Halis ECE

 

“(Rasûlüm) de ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok rahmet eden (esirgeyen)dir.” [Kur’an-ı Kerim, Zümer suresi, 39/53]

En zifiri karanlıklar pırıl-pırıl aydınlıkları, en çetin kışlar sımsıcak bir baharı içinde saklar… Ve, günü gelince varlık cinsinden hiçbir şey direnemez, geçit verir bahar yolcularına, bu güzel ve ekmel dinin hâdimlerine...

* * *

Nisan ayı sona yaklaştı...

Erguvanlar Boğaz'ı işgâl etti…

İki yaka da renklendi;

Hem Rumeli hem Anadolu…

İstanbul'un her yanında, özellikle de Emirgan’da rengarenk lâleler açmaya başlar. Sanki “Lâle devri”ni anımsatırcasına…

Bahar, kış boyunca içinde tutup sakladığı sıcak nefesini, ılık bir meltem gibi yavaş-yavaş bırakır yüzümüze... Öper alnımızı, okşar yanaklarımızı…

Hem tenimizi hem ruhumuzu saran bir ılık hava; etrafa yayılan, içimize dolan bahar rayihaları teshir eder benliğimizi...

Henüz tam ısınmasa da hava; zemherirler, cemreler, berdü’l-acûzler hep geride kaldı. Yerlerini “bahar”a terkederek “elveda!” deyip gittiler, tekrar dönmek üzere…

Başta kırmızısı olmak üzere, pembe-sarı “gül günleri” ufkumuzda gözükmeye başladı... Biz fark etmesek de, bunu hisseden şairler-edipler yansıtır şiirlerinde-nesirlerinde…

Kara kışta, özellikle de bu yılki amansız soğuklarda, sanki bin cemre görse de dirilmeyecek gibi görünen bitkiler, çiçekler, ağaçlar silkiniyor, esniyor, geriniyor, uyanıyor bahara...

Donmuş göller-göletler çözülüyor; yorgun-argın nehirler, dereler coşuyor, çağlıyor durgun sular...

Dağlar, ormanlar, koruluklar bağırlarında-kollarında-kucaklarında biriktirdikleri bereketleri vadilere salıyor… Eriyen karların-buzların şırıltıları o hoş nağmeleri yamaçlarda ışıltılı renklere-seslere dönüşüyor.

İnsanların tersine tabiat, beyaz örtülerinden-elbiselerinden sıyrılıp, yeşil-beyaz, sarı-kırmızı, mor-lacivert… rengârenk yazlık elbiselerine bürünüyor.

Bağrında taze umutlarla gelen bu baharı, hiç olmadığı kadar güzel umutlarla karşılamaya hazırlanırken, karşımıza, bürokrasimizin kasavetli havası çıkıverdi birden bire... İki binli yılların başında olduğu gibi, yine milletimiz bir günde milyarlarca dolar fakirleşip yoksullaşıverdi bir günde...

Ama ümitvarız, bizim dünyamızda ye’se / ümitsizliğe yer yok. Bütün canlılar gibi, en çalışkan en nadide varlıklar, arılar-kelebekler, muştu böcekleri de bahara uçuyor… Karıncaların istikameti de o yönde... Bu güzel gidişin, gelişmenin, inkişafın önünde kimsenin durması, engel olması, suyu tersine akıtması kadar muhal.

* * *

Çok özel ve pek güzel seçkin bir toplum da, bahara uçan umut kelebekleri ve diğer canlılar gibi dünya ve ahiret saadetini yakalamak için maddi-manevi kanat çırpışlarını hızlandırıyor…

Baharın ruhumuzu ısıtan sıcaklığı, toplumun sağduyusuyla birleşip bütün benliğimizi sarıyor. Güzel gelişmelerin olduğu, hizmetlerin yürütüldüğü bütün ortam –sanal âlem dahil– capcanlı, dipdiri, tıklım-tıklım dolu. Ölü toprağı yok üzerlerinde…

Ülkenin dört bir yanı fıkır-fıkır… Kimsenin bir adım geri gitmeye, tarihimizdeki o fetret dönemlerine tekrar dönmeye, elde ettiği haklarını-hürriyetlerini iade etmeye niyeti yok.

Toplumun her ferdi –küçük bir azgın azınlık müstesna- sanki tek bir insan edasıyla ve acı bir şekilde haykırıyor: Yeter! Ettiğiniz bunca zulüm yeter! Hakkı bâtıla boğdurtmayacağız! Dimdik buradayız! diye...

* * *

Şu an odamda bir serinlik hâkim. Henüz nisan ayağını atmadığı, bahar tam olarak kendisini göstermediği için… Ancak ufukta, içimizi ısıtan güzel gelişmelerin olduğu da muhakkak. Hem de her alanda...

Evet, gözbebeğimiz İstanbul'umuzu da güzel ülkemizin diğer bütün yörelerini de ısıtan bir şeyler var atmosferde… Hissetsek de etmesek de… Bunu, öbür tarafın umutsuz çırpınışlarından, çaresiz telaşından da fark edebiliriz aslında…

Baksanıza ekranlarda mini-mini minnacık çocuklarımız-kızlarımız, gözyaşlarıyla İstiklâl Marşımızı okuyor. Sözüm ona büyükler rahatsız olsalar da... Bu yavrularımız geçekten görülmeye, bu tablo, üzerinde düşünülmeye değmez mi?

Daha bu yaşta dilimizi bu kadar güzel kullanan, jestleriyle-mimikleriyle sunum kabiliyetlerini ortaya koyan… Diline olduğu kadar dinine de sahip çıkan, ona canu gönülden bağlanan idealist yavrularımızla iftihar etmemek mümkün mü? Gerçekten birçoklarımız bu manzaralar karşısında –biliyorum– çoğu kez gözyaşlarımıza hâkim olamıyoruz...

* * *

Pîranımızın-büyüklerimizin, mübarek ceddimizin bin bir acı ve ıztıraplarla, zulum ve çilelerle, yokluk ve yoksulluklarla boğuşarak attıkları o tohumlar, artık coşkun sürgünler vermeye başlamış… Ümitsizlik için bir sebep var mı?

Bütün bunlar o acılı günlerin tatlı ve güzel bahar meyveleri değil de nedir?

* * *

Bir dünya klasiği olan Mecelle’mizin, çok önemli bir maddesi, “(Bir şey) daraldığı zaman genişler (genişletilir)” değil midir? İşte daralan ülke, bunalan toplum genişliyor, ferahlıyor, dünyaya açılıyor. Yeryüzünün en ücra köşelerinde bile “i’lâ-yi kelimetullah” faaliyetlerinin ulaşması, hidayet nurlarının oraları da aydınlatması bunun bir şahidi-kanıtı değil de nedir?

Bütün bu gelişmeler karşısında hisseden, akleden, fikreden bir insan için duygulanmamak mümkün mü?

Bu hizmetler, yeryüzünün hidayet sembolleri… Yönünü-istikametini kaybetmiş insanlık âleminin kutup yıldızları… Manevi gıdaları, sevgi-muhabbet solukları… Ülfet-ünsiyet köprüleri… Yakın gelecekte birbirileriyle kucaklaşmak isteyecek, bunun ihtiyacını iliklerine kadar hissedecek olan insanların bu geçitlere-köprülere gerçekten çok büyük ihtiyacı olacak.

Bu hizmetler, bizim gibi daha nice ülke insanının gecelerine birer şafak parıltısı gibi ışık tutacaktır.

Yüksek dağlar, engebeli vadiler, yalçın kayalar, karlı yamaçlar, hatta balta girmedik vahşi ormanlar baharın müjdelerine hiç geçit vermeyecek gibi dursalar da, vakt-i merhunu (belirlenen, ipotek altına alınmış zamanı) geldiğinde, emin olun hiç de engel çıkartmayacaklar, çünkü çıkartamayacaklardır.

En zifiri karanlıklar pırıl pırıl aydınlakları, en çetin kışlar sımsıcak bir baharı içinde saklar… Ve, günü gelince varlık cinsinden hiçbir şey direnemez; geçit verir bahar yolcularına, bu güzel ve ekmel dinin hadimlerine...

* * *

Sözün özü:

Ey hizmet erleri, hizmet süvarileri, pilotları, kaptanları!.. Umutlu olun, yeisten uzak durun; zira bu bahar, hiç olmadığı kadar taze umutlarla geliyor… Aman buna hazır olun. Apansız yakalanmayın. Allah için insana, insanlığa, çocuklar başta olmak üzere genç nesillere hizmette sınır koymayın kendinize… Yoksa bu küfür ve dalalet karanlığından kim kurtaracak insanlığı…

* * *

Dilerseniz ibretli bir fıkrayla noktalayalım yazımızı…

Bir papaz çömezi nasılsa bir yolunu bulmuş, kendini bir köye papaz tayin ettirmiş... Fakat ömrü billâh vaftiz nedir görmemiş, yapmamış ve öğrenmemiş olduğundan içinde bir tedirginlik varmış...

Talihsizliğe bakın ki; köye vardığının haftasında, papazsızlık yüzünden vaftiz edilmek üzere bekletilen çocukların hepsini, önüne dizmişler...

Yeni papaz bebeklerden birisini eline almış; şöyle bir evirmiş-çevirmiş ve nihayet herhalde vaftiz denilen şey böyledir diye, sıcak suya baş aşağı daldırıvermiş...

Çıkardığında bakmış ki, yavrucak haşlanıp boğulmuş…

Ancak papaz, hiç istifini bozmadan bebeği annesine uzatıp,

- Bunun işi tamam, sıradakini verin, demiş bekleyenlere...

* * *

Bizler, İslâm'ın ve insanlığın hadimleri olarak diğerlerine sıranın gelmesini beklemeden, o çocukları, “sıbgatullah: Allah’ın boyası” ile boyamak için olanca gayretimizi seferber etmeliyiz elbette... Öyle değil mi değerli kardeşlerim!