Halis ECE

 

"Ey boz renkli, al gözlü, boynu sedef benekli güzel! Haliku zû’l-Celâl olan Allah kanatlarına güç-kuvvet versin... Fena âleminin kanatsız beka yolcularına da zû’l-cenahayn (çift kanatlı) olmayı nasip etsin… Derman versin Uçmağa, sevgili kullarını Cemâliyle şereflendireceği o eşsiz mekâna, Cennet'e…" Amin.


* * *

 

Odamın balkona bakan pencere kenarındayım. Koridordan içeri giren hemen herkesin nazarlarının süzüldüğü pencerenin önündeyim. Yazıyorum… Dışarıda âdeta kurşunî bir hava var. Kim bilir neler yüklüdür. Belki de yağacak yağmurun şimşekleri-yıldırımları ve de yağmurları… Rabbim âfetten-âfetlerden korusun.

Burası semtin en yüksek yeri değil. Sonuçta üçüncü kat. Üç kat daha var üstümüzde... Ama yine de hayli yüksek sayılır. Semtin coğrafi konumu itibariyle... Ve ben engin-rengin ve coşkun ruhumla, bu madde yüksekliğine oturmuş, mânâ âleminin ulvî tepelerini tahayyül ediyorum.

Ben… Önümmdeki bilgisayarın, elimdeki klavyenin çırağı. Ben… Karşımdaki monitörün çerağı-lambası-mumu...

Kelimeler-kavramlar kendiliğinden dökülüyor ekrana...

Bir gözüm pencereden dışarıda; kapalı, sisli-puslu havada... Diğer gözüm ise balkondaki saksılarda yem arayan kuşlarda… Seyrediyorum onları, zaman-zaman yazmaya mola vererek. İçimden geçenler karışmıyor yazdıklarıma:

"Ne kadar da güzel, pek de zarif canlılar... Ne kadar da çalışkan, gayretli yaratıklar... Ama görüyorum ki, bütün bu uğraşmalarına, çalışıp didinmelerine rağmen, yiyecek bir şey, kursaklarına atabilecekleri bir yem bulamıyorlar. Bu esnada devam ediyorlar tesbihlerine: Subbûhun Kuddûsun... diyerek"

O da ne; şimşek çakıyor sanki, dedim ve gerçekten çakmaya başladı. Ben halen yazıyorum. Lakin kelimeler garipleşiyor, kavramlar enteresan hallere bürünüyor. Cümleler hazin-hazin çağlıyor; bazen galeyana gelip coşuyor. Yazdığım kendi hikâyem ama, bana bir başka dünyaları hatırlatıyor. Yine de yorum için çok erken diyorum. Öyle bir an ki bu, (Türküm-Yörüküm ama) hiçbir kelimenin çadırında mola vermemeliyim, hiçbir lafzın-mefhumun otağında konaklamamalıyım. Öyle önüme gelen her duraktan, her menzilden yolcu da almamalıyım. Ne olur ne olmaz. Bir garip yolcu sandığın, karşına eşkıya olarak çıkabilir… Devir tekin değil çünkü… Hedefe varmak, menzil-i maksuda ulaşmak, sahil-i selamete kavuşmak için mutlaka yoluma aralıksız devem etmeliyim. Kelimeler bir acîb, yolcular bir garip!

Dışarıda rüzgâr gittikçe şiddetleniyor, çiseleyen yağmur nisbeten hızını arttırıyor. Sokaktaki insanlarda bir telaş başlıyor; hızlı, hatta koşar adımlarla sağa-sola dağılıyorlar.

Tarihi şehrin kurşunî kubbeleri, zarif minareleri, enfes kemerleri tarihin birer rasat-gözlem noktaları gibi serpilmişler dört bir yana... Asırlardır gök ehlini seyrediyorlar… Dinleyip anlayana lâhuttan haberler sunuyorlar.

Bir an gözüm tekrar balkona kayıyor. Kuşlar saksılarda yem aramaya devam ediyor. Lakin halleri bir başka değil, bin başka… Daha fazla dayanamıyor, elime, hanımın âşurelik buydaylarından arta kalan yemlerden bir miktar alıyor ve onlara doğru serpiştiriyorum. Hemen kapışıyorlar…

Avcumu tekrar dolduruyorum... Fakat enteresan, biraz evvel avucuma alıp fırlattığım yiyecekleri, şimdi kuşlar gelip elimden kendileri alıyor. İçlerinden bana iyice yaklaşıp, omzuma konanlar bile var. Tam da bu esnada, sanki kuşların görünmeyen minik kulaklarına bir şeyler fısıldıyorum... Yemini-yiyeceğini kapan kumru uçup gidiyor. Hiç açgözlülük yapanına rastlamadım. Kavgayla-gürültüyle, çekişip dalaşmayla pek değil hiç işleri-ilgileri yok. Belgesellerde seyrettiğim hayvanlara, özellikle de insanlara hiç benzemiyorlar… Şaşkınlıktan "hayret!" diye kıpırdıyor dudaklarım.

Penceremden, gökkubbenin alabildiğine uzayan boşluğuna bakarken, içindekileri, ay-güneş ve diğer gezegenleri hayâl ediyorum… Hatta Arş’ı-Kürs'ü, halen orada mevcut olan Cenneti-Cehennem'i tasavvur ediyor, Cemâl-i ilahiyi düşünüyor, aşk ve şevk ile yazıyorum. Bir diyardan başka diyara… Bir gönülden bir gönle, onun vesilesiyle bin gönle…

Gene balkona kayıyor gözlerim. Kuşlar gitmiş, yoklar. Havanın ağırlığını-kasavetini hissediyorum. Balkon kapısını kapatıyorum. Sanki birdenbire kelimelerin-kavramların büyüsü bozuluyor, üslubumdaki akıcılık kayboluyor.

Madde âleminden sıyrılıp mânâ âleminin derinliklerine daldığımda, his ve hayâl dünyamdaki düşünceler sanki canlı yayına geçmiş gibi manevi “fakr” halime yansıdığı anda, bir güvercin konuyor gene balkondaki saksılardan birine... Gagasıyla tık-tık vuruyor toprağa... Önümdeki masayı, üzerindekilerle beraber çekiyorum kenara... Sık-sık açılıp kapandığı için, aralanırken hiç ses çıkarmadan tereyağdan kıl çeker gibi sessizce açılan balkon kapımı yine açıyorum. Kumru hâlâ orada... Belki biraz daha yem bulabilirim diye, mutfağa yöneliyorum...

Bana öyle mânâlı-mânâlı bakıyor ki... Sanki kuş olan benim de, o bana bir şeyler vermek istercesine esrarlı bir bakış atıyor...

İkram edecek bir yem bulamayınca, ekmek kırıntılarıyla yetiniyorum ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldıyorum. Tebessüm misâli… O da istediğini, gönlünden geçeni almış gibi, arkasını dönüp kanatlarını çırpmaya başlıyor. Ben de, beni anladığına inanarak, sesleniyorum ardından:

"Ey boz renkli, al gözlü, boynu sedef benekli güzel! Haliku zû’l-Celâl olan Allah kanatlarına güç-kuvvet versin... Fena âleminin kanatsız beka yolcularına da zû’l-cenahayn (çift kanatlı) olmayı nasip etsin… Derman versin Uçmağa, sevgili kullarını Cemâliyle şereflendireceği o eşsiz mekâna, Cennet'e…" Amin.