Kelime olarak, ahdetme, söz verme, birinin hâkimiyetini kabullenme, ona bağlılığını sunma mânâsına gelen bîat; İslâm hukûkuna göre, hilâfet makamına geçen kişinin eli üzerine el koymak veya musâfaha etmek (el sıkışmak) yoluyla bağlılığını göstererek itâat edeceğine dâir söz vermektir.

Tasavvuf ıstılâhında ise bîat; müridin, mürşidine sâdık ve bağlı kalacağına, ona kayıtsız şartsız teslim olacağına, her dediğini itiraz etmeden yapacağına dair söz vermesidir. Bu maksatla tarîkat mensupları arasında düzenlenen merâsime de, ‘bîat merâsimi’ denir.

Bir başka târifle bîat; şeyhten el alıp söz vererek, onun dostuna dost, düşmanına düşman olmak... Gerek rahat-ferah ve gerekse sıkıntılı zamanlarda ona itâat edip emrinden dışarı çıkmamaktır. (1)



ASHÂBIN PEYGAMBERİMİZE BÎATİ

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir iş hususunda ashaptan bîat almak istediğinde, onlarla musâfahalaşır ve böylece ashâp, Resûlüllah’a (s.a.v.) verdikleri sözde duracaklarına dair itâat ve bağlılık için ahitte bulunmuş olurlardı.

İslâm hukukunda bîatin imama, yani Müslümanlar’ın devlet reisine yapılması gerekir. Halkın tamâmının bîatı, tatbikatta imkânsız olduğundan, devletin ileri gelenlerinin halkı temsîlen yapacakları bîatleri kâfi görülmüştür.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, ashâb-ı kiramdan muhtelif zamanlarda bîat almıştır. Meselâ Hicret’in altıncı yılında Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), ömre yapmak için 1400 Müslüman’la Mekke’ye doğru yola çıkmış; fakat Kureyş, Müslümanlar’ı Mekke’ye sokmak istemediğinden önlerine bir askerî birlik çıkarmıştı.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, Hudeybiye’ye kadar geldi. Anlaşmak için Hz. Osman’ı (r.a.) Kureyş’e elçi olarak gönderdi. Ancak onun dönüşü gecikince Peygamberimiz (s.a.v.), Semre denilen bir ağacın altında oturarak ashâbından, Osman öldürülmüş ise, ölünceye kadar Resûlüllah ile birlikte savaşacaklarına dair söz aldı. Onlar da kendisine bîat edip bu sözü verdiler.

Sonunda Hz. Osman (r.a.) geldi ve Kureyş ile Müslümanlar arasında on yıl süreli bir antlaşma imzalandı.


BÎATÜ’R-RIDVÂN

Hudeybiye Antlaşması’ndan önce Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e yapılan bîata, “Bîatü’r-Rıdvân” denilir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu bîat hakkında şöyle buyurulmuştur:

“(Ey Resûlüm, Hudeybiye gününde Rıdvan Bîatı ile) muhakkak ki sana bîat edenler (ölünceye kadar emir ve yasaklarına bağlılık ve teslimiyet sözü verenler), ancak Allâh’a bîat etmiş olurlar. Allâh’ın kudret ve yardımı, o bîat edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üstündedir. Onun için kim bîatından (verdiği sözden) cayarsa, ancak kendi aleyhine caymış olur. Kim de Allâh’a söz verdiği şeyi yerine getirirse, Allah da ona (kıyâmet gününde) büyük bir mükâfat verecektir(10).

“Andolsun ki o ağacın altında sana bîat ederlerken, Allah o mü’minlerden râzı olmuştur. (Allah) onların kalplerindeki doğruluk ve vefâyı bildiği için onların üzerine sekîne (mânevî huzur ve emniyet) indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi(18). (2)

“Yine onlara (yakında Hayber’de) alacakları birçok ganîmetleri mükâfat (olarak) verdi. Allah, her şeye gâliptir, hikmet sahibidir(19).” (3)


MEKKELİLER’İN BÎATİ


Fetihten sonra Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, Mekkeliler’i İslâmiyet üzere bîat etmeye çağırdı.

Mekkeliler, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimize bîat için toplanınca, o, Safâ tepeciğinin üzerine oturdu. Hz. Ömer (r.a.) de, Peygamberimiz’in (s.a.v.) yakınında durdu. Mü’minlerin ellerini tutup, güçleri yettiği kadar Allâh’ın ve Resûlü’nün emirlerini dinleyecekleri ve itâat edecekleri hakkında Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’e teker teker bîatlarını aldı. (4)

O gün, büyük-küçük bütün Mekkeliler geldiler. Henüz iman etmemiş olanlar da; Allâh’a iman, Allah’tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed’in (s.a.v.), Allâh’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet etmek sûretiyle Peygamberimiz’e (s.a.v.) İslâmiyet üzere bîat ettiler.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bîat alınırken, Hz. Ömer (r.a.), Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) emirlerini, bîat edecek olan mü’minlere ulaştırmakta ve duyurmaktaydı. Bu erkeklerin bîatı idi. (5)


DİPNOTLAR
(1) Ankaravî, Mir‘âtü’l-Makâsıd, 259, 268.
(2) Âyet-i kerimenin işaret ettiği bîat, Hudeybiye’de “Semre” ağacının altında yapılan “Rıdvan Bîati”dir. 1400 sahâbi, Kureyş’e karşı ölünceye kadar sevaşacaklarına yemin etmişlerdi. Haber verilen “yakın fetih” de, Hayber’in fethi olarak anlaşılmıştır.
(3) Fetih sûresi, 10, 18-19. Hakikaten, yine bir süre sonra Müslümanlar, fethedilen Hayber’de birçok ganimet elde etmi?lerdir. Allah Teâlâ, vâdetti?i fetihlerinden ilkini, yani Hayber’i ve ganimetlerini hemen bah?etmi?tir. Bu arada Hayberlilerin müttefikleri olan Esed ve Gatafan kabilelerinin de Müslümanlara hücumlarını önlemi?tir. Hudeybiye barı?ıyla Mekkelilerin taarruzunun da önü alınmı?tır.
(4) Taberî, Tarih, 3, 121; Zemahşerî, Keşşâf, 4, 95.
(5) İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3, 415; İbn-i Esîr, Kâmil, 2, 252.

***

Hanımların bîati ve önemli bazı öğütler

MÜSLÜMAN HANIMLAR NELERE, NASIL BÎAT ETTİLER?

“Hanımların bîatı” ile alâkalı olarak, hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûki es-Serhendî (k.s.) hazretlerinin,
“Kadınlara çok önemli öğütler”
başlığı altında sâliha bir hanıma yazdıkları bir mektubu(1) aynen nakletmek istiyoruz, okuyucularımızdan da dikkat ve hassâsiyetle okunmalarını önemle rica ediyoruz.

“Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

‘Ey Nebî!

İman eden kadınlar;


- Allâh’a hiç bir şeyi ortak koşmamak,

- Hırsızlık yapmamak,

- Zinâ etmemek,

- Çocuklarını öldürmemek,

- Elleriyle ayakları arasında bir iftirâ uydurup getirmemek,

- Herhangi bir iyilik işlemekte karşı gelmemek
hususunda sana bîat etmeye geldikleri zaman, bîatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile.

‘Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok rahmet edendir.’
(2)


Mekke’nin fethi günü, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, erkeklerle olan bîatı tamamladıktan sonra, kadınlarla bîat etmeye başladı.

Kadınlarla olan bîat, yalnızca sözle idi. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in eli, bîat eden kadınlardan hiç birinin eline değmedi.

Kötü ve seviyesiz huylar, kadınlarda erkeklerden daha çok bulunduğundan, Cenâb-ı Hak, erkeklerin bîatına nazaran kadınların bîatında fazladan şartlar koydu. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz de Allah Teâlâ’nın emrine uyarak, kadınları o kötü huylardan nehyetti.


HANIMLARIN BÎATINDAKİ İLK ŞART

Birinci şart: Allah Teâlâ’ya ne vâcibü’l-vücûdunda yani varlığının mutlak gerekli olması, var olmayışının mümkün bulunmaması hususunda, ne de ibâdet edilmeye lâyık ve müstahak oluşunda hiçbir şeyi ortak koşmamaktır.

Bir kimsenin ibâdeti-ameli riyâdan, süm’adan (görsünler-duysunlar düşüncesinden) ve Allah Teâlâ’dan başkalarından sözle/övmekle de olsa karşılık beklemekten uzak ve temiz olmazsa, o amel şirk dâiresinin-çemberinin dışında değildir. O ameli yapan da, hâlis bir muvahhid yani tevhid ehli olmaz; ihlâs sahibi bir mü’min olarak addedilmez.

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bu mânâda şöyle buyurdu: ‘Ümmetimde şirk; karanlık gecede, kara taşın üzerinde yürüyen kara karıncanın ayak izinden daha gizlidir.’

Şiir meali: Şirksiz olma sözü, karanlık gecede bir karataş üstündeki karınca izinden daha incedir!

Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuşlardır: ‘Şirk-i asğardan (küçücük şirkten dahi) sakınınız.’

Sordular:
‘Bu küçücük şirk nedir yâ Resûlellah?’
Buyurdular:
‘Riyâdır!’

Şirk merâsimlerine, küfür törenlerine tâzim etmek yani müşriklerin-kâfirlerin, gayr-i müslimlerin kutladıkları bayram-seyran ve sair hususi günlerinde onların yaptıklarını yapmak, tebrikleşmek, âdetlerine uymak, gösterilerini gönülden tasvip edip seyretmek de şirkte sağlam bir basamaktır. Zira iki ayrı dini tasdik eden, şirk ehlinden sayılır. İslâm ahkâmını küfürle biraraya getirmeye teşebbüs eden müşriktir.

Küfürden teberri etmek (ondan yüz çevirmek), İslâm’ın şartıdır; şirk şâibelerinden (leke ve izlerinden) kaçınmak ise tevhiddir (Allâh’ın birliğine, eşi ve benzeri olmadığına inanmaktır).

Câhil Müslümanlar arasında yaygın olduğu gibi, hastalıklardan, sıkıntı ve dertlerden kurtulmak için, putlardan ve tâğuttan (kâhin-medyum, cin ve şeytanlardan) medet umup yardım istemek sapıklıktır ve aynen şirktir. Yontulmuş taşlardan (heykellerden) ihtiyaçlarını talep etmek de, yine küfrün ta kendisi olup Vacibü’l-Vücud olan Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerini inkârdır. Nitekim Allah Teâlâ, bazı dalâlet ehlinin hâlini açıklarken şöyle buyurdu:

‘(Resûlüm!) Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri (dıştan Müslüman görünüp hakikatte imansız olanları) görmedin mi? Tâğûta (münâfıklara, kâhinlere, medyumlara, şeytâna) inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, (Resûlüllâh’ın huzurunda değil de) tâğûtun (münâfıkların reisi Ka’b bin Eşref’in) önünde muhâkemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.’(3)

Kadınların çoğu, bu husustaki büyük cehâletlerinden dolayı, men’edilip yasaklanmış olan bu (tâğut’tan) yardım isteme işine müptelâdır (tutkundur)lar ve müsemmâdan hâlî olan (istenilenleri yapmaktan âciz olan) bu isimlerden (tâğût’tan) belâların def’ini talep ederler... Şirkin ve şirk ehlinin tören ve merâsimlerine katılmaya, onların âdet ve geleneklerini yapmaya pek hevesli ve pek düşkündürler. Bilhassa, Hindistan kadınları arasında, setîle diye bilinen cederî marazının (çiçek veya benzeri kabarcıklı bir hastalık) ortaya çıktığı günlerde, anlatılan bu çirkin fiil, kadınların iyisinde de kötüsünde de duyulup görülmektedir. Öyle ki; Allah Teâlâ’nın korudukları hâriç, şirkin bu inceliklerinden temiz kalabilen, müşriklerin-kâfirlerin törenlerinden bir törene gitmeyen tek bir kadın bile bulamazsın!

Hindistanlılar’ın önem ve değer verdikleri günlere [Ateşperestlerin Nevruz günlerine, Hıristiyanların Noel yortularına, yılbaşı gecelerine ve diğer paskalyalarına] saygı göstermek [kutlamalarda bulunmak], Yahûdilerce meşhur olan gün, örf ve âdetlere uyup (tebrikleşmek ve hediyeleşmek) küfrü îcap ettiren, şirki gerektiren (sıfatlara sahiptir). Nitekim câhil Müslümanlar’ın, hususiyle de kadınların, kâfirlerin belli günlerindeki tören ve merâsimlerini icrâ edip âdet ve geleneklerine uydukları görülmektedir. Gayr-i müslimlere âit bu günleri, kendileri için de bayram kabul edip kızlarının ve kardeşlerinin evlerine, müşriklerin hediyeleri gibi, [Hıristiyanlar’ın yılbaşı hediyeleri benzeri] hediyeler gönderiyorlar. Kab kacaklarını da kâfirler gibi o günlerde boyuyor ve onları, kırmızı pirinçle doldurduktan sonra hediye olarak yolluyorlar... O günlere (ve o günlerdeki bu gayr-i İslâmî âdetlere-geleneklere) tam mânâsı ile dikkat ve itina gösteriyorlar. Bütün bu anlatılanlar ise şirk (sıfatlarını taşıyan fiiller)dir ve Allâh’ın dinine karşı küfür (kokusu bulunan hâl ve davranışlar)dır. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

‘Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allâh’a iman ederler.’(4)

Kendilerine adanmış olarak, şeyhlerin kabirleri başında onlar için adak diye kesilen kurbanları da, fıkhî rivâyetlerde âlimler, şirke dâhil edip bu mes’elenin üzerinde hassâsiyetle durdular... Ve bunu, şerîatça men’edilen cinne tapanların kestikleri cinse katıp, şirk dâiresine dâhil ettiler. Kendisinde şirk şâibesi (eseri, izi) olduğu için, bu amelden de sakınmak gerekir. Zaten bunun dışında adak yolları da çoktur. O halde neden dolayı bu şekilde hayvan boğazlanıp da, cinne tapanların cin için kestiklerine benzetilip onlara katılınsın? [Hâsılı, böyle bir uygulamaya ihtiyaç da, lüzum ve zarûret de yok.]

Kadınların, şeyhler için niyet ederek tutukları oruçlar da böyledir. Bunların yani böyle amellerin isimlerini de ekseriyetle kendiliklerinden uydururlar; onların niyeti ile de oruç tutarlar. Her günün iftarı için hususî hazırlıklar yapar, oruç için günler tâyin ederler. Maksat ve isteklerini de bu oruçlara bağlayıp, onlar sebebiyle o şeyhlerden ihtiyaçlarının yerine gelmesini talep ederler. (Arzu ve isteklerine kavuştuklarında ise) sanırlar ki, işlerinin yerine gelmesi bu tuttukları oruçlardandır. Halbuki böyle bir fiil (hatta inanç ve düşünce), Allâh Teâlâ’nın ibâdetinde ona başkasını ortak etmektir. Ona yaptığı ibâdet vâsıtasiyle, ihtiyaçların giderilmesini başkasından istemektir. Bu işin çirkinliğini anlamak lâzım.

Bir hadis-i kudsîde şöyle geldi:

‘Oruç benim içindir; onun mükâfatını ancak ben veririm.’

Yani, oruç bana mahsustur; oruçta başkasının bana ortaklığı olamaz, demektir.

Her ne kadar Cenâb-ı Hakk’a bütün ibâdetlerde başkasını ortak etmek câiz olmasa da, bunun oruca tahsis edilmesi, ona ihtimam göstermek ve ondan ortaklığı atmayı te’kid etmek (sağlamlaştırmak) içindir.

Bu fiilin çirkinliği (anlatılıp) ortaya konulduğunda, bazı kadınlar, ‘Biz bu oruçları Allah için tutarız. Yalnızca onun sevâbını şeyhlerin ruhlarına hediye ederiz’ derler. Böyle bir söz, onlardan gelen bir hiledir, aldatmacadır. Eğer bu söylediklerinde doğru iseler; oruç için günlerin tâyinine, hususî yemeklere, iftarda çeşitli çirkin hâllere neden ihtiyaç duyarlar?

Onlar, çok kere iftar vaktinde birçok haramları işlerler. Haram olan şeylerle de oruç açarlar... Muhtaç olmadıkları halde dilenirler ve o dilenerek aldıkları ile iftar ederler. İhtiyaçlarının (isteklerinin) yerine gelmesini de, bâhusus bu haramların işlenmesinden dolayıdır, diye zannederler. Bu (düşünce), sapıklığın ta kendisidir. Mel’un şeytanın aldatmacasıdır.

Allah muhâfaza buyursun.


HANIMLARIN BÎATINDAKİ İKİNCİ ŞART

Kadınların bîatındaki ikinci şart, hırsızlık etmemektir.

Hırsızlık büyük günahlardandır. Bu kötü huy da, ekseriyetle kadınlarda bulunur. Neredeyse, bundan kurtulan kadın yok denecek kadar azdır. Bunun içindir ki onlarla yapılan bîatta, “hırsızlık yapmamaları” da şart koşuldu.

Çünkü, kocalarının mallarında onların izinlerini almadan harcamalar yapan, hiç sakınıp çekinmeden, korkmadan onları telef eden kadınlar, hırsızlar sınıfına girerler. Diğer bir ifadeyle bu husus, Allah Teâlâ’nın korudukları hâriç, bütün kadınlarda sâbittir; bu hıyânet onların hemen hepsinde var gibidir. Keşke bunu günah ve hâinlik olarak addetselerdi... Zira onların, bu günâhı helâl saymaları korkusu da gâliptir. Bu yüzden de onların hâlinde küfür korkusu daha çoktur.

Bu kötü işin, kadınlar hakkında küfürde sağlam bir basamağı vardır. O da, böyle bir hırsızlığı helâl saymalarının yaygın olmasındandır. İşte bu alâka sebebiyledir ki, mutlak hikmet sahibi ve şânı yüce olan Allah Teâlâ, şirki nehyettikten sonra, kadınlara hırsızlığı da yasakladı. Bu günah kadınlar hakkında, (şirkten sonra) diğer büyük günahların en kötüsüdür.

Kocalarının mallarını alma işinin sık sık olması sebebiyle, kadınlarda hıyânet melekesi hâsıl olup hırsızlığa alışınca; başkalarının mallarında da tasarruf etmeyi kötü görmemeye başlarlar. Hâl böyle olunca, kocaları dışındaki insanların mallarında da tasarrufa geçip hırsızlık yapmaları uzak bir ihtimâl olmaz. Dolayısıyla sakınmadan, hıyânetle başkalarının mallarını da çalarlar. Azıcık bir düşünceyle bu mânânın açık olduğu görülecektir.

Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılmıştır ki; kadınları hırsızlıktan nehyetmek, İslâm dininin en mühim düsturlarındandır.

Şirkin kötülüğünden sonra, hırsızlığın çirkinliği de böylece ortaya çıkmış oldu.


BU MESELEYE DÂİR İLÂVE BİLGİ

‘Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, bir gün ashâba sordu:

– Hırsızlığın en kötüsü nedir bilir misiniz?
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dediler.
Bunun üzerine, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
– En kötü hırsızlık, namazından çalanın hırsızlığıdır. Yani, namazının erkânını tam yapmaz; onu kemâl üzere edâ etmez.’


‘En kötü hırsız’lardan olmamak için, yukarıda anlatılan hırsızlık gibi, bu hırsızlıktan da kaçınmak zarurîdir.

Namaza niyet, kalp huzuru ile olmalıdır. Zira niyet hâsıl olmadan amel sahih olmaz.(5) Namazda okunan Kur’an sıhhatli, (harflerin mahreç ve tecvidine riâyet edilerek) okunmalıdır.

Rüku’un, sücûdun, kavme ve celsenin edâsı da itmi’nan ile olmalıdır. Yani rüku’dan kalkarken, tam doğrulmalı; bir tesbih okuyacak ‘sübhânallâh’ diyecek kadar öyle durmalıdır. İki secde arasında da yine bir tesbih okuyacak kadar oturmalıdır. Böylece kavme ve celsede itmi’nan tahakkuk etmiş olsun (organlar durulup yerleşerek vücut sükûnet ve istikrâr bulsun).

Kim ki bu şekilde yapmaz yani namazını anlatıldığı gibi rükünlerine dikkat ederek kılmazsa, şüphesiz kendisini hırsızlar grubuna sokmuş ve tehdit altına girmiş olur.


HANIMLARIN BÎATINDA ÜÇÜNCÜ ŞART

Kur’ân-ı Kerim’de, kadınların bîatında açıkça belirtilen üçüncü şart, zinâdan nehiydir; yani onlardan, zinâ yapmamalarının istenmesidir.

Kadınlarla yapılan bîatın bu şartla da tahsîs edilmesinin sebebi; zinâ fiilinin vukûu, yani çoğunlukla bu işin ancak onların rızâları ve kendilerini erkeklere arz etmeleri ile olmasındandır. Bu işte, kadınlar daha öndedir; bunun meydana gelmesinde onların rızâları mûteberdir. Dolayısıyla kadınlar, bu çirkin fiilden daha kuvvetli bir şekilde men’edilmişlerdir.
Bu fiilde, erkekler kadınlara tâbidir. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Mecid’de Hak sübhânehû, zinâ eden kadını, zinâ eden erkekten önce zikretti ve şöyle buyurdu:

‘Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurun. Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allâh’ın dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu tutmasın!’(6)

Bu çirkin fiil, dünya ve âhiret hüsrânını mûciptir. İstisnâsız bütün dinlerde kötü ve iğrenç görülmüştür.

Ebû Huzeyfe (r.a.) Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’den şöyle rivâyet etmiştir:

‘Ey insanlar! Zinâdan sakınınız; zira onda altı haslet vardır ki, bunların üçü dünyada, üçü de âhirettedir.
Dünyada olanlar şunlardır:
1. Zinâ, insanın değerini, nûrâniyet ve parlaklığını-güzelliğini giderir.
2. Fakirlik getirir.
3. Ömrü kısaltır.
Âhirettekilere gelince, bunlar da;
1. Allah Teâlâ’nın gadabıdır.
2. Kötü bir şekilde hesap vermektir.
3. Cehennem azâbıdır.’


Yine Peygamberlerin sonuncusu Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:

‘Gözlerin zinâsı, yabancı kadınlara yani nikâhlısı olmayan hanımlara bakmak; ellerin zinâsı, yabancı kadınlara dokunmak; ayakların zinâsı da, yine bunlar gibi, yabancı kadınlara gitmektir.’

Allah Teâlâ ve Tebârek hazretleri şöyle buyurdu:

‘(Resûlüm!) Mü’min erkeklere; gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdârdır.’(7)

Yine Cenâb-ı Hakk, ‘Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler’(8) buyurdu.

Bilinmesi gerekir ki; kalp, göze tâbidir. Göz, harama bakmaktan sakınmadığı takdirde, kalbin korunması güçtür. Kalp öyle şeylerle meşgul olmaya devam ettiği müddetçe de, nâmusu korumak zordur. O halde, iffet ve nâmusu muhâfazanın kolay olabilmesi için, gözleri haramlardan korumak zarûridir.

Kur’ân-ı Mecîd’de mü’min kadınlar –kalplerinde hastalık bulunan erkeklerin tama’ etmemeleri, onlara karşı kötü niyet kurmamaları için– yabancı erkeklerle konuşurken, ahlâksız kadınlar gibi (işveli-cilveli) yumuşak bir üslupla konuşmaktan men’edildi... Ve bilakis, âdet olduğu tarzda (normal bir üslupla), herhangi bir arzu ve yanlış düşünceye sevketmeyecek şekilde konuşmaları emredildi.

Kezâ tahrik unsuru olmaması için, mü’min kadınlara, zînetlerini yabancı erkeklerin yanında açıktan takınmaları (onları göstermeleri) de yasaklandı.

Ve yine gizli zînetlerinin, meselâ halhal ve benzeri süs eşyalarının bilinmemesi için, kadınların, yürürken ayaklarını yere vurmaları da yasaklandı. Zira bu şekilde ayakları yere vurarak sert adımlarla yüründüğünde, onlar hareket eder ve şıngırdayarak ses çıkarırlar. Bu da erkeklerin kadınlara meylini mûcip olur.

Velhâsıl; her ne şey ki insanı günâha çekicidir, o şey kötüdür ve yasaklanmıştır. Haramlardan selâmette kalabilmenin kolaylaşması için, onların başlangıç ve öncülerine dahi ihtiyatla yaklaşıp işlememeye çalışmak lâzımdır. [Meselâ zinâ bataklığına düşmemek için, bu iğrenç fiile başlangıç ve öncülük eden bakma, dokunma, öpme gibi davranışlardan da uzak durmak gerekir.] Yegâne koruyucu, Allah sübhânehûdur. ‘Benim muvaffâkiyetim (başarım), ancak Allâh’ın yardımı iledir. Yalnız ona tevekkül ettim ve yalnız ona döneceğim.’(9)

Şu husus da gâyet açıktır ki; yabancı bir kadının, diğer bir kadına şehvetle bakması ve ona dokunup okşaması tıpkı yabancı erkek gibidir. O bakımdan kadının, kocasından başkası için – ki bu “başkası” ister erkek, ister kadın olsun ona karşı– süslenmesi câiz değildir. Nitekim, erkeklerin de tüysüz delikanlıya şehvet nazarı ile bakmaları ve aynı duyguyla onlara dokunmaları haramdır.

Kezâ, kadınların kadınlara (yani biribirlerine) şehvetle bakmaları ve onlara bu duyguyla dokunmaları da haramdır. Bu inceliğe de hassâsiyetle riâyet edilmesi gerekir. Çünkü bu davranışlar, insanı dünya ve âhiret hüsrânına sürükleyecek, çok geniş bir yoldur. Bir erkeğin kadına ulaşması; iki sınıf arasında bulunan zıddiyet yani cinsiyet farkı ve bir takım engeller sebebiyle zordur. Ama kadının kadına ulaşması böyle değildir, onların beraber olabilmeleri kolaydır. Bundan dolayıdır ki; kadınların, erkeklerle olabilecek tehlikelerin yanında, hemcinsleriyle meydana gelebilecek bu nevi davranışlardan da uzak kalmaya daha çok riâyet etmeleri gerekir.

Hâsılı; kadının kadına, erkeğin kadına, kadının erkeğe şehvet duygularıyla bakmasının ve dokunmasının yasaklandığını (bunun dînen haram olduğunu) çok açık bir şekilde anlatmak lâzımdır.


HANIMLARIN BÎATINDA DÖRDÜNCÜ ŞART

Kadınların bîatındaki dördüncü şart, evlatlarını öldürmekten nehiydir, yani çocuklarını öldürmemeleridir.

Cahiliye devri kadınları, fakirlik korkusu ile kız çocuklarını öldürüyorlardı.

Bu çirkin iş; haksız yere bir insanı öldürmek olduğu gibi, yine büyük günahlardan olan sıla-i rahmi yani akrabalarla alâkayı da kesmek gibidir.


HANIMLARIN BÎATINDA BEŞİNCİ ŞART

Kadınların bîatında anlatılan beşinci yasak şart ise, bühtan ve iftirâdır.

Bu kötü huy da yine, kadınlarda daha çok olduğundan, hususiyle onlar bundan men’edildi. Bu sıfat, çirkinlik itibarı ile kötü sıfatların en fenası, rezil huyların da en berbatı, en bayağısıdır. Çünkü o, bütün dinlerde haram ve iğrenç olan yalanı içinde barındırmaktadır.

Ve yine iftira, müminlere eziyeti de içine almaktadır onlara ezâ ve cefâ vermektir, bu ise haramdır. Kezâ iftirâ ve bühtan, yeryüzünde fesâda-karışıklığa sebep olur ki, bu da haramdır ve yasaklanmıştır. Çirkinliği ve haramlığı, Kur’ân-ı Kerim’de gâyet açık ve kesin bir şekilde açıklanmıştır.


HANIMLARIN BÎATINDA ALTINCI VE SON ŞART

Altıncı şart; Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem’e (yasakladığı şeylerde) itâatsizlik, yapılmasını emrettiği bütün iyiliklerde de muhâlefet etmemeleridir.

Bu şart; namaz, oruç, zekât, hac gibi bütün emirlere uyup onları gereğince yerine getirmeyi, şer’î yönden gelen bütün yasaklara da riâyet etmiyi içine almaktadır.

Allah Teâlâ’ya ve onun katından gelenlere imandan sonra, İslâm, zarûri olarak bu dört rükün (namaz, oruç, zekât ve hac) üzerine kurulmuştur. O bakımdan, beş vakit namazın tembellik etmeden, ara vermeden, ciddiyetle edâ edilmesi gerekir.

Kezâ, bir minnet borcu kabul ederek, zekâtın da sarf edilecek yerlerine verilmesi lâzımdır.

Bir senelik günahlara keffâret olan ramazan ayı orucunu da tutmak gerekir.

Aynı şekilde, İslâm’ın rükünlerinden olan hac vazifesinin de edâsı lâzımdır. Hac öyle bir ibâdettir ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz onun hakında şöyle buyurmuştur: ‘Hac, îfâ edilmezden önce işlenen günahları yok eder.’ Binâenaleyh bu vazifeyi de îfa etmeli ki, İslâm binâsının inşâsı tamamlanmış olsun.

Ve yine bunlar gibi, mutlaka vera’ ve takvâ (her türlü günahtan, haram ve şüphelilerden sakınmak) da lâzımdır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz buyurdu ki:

‘Dininizin direği vera‘dır.’

Vera’ ise, dînen yasaklanan işlerin terkinden ibârettir. Binâenaleyh sarhoşluk veren maddeleri almaktan, yiyip içmekten sakınmalı; böyle şeyleri şarap gibi haram ve kötü addetmelidir.

Keza gına’dan yani şarkı-türkü-çalgı gibi hevâi şeylerden de kaçınmak zarûridir. Çünkü bunlar, oyun ve eğlence nev’ine dâhildir ve haramdır. Haberde geldi ki, “Gına’ zinânın efsunudur.” [Yani nefsin hevâî arzularına hitâp eden şarkı-türkü-çalgı gibi haller, âdeta kişiyi zinâya götüren büyü ve sihir gibidir.]

Gıybetten, nemîmeden (söz taşımaktan) de sakınmak lâzım. Bunlar yasaklanmıştır.

Maskaralıktan (başkalarıyla alay etmekten) ve bir mü’mine sıkıntı vermekten de kaçınmak zarûridir. Zira, her ne şekilde olursa olsun, bir mü’mine eziyet etmek, onu alaya alıp eğlenmek yasaktır.

Uğursuzluğa itibar etmek ve onun tesirine inanmak da münâsip değildir. [Mü’min, böyle şeylere inanmamalıdır.] Her hastalığın, mutlaka bir şahıstan diğer şahsa geçeceğine inanmak da doğru olmaz. Zira Muhbir-i Sâdık Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, her iki hususa mutlak mânâda inanmaktan men’edip şöyle buyurdu: ‘Ne şu’m tutma, ne de (mutlak mânâda) geçme vardır.’ [Yani Müslümanlıkta uğursuzluğa inanmak ve her hastalığın sağlam bir kimseye mutlaka geçmesi diye bir şey yoktur. Bununla birlikte tehlikeli yerlerden, şüpheli şeylerden kaçınmak, bulaşıcı hastalıklara yakalanmamak için tedbir almak gerekir. Çünkü sıhhate itina etmek, sağlığa dikkat ve hassâsiyet göstermek, farzların en önde gelenidir.]

Kâhinlerin ve müneccimlerin sözlerine itibar etmemeli; bunlara gaybe dair işler sorulmamalı ve gayble alâkalı meselelerde onların bilgileri olacağına inanmamalıdır. Bu hususta da çokça yasaklar gelmiştir.

Sihir yani büyü yapmaktan ve yaptırmaktan da sakınmak gerekir. Zira böyle bir şey, kesin olarak haramdır. Bunun küfürde sağlam bir basamağı vardır. Hiçbir büyük günah, sihirle meşgul olmak kadar insanı küfre yaklaştırıcı değildir. O bakımdan, sihirle alâkalı en ince, en küçük bir şeyi dahi işlememek ve ona bulaşmamak için, bu mevzûda çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak lâzımdır.

Bir rivâyette şöyle geldi:

‘Müslüman, Müslüman olarak kaldıkça, kendisinden sihir sâdır olmaz.’

Ondan iman yok olduğu zaman –ki bundan Allah sübhânehûye sığınırız– kendisinden sihir sâdır olabilir. Sihir ve imandan her biri, sanki birbirinin nakîzı (zıddı) gibidir. Sihir vâki olunca, iman kalmaz. O bakımdan, bu işin kötülüğü sebebiyle imana bir halel (bozukluk) gelmemesi ve İslâm’ın elden çıkmaması için, bu inceliğe riâyet etmek gerekir.

Hâsılı; muhbir-i sâdık Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz her ne emretmiş, şerîatla alâkalı eserlerinde âlimler her neyi açıklamışsa, onlara göre amel edebilmek için, canla-başla çalışmak gerekir. Onların aksine hareketin ise; insanı ebedî ölüme götüren öldürücü zehir, çeşit çeşit sonsuz azapların içine düşüren bir davranış biçimi olduğuna inanmak lâzımdır.

Bîate gelen kadınlar, anlatılan bu şartları kabul edince; Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, onların mücerred sözü ile bîatlerini kabul etti. Allah’ın (celle ve alâ) emri ile de, onlar için istiğfârda bulundu. Bir cemaat hakkında, Resûlüllah’ın (s.a.v.) istiğfârı vâki olunca; onların bağışlanacağına, bu isteğin kabul olunup o cemaatin mutlaka mağfiret olunacağına dair ümit ise tamdır.

Ebû Süfyân’ın zevcesi Hind (r. anhümâ) de bu bîat eden kadınlar arasındaydı, hatta onların başkanı idi. Onların nâmına konuştu. Bu istiğfâr, onun hakkında dahi, çok büyük bir ümittir. Hangi kadın olursa olsun; bu şartları kabul edip gereğince de amel ederse, hükmen bu bîata dâhildir; bu istiğfârın bereketlerinden ona da (isâbet edeceğine dâir) ümit vardır.

Allah Tebâreke ve Teâlâ hazretleri şöyle buyurdu:

‘Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin!’(10)

Şükür, şer’î hükümleri kabul edip onların îcâbına göre amel etmekten ibârettir.

Necât ve halâs (tam mânâsı ile kurtuluş) yolu, i’tikad ve amelde şerîat sahibi (aleyhi ve alâ âlihi’s-salâtü ve’s-selâm) Efendimiz’e tâbi olmak, (her hususta ona uymaktır).

Üstâz ve şeyh (Resûlüllah Efendimiz’in vârisi bulunan mürşid-i kâmiller), ancak şerîata delâlet (onun yolunu-yordamını göstermek) içindir... Onların bereketi ile i’tikad ve amelde kolaylık elde etmek içindir. Yoksa, müridler dilediğini yapacak, canının istediğini yiyecek, sonra şeyh onlar için cehenneme karşı perde olup kendilerini azaptan koruyacak demek değildir. Böyle bir şey, sırf (sadece kuru bir) temenniden ibârettir.

Orada yani âhirette Allâh’ın izni olmadan hiçbir kimse (bir başkasına) şefaat edemez. Kim ki murtazâdan yani Rabb’inin râzi olduğu zümreden değilse, orada ona hiç kimse şefaatte bulunamaz. Murtazâ zümresinden olabilmek ise, ancak şerîatın gereğince amel etmekle olur. İşte bu şekilde murtazâ olan kişiden, beşeriyet iktizâsı olarak yani insan olması hasebiyle bir hata meydana gelirse, ancak onun şefaatla kurtulması mümkündür.

Eğer sorulursa ki:

– Hangi itibara göre günahkâr bir kimseye ‘murtazâ’ demek mümkün olur?

Şöyle cevap veririm:

– Hak sübhânehû, bir kimsenin bağışlanmasını murâd ettiğinde, onun affı için bir vesîle meydana getirir (bir sebep yaratır). Böyle bir kimse, her ne kadar zâhirde günahkâr da olsa, hakikatte murtazâdır.

Muvaffak olmak (başarıbilmek) ancak Allah sübhânehûdandır, onun yardımı iledir.

“Ey Rabb’imiz! Bize ledünnünden (İlâhi hazînenden) bir rahmet ver ve bize, işimizden (sıkıntılı durumlarımızdan kurtulmak üzere) bizim için bir muvaffâkiyet hazırla.” (11)


DİPNOTLAR
(1) el-Mektûbât, 3, 41.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Mümtehine sûresi, 12.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 60.
(4) Kur’ân-ı Kerim, Yûsuf sûresi, 106. Cahiliye devrinde de Arabistan halkında tek ilah inancı vardı. Ancak, çe?itli ?ekillerde Allâh’a ortak ko?uyorlardı. Mekkeliler, “Melekler Allâh’ın kızlarıdır” diyor; bir kısım mü?rikler de, “Allâh’a yakınla?mak için putlara tapıyoruz” derlerdi. Hıristiyanlar, “?sa Allâh’ın o?ludur” derken, Yahûdîler de, “Üzeyir Allâh’ın o?ludur” diyorlardı. Böylece insanların ço?u, Allâh’a ortak ko?tukları halde inandıklarını sanıyorlardı. ??te, yukarıdaki âyet-i kerimede bunlara ve kıyâmete kadar gelecek bu çizgideki sapkınlıklara i?âret olunmaktadır.
(5) Bir başka mektuplarında da, namaza dille niyet etmenin bid’at olduğunu ifade ederler ve niyetin mutlaka kalple yapılması, bu işe dilin karıştırılmaması gerektiğini hatırlatırlar.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Nûr sûresi, 2.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Nûr sûresi, 30.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Nûr sûresi, 30.
(8) Kur’ân-ı Kerim, Hûd sûresi, 88.
(9) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 147.
(10) Kur’ân-ı Kerim, Kehf sûresi, 10.
(11 ) Kur’ân-ı Kerim, Kehf sûresi, 10.