime gelip annem beni dövdü defalarca kendimi savunlaya calissamda olmadi sonucta annemdi elim kalkmadi babamlada konusmaya calistim ama beni dinlemedi annemi destekliyordu annen birebir benim sahit oldugum olaylari saptiriyor yalan söylüyordu eşimi kötülüyordu bizi ayirmak icin elinden geleni yapacagini söylüyordu hakaretler küfrler yeminler havada ucuyordu gün icinde en az 100 kez ariyordu gece dahil saniye araliksiz ariyordu beni bunaltiyordu huzurumuzu bozmak istedi hep ama ben buna izin vermedim beni hep tehdit etti onun istedigini yapmazsam daha kötü seyler yapacagini söyledi kardeslerimle arami acti doldurdu onlari daha kücüklerdi insanlari bizi ziyarete gelmesin diye tehdit ediyormustu kimse bulasmak istemedigi icin evime gelmedi bir kismiyla hatta disarida bulustuk cünkü ailem evimi gözetliyor ansizin eskiya gibi ayakkabilarla evine daliyordu okadar zor 1yil gecirdikki artik nasil düzelicegini bilmiyorduk herseye ragmen arada ziyarete gidiyorduk selam bile vermiyorlardi esime agza alinmicak hakaretler sonundada türkiyedeki akrabalarimizi arayip bizi kötülemeye baslamislar biz nekadar saygisizmisiz onlara kötülükler ediyormussuz bizi taniyan herkes bilir eşimide benimde asla öyle seyler yapmayacagimizi bizi aradiklarinda utanarak kabaca sorunun ne oldugunu bilmedigimizi ama artik böyle devam edemeyecegimizi söyledik tüm aile anlamaya calisti araya girdiler ama olmadi herkesi birbirine kattilar ve inanin akrabalarimizin hic bir ilgisi yokken hepimiz encokta ben annemin kiskanclik krizlerinin kurbani olduk en soninda da annem bana gece gündüz namaz kilip dua ediyorum allah soze evlat nasip etmesin diye dedi bu beni cok derinden incitti kirdizaten cok büyük hayalkirikliklari yasiyordum ne yaptiysak olmadi bizde tasinmaya karar verdik ve birgün kimseye söylemeden viyanaya tasindik yaklasik 400km var aramizda biliyoruz söyleseydik cok ciddi sorun cikacakti akrabalrimiz yani amcamlar da söylememiz gerektigini onlarda düsündü kuzenlerimiz bizi almaya gelmisti esyalari yükledik ciktik yola bir süre sonra otobanda bi baktik babam gözü dönmüscesine pesimizden geliyor camdan elini sarkitim sag cekin sorcam size gibilerinden tehdit savuruyor biz durmadik sorun olur diye gider diye düsündük ama pesimizi birkmadi bizde polisi arayip durumu anlatik ki tam o sirada önümüze gecip ani fren yapti ve kamyonetteki esyalari götüremiceginizi o esyalarin onlarin oldugunu söyledi tabi biz bulasmadik polis geldi ifade fln verdik o döndü biz hasarli arabayla kaldik yollarda sabaha karsi vardik viyanaya ogün bu gündür iletisimiz yok arada kardeslerimle görüsmeye calisiyorum ama pek fayda etmiyor annem kardeslerimi cok güzel yönlendiriyor engel oluyor ben hamileyken bile bana ve karnimdaki günahsiz yavruma dil uzatti bütün akrabalari birborine katti herkesin huzurunu bozdular simdi huzirlarinin bozulmasindan bizi sorumlu tutuyorlar yani ne yapacagimi bilmiyorum gönlüm cok kirgin daha burda yazamadigim okadar cok sey varki hangi birini yazayim bana yaptiklari halen neden öyle yaptiklarini anlayamiyorum cünki hicbir aciklama yapmadilarki hic bir aciklamasi zaten olamaz ne yapmaliyim hic gönlüm istemiyor görmek iletisime gecmek yasananlardan sonra ara ara sanki iletisim kurulcak gibi olurken annem yine ayni zihinde hic degismedi onca yaptiklarindan hic pisman degil hep ayni Ne yapmaliyim bilmiyorum bu konu nasil düzelir onuda bilmiyorum
Soru: Emriye tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Yazdıklarınızı sabırla sonuna kadar okumaya çalıştım. Görülen o ki; sizin de sabretmeniz, her şeye rağmen kırıp dökmemeye / yıkıcı olmamaya gayret etmeniz gerekiyor. Çünkü her şeye rağmen karşınızdakiler ebeveyniniz / anne-babanız. Tabii bununla beraber, yaptığınız gibi herhalde belli bir süre mesafeli durup, bazı şeyleri akışına / oluruna bırakma yolu da denenebilir. Bilirsiniz, zaman pek çok şeyin ilacıdır.
Ayrıca direkt kendiniz yerine, araya yakın çevrenizden onların da dinleyip kabul edebilecekleri insanları koymanız, aracılarla bu işi düzeltmeye çalışmanız daha isabetli olur.
En önemlisi de, siz hiç bahsetmemişsiniz ama, araştırmak lazım, annenizin size ve beyinize karşı bu öfkesinin, babanızın lâkayıtlığının sebebi ne? Mâlumunuz sebep bulunursa hastalığın-rahatsızlığın-huzursuzluğun-geçimsizliğin teşhis ve tedavisi de hem kolaylaşır, hem de mümkün hale gelir. Yoksa bu huzursuzluk sürgit devam edip gider. Hatta -Allaha korusun- daha büyük sıkıntılara, istenmeyen ailevî yıkımlara da sebep olabilir.
Sonuç olarak bu formatta bizim bundan daha fazla söyleyebileceğimiz, yardımcı olabileceğimiz bir şey de söz konusu olmaz, olamaz.
Dua edelim: Rabbim kolaylıklar versin. Bir an evvel huzur ve sükûna kavuştursun. Annenizin-babanızın şefkat ve merhamet, iz’an ve insaf duygularını harekete geçirip sizlere karşı yumuşatsın. Hepinizin kalbinde ülfet, ünsiyet ve muhabbet tohumlarını yeşertsin. Kin ve nefret duygularını gideriversin.
Mevzu ile ilgisi bakımından lütfen aşağıdaki linke ve o link içerisinde gösterilen yazılara da bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2945-melekler-cinler-cisim-midir-ailede-huzursuzluk.html
Hayırlı ve huzurlu bayramlar diliyorum.