Sayın Yılmaz Öztuna,

4 Eylül 1987 tarihli Halka ve Olaylara Tercüman gazetesinde, Tarihçi Gözüyle sütununuzda neşrolunan, “Cevaplar” başlıklı yazınızdaki, Masonluğun Müslümanlığa halel getirmeyeceğine dair sözleriniz ve daha önceki yazılarınızda zaman zaman tekrarladığınız ve hiçbir delile dayanmayan “Allah’la kul arasına girilmez” kavl-i mücerredi ile alâkalı tedkiklerimi aşağıda bilgilerinize arz ediyorum. “Tedkiklerimi” diyorum; çünkü maksadım -devamlı bir okuyucunuz olarak- tenkid değil, bu hususta sizlere, “karınca kadrince” yardımcı olabilme gayretimden ibarettir. Bunu bilhassa bilmenizi rica ediyorum.

Yazılarınızı zevkle-şevkle okuyor ve ihtisasınız dışındaki bazı meselelerdeki görüşleriniz hariç, tesbit ve teşhislerinize gönülden iştirak ediyorum. İhtisasa olan saygınızı bildiğim için de, bu tedkiklerimi gönderme cür’et ve cesaretini gösterdim... Mukabil tedkik ve tenkidleriniz olursa, gerek sütununuzda ve gerekse hususi olarak, beklerim.

*** 
MASONLUĞUN MÜSLÜMANLIĞA ZARARI OLMAZ MI?

Her şeyden evvel “Zıtlar ictima’ etmez” kâidesince, birisine müsbet (pozitif) diğerine menfî (negatif) tabir edebileceğimiz Müslümanlıkla Masonluğun bir arada bulunması mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Allah, bir adamın içinde iki kalb yaratmadı...” (1) buyuruyor. Yani hiç kimseye iki vicdan verilmemiştir ki, birine iman, öbürüne küfür ve zulmet doldursun... Binaenaleyh bir insan, hem nihâi gâyesi kanun, mülkiyet ve dini ortadan kaldırmak olan bir cemiyete üye, hem de Müslüman olamaz... Zira Masonluğun nihâhi gâyesi, başta din olmak üzere kanun ve mülkiyeti de ortadan kaldırmaktır.

Bakınız, masonlukta 33’üncü dereceye kadar derin tedkiklerde bulunmuş bir zat olan Fransız Leo Taxil(2) Farmasonluk hakkında yazmış olduğu, “Les mysteres de la Franco Maçonnerie” isimli eserinde, 33’üncü dereceye çıkarılan bir Masona, -ki bunların meclisine âli meclis, bu meclisin azalarına da yüksek hâkim, müfettiş hâkim deniyor- ne yapması lâzım geldiğine dair verilen talimatı şöyle ifade ediyor:

“Büyük mâsum üstâdımızı(3), mâsum olarak dünyaya gelen ve haklarını tamamiyle, kemâliyle kullanması icap eden üstâdımızı katlettiler. Bu üç büyük katil şunlardır:

a) Kanun,

b) Mülkiyet,

c) Din...”

Görüldüğü üzere Masonluğun en son derecesi olan 33’üncü dereceye çıkan bir Masona verilen talimatta, ona, üç düşman hedef olarak gösteriliyor. Birisi kanun, öbürü mülkiyet, diğeri din.

Devam ediyor: “Kanun; çünkü o, mücerred insanla cemiyet içindeki sosyal insan arasındaki hakları âhenkli bir şekilde temin edememiştir. Bu sebeple kanun katildir.

“Mülkiyet... Zira yeryüzü hiç kimseye ait değildir. Onun mahsulleri herkese aittir. Şu şartla ve şu ölçüde ki, herkesin kendi hakiki ihtiyaçları nisbetinde...

“Din; çünkü din, dâhî insanların felsefelerinden ibarettir.”
Yani demek istiyor ki; semâvî-İlâhî bir menşe’leri yok... İnsan kafasının-beyninin mahsulleri...


Taxil açıklamalarını şöyle sürdürüyor:

“İnsanı en kıymetli haklarından tecrid ettikleri için bunlar, o katillerdir ki, onlara karşı hükmettik; intikamların en şiddetlisini almak üzere karar verdik. Bunlar o düşmanlardır ki, onlara karşı biz, ölesiye-kıyasıya bir muharebeye karar verdik...”

Şimdi(4) Rusya’dan başlayarak Masonluğun hedef aldığı düşmanlarla, komünizmin hedef aldığı düşmanlar arasındaki münasebet ve alâkayı ele alalım.

Rusya’da Francmaçonnerie’nin Çar’a ve Çar’ın yanında Ortodoksluğun mümessili olarak taşıdığı Rasputin’e karşı yaptığı mücadelede (ki onunla mücadele edelim, onu yıkalım derken) Karl Marks’ın gâyelerini nasıl tahakkuk ettirdiği ve Karl Marks’ı kullanmak suretiyle Rusya’da hem Çar’ı, hem Ortodoksluğu, yani hem dini hem de mülkiyeti... hâsılı her şeyi nasıl yıktığı bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir.

Rusya’dan yayılan bu beynelmilel (uluslararası) komünizmin nasıl Çin’e atladığı, oradan da nerelere sıçradığı malumdur. Hâlen de (80’li yıllar) görüyorsunuz; Asya’nın Afrika’nın ve Amerika’nın birçok devletlerine atlıyor. Âkıbet nereye kadar varacak belli değil.

Hiç şüphe yok ki; cemiyetleri, sözde, dinin tesirlerinden kurtarmak, insanları daha iyi bir dünyaya, nihâi olarak da bir dünya devletine kavuşturmayı hedef alarak faâliyet gösteren Masonluğun, ne derece ifrat hareketlere giriştiği mâlum... Ancak, aşağı derecelerde bulunanlar bunu bilmiyorlar. Onlara, başka hedefler, tamamiyle insanî gâyeler gösteriliyor. Ama yavaş yavaş, onu, bütün maddî ve mânevî değerlerinden tecrid ettikten sonra, 33’üncü dereceye çıkarılabileceğini anladıkları anda, kendilerine verilen talimat budur. O bakımdan çok iyi düşünmek ve bu cemiyeti buna göre değerlendirmek gerekir.(5)

Bu durumda böyle bir cemiyete üye olan bir insan, (müctehidliği bir kenara bırakalım) nasıl Müslüman olabilir? Bunu şunun için söylüyorum... Adı geçen yazınızda, “İslâm’ın son müctehidlerinden Mısırlı Muhammed Abduh, ounun hocası Cemaleddin Afgâni, ünlü talebesi Reşid Rıza, hep Masondur. Müslümanlıklarına halel gelmedi. Bir moda olarak bir locaya kayıtlarını yaptırmışlardır” ifadeleriniz yer alıyordu.

Ayrıca mâlumdur ki, hiçbir devirde, modadır diye bir Müslüman küfür cemiyetine üye olamaz. Ancak İslâm’ı bir kenara bıraktıktan sonradır ki, isterse, modadır diye, hadis-i şerifte anlatıldığı gibi, kertenkele deliğine bile girebilir. Buna da kimsenin bir diyeceği olmaz.

Hâsılı, İslâm tarihinde ne Mason müctehidler görülmüş, ne de Müslümanların böylelerine ihtiyaçları olmuştur. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadı zaviyesinden bakıldığı zaman, Müslümanlıkları hakkında bile tevakkuf ettiğimiz bu zevata, nasıl müctehid diyebiliriz..? Üstelik İslâm’a ve Müslümanlara verdikleri zarar-ziyan da ortada iken...

Efendim Mason şeyhulislâmlar gelmiş... İslâm’a ve Müslümanlara hizmet etmiş... İyi ama, yukarıda anlatılan şartlar ve vaziyet muvacehesinde, öncelikle kendilerine nasıl Müslüman diyeceğiz? Meselenin en vahim yönü de, böyle bir iddia, Müslüman gençliği Masonluğa teşvik olmaz mı? Hele ki her şeyin madde ile ölçüldüğü devrimizde, oltadaki yeme, dolayısiyle kancaya takılmaya âmâde, ne kadar insan vardır? Bunu düşünmek bile insanı ürpertmiyor mu?!

Ayrıca, İslâm’a ve Müslümanlara hizmet, sadece Müslümanların inhisarında-tekelinde değildir. Yalnızca dinin sağlamlaşması, İslâm’ın kuvvetlenmesi, şerîatin desteklenmesi, halkın Hakk’a dâvet edilmesi işini güzel görmek, (sadece bunlarla yetinmek) şuurlu bir Müslüman için yeterli bir davranış değildir. Zira bu gibi işler-hizmetler, zaman zaman kâfirler ve günahkârlar tarafından da yapılabilir. Nitekim Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), “Şüphe yok ki Allah (c.c.), elbette bu dini, fâcir bir kişi ile (de olsa) teyid eder, kuvvetlendirir”(6) buyurmuşlardır.

Kısacası, bir insanın Müslümanlara hizmet etmesi, İslâmî hizmetlerde ve bu hizmetlerin îfa olunduğu makamlarda bulunması, onun Müslüman olması için kâfi değildir. Zira, İslâm’da inanç esastır, ibâdet ve amel ona tâbidir. Asıl olmayınca, ona tâbi olan, bir mânâ ifade etmez. Temel olmadan bina yapılmaz.

Velhâsıl, Müslümanlıkla Masonluğu cem etmek/bir arada bulundurmak mümkün değildir ve asla câiz olmaz.

Dikkat çekici, ibret-ders ve ikaz dolu bir fotoğraf:  

*** 
ALLAH İLE KUL ARASINA GİRİLMEZ Mİ?

Gelelim ikinci meseleye...

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, “Ey mü’minler! Allah’tan korkun ve ona (yaklaşmaya) vesîle-vâsıta-sebep arayın.”(7) Yani bana doğrudan değil, bir vâsıta, bir vesîle (aracı) ile gelin. Nitekim varlığını-birliğini, eşi-benzeri olmadığını, ibâdete hakkıyla lâyık olanın sadece kendisi olduğunu bizzat değil, bilvâsıta yani peygamberleriyle bildiriyor, öğretiyor... Ve ondan sonradır ki, kulunu mükellef tutuyor.

Ama o Allâh’ın kullarından bazıları da tutturmuşlar, “Allah’la kul arasına girilmez” nakaratını, zaman zaman tekrarlayıp duruyorlar. Halbuki bu söz, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına aykırıdır, temelden zıttır; Vehhâbilerin inanç esasları arasındadır. Onlar derler ki; “Tevessül, küfür ve şirktir. Peygamberlerden ve onların vârisleri olan kâmil ve mükemmil mürşidlerden, meleklerden, rûhânilerden medet ummak, şefaat-yardım dilemek küfürdür. Bu cümleden olarak tasavvuf bid’attir... Tasavvuf büyüklerini vesîle edinmek, onlara bağlanmak şirktir. Hatta, kabirleri ziyaret etmek de dalâlettir, küfürdür...”

Oysa Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre, bütün bunlar meşru’ şeylerdir. Ve Müslümanları bu şekilde küfür ve şirkle itham etmek, -Allah korusun- insanı, “Kim bir Müslümanı tekfir ederse, muhakkak ki kendisi kâfir olur” hükmünün altına sokar.

Halbuki meseleyi basite irca edecek olursak görürüz ki; en başta Allah Teala ile kulu ve Resûlü arasına, bir melek olan Cebrâil (a.s.) giriyor. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) de, Allah Teâlâ ile diğer kulları arasına giriyor, vâsıta oluyor. Tarîkat şeyhleri gene öyle... Daha da aşağıya doğru inecek olursak, cemaatle kılınan namazda her imam, Allah ile kulları arasına giriyor.

Sözün özü 

Sünnet-i İlâhi böyle; yani Allâh’ın âdeti, kâinatta hüküm süren İlâhi kanunlar bu şekilde cereyan ediyor. Hatta dünya işlerimizde bile vâsıtasız nereye gidebiliyor, ne kadar mesafe alabiliyoruz? Doğrudan hangi yüksek makama çıkabiliyoruz?.. Dünya ise âhiretin enmûzecidir (örneğidir) mâlumunuz.

Ve yine, “Bir şeyin en büyük rüknünü-dayanağını inkâr etmek, o şeyin tamamını inkârdır.” Meselâ bir insan, “namaz inkâr edilmez ama, kıyâmın aslı yoktur” dese, bu adam namazın tamamını yani aslını inkâr etmiş olur.

Binaenaleyh İslâm’da vâsıta da, namazda kıyam gibidir, dinin en büyük rüknüdür. Şayet peygamberler (aleyhimüsselâm) gelmemiş olsaydı, insanların, hayvanlardan ne farkı kalırdı? Hatta, onlardan daha beter, daha sapık olurlardı. Canlı misâlleri ise, her an hepimizin gözleri önünde... Allah Teâlâ, ümmet-i Muhammed’i sapıtmaktan veya sapıttırılmaktan muhâfaza buyursun.

Meşhur hadîs âlimlerimizden İmam Hâkim’in Müstedrek’inde tahric ettiği ve sahih olduğunu kaydettiği bir hadîs-i şerifte, atamız Âdem aleyhisselâmın, hatasının afvı için Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî, eğer beni hâlen mağfiret etmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için afvımı diliyorum...” diyerek iltica ettiği ve bu vesileyle bağışlandığı bildirilmiştir. Yani

Demek ki bu mesele, ilk insan ve ilk peygamberden bu yana varolagelmiştir. Bu itibarla inkârı mümkün değildir.

Bu meseleyi, Hıristiyanlıktaki “ruhban” meselesi ile de asla karıştırmamak lâzım. Zira İslâm’da zaten ruhban sınıfı yoktur. Çok iyi düşünülmesi gereken bir mevzû... Çünkü, gâye ile vâsıtanın birbirine karıştırılması gibi bir durum ortaya çıkıyor. Halbuki ümmet için peygamber, müridler için mürşid, cemaat için imam, hatta talebe için hoca gâye değil, birer vâsıtadırlar. Hiçbir mü’min, vesîleyi ma’bûd olarak kabul etmez. Hiçbir zaman ona ibâdet ediyorum demez. Bilakis her zaman, “iyyâke na’büdü ve iyyâke nesteıyn” diyerek, yalnız Allâh’a ibâdet ettiklerinin ve yalnız ondan yardım istediklerinin şuurundadırlar.

Ve yine, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” diyerek, maksatlarının Allah azze ve celle, isteklerinin de, onun rızâsı olduğunu daima ifade ederler.

Hâsılı mü’minler, vâsıtaların ancak, Allah Teâlâ’ya vuslatın keyfiyetini gösteren birer kılavuz olduklarına inanırlar. Bu itibarla, ikide bir, “Allah’la kul arasına girilmez” mücerred sözünün arkasına saklanıp, hâlis-muvahhid mü’minlere, “putperest-müşrik!” diyecek kadar ileri gidenlerin tuzağına düşmemek lâzım. Zira onlar, “putperest” değil, bilakis “Hüdâperest”tirler.

Sûret-i Hakk’tan gözükerek, bu iddiayı ortaya atanların delilleri de pek gülünç. İşi, döndürüp dolaştırıp hemen Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı meselesine getiriveriyorlar. Oysa, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, İslâm’da böyle bir sınıfın mevcudiyeti bahis konusu bile değildir. Bu sebeple, “Delilleri iddialarından bozuk, örümcek ağından daha zayıf” tabirlerini kullanmak, inanıyoruz ki çok yerinde olur. Çünkü, bunlara mukabil bizim ortaya koyduğumuz deliller; âyet, hadîs ve Allah dostları olan âlimlerin icmâıdır.

Ancak, “Bazan göz, herhangi bir illetten dolayı Güneş’in ışığını göremez, inkâr eder… Ve yine ağız, bazan bir hastalıktan dolayı, yediği-içtiği gıdaların tadını alamaz” sözü uyarınca; inkârcı, inatçı ve bid’atçiler tarafından çeşitli eserlerde, yalan-yanlış sözler sarf edilmiş olabilir.

Kanaatimizce bunların eğrilik ve doğruluğunu araştırmak da, “tedkik mumu”nu hiç söndürmediğini düşündüğümüz siz ilim ve fikir adamlarına düşer. Binaenlayeh mahut söz, İslâm’a yapılan en büyük iftiralardan ve sokulmak istenen en büyük bid’atlerden birisidir.

Maaleesef bazı aydınlarımız ve de devlet büyüklerimiz, bu söze, -mal bulmuş mağribî gibi demiyeyim- bir mârifetmiş gibi yapışıp, çeşitli vesilelerle dillerine ve kalemlerine pelesenk edip duruyorlar. Ve yine üzülerek müşahede ediyoruz ki, bir tahkik (aslını-esasını araştırıp soruşturma) lüzumunu dahi hissetmiyorlar.

Kısacası her Müslümanın, lüzumuna inandığı bir mesele ile alakalı olarak bildiklerini, dilinin döndüğü kadar söylemesi, elinin tuttuğu kadar yazması icap ettiğine inandığım için, bu hususlarda bir şeyler yazmaya gayret ettim. Mutlaka benim de kusurlarım vardır, olmuştur. Bu sebeple son sözüm, eskilerin tabiriyle, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” olacak. Yani; doğruları alın, hatalı olanları terk edin.

Cenâb-ı Hak, ümmet-i Muhammed’i dosdoğru olan kurtuluş yolundan, Ehl-i Sünnet câmiasından ayırmasın, yapmakta olduğumuz hayırlı iş ve yararlı hizmetlerde başarılı kılsın, bütün amel ve ibadetlerimiz rızâsına uygun eylesin.

Selâm, hidâyete tâbi olanların üzerine olsun...

Fatih, 1987 

 

DİPNOTLAR

(*) Bu makale 1987 yılında yazar Yılmaz Öztuna’ya cevap olarak hazırlanmıştır.
(1) Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb sûresi, 33/4.
(2) Bilindiği gibi masonlukta gizlilik esastır. Bu zat da masonluğun bütün sırlarını fâş ettiği (açığa vurduğu) için masonlar tarafından “bed-nâm (kötü şöhretli)” diye vasıflandırılmıştır.
(3) Bununla mücerred insanı, yani geçmişte yaşamış birini kastediyor. Masonlar hep sembolizm esası üzerine yani temsîli, mecâzi sözlerle, teşbih ve tasvirlerle fikirlerini ifade ederler. Ve bunları muhâtabın-dinleyenin anlamasını isterler.
(4) Tabii yazının hazırlandığı 80’li yıllar kastediliyor. Mâlum bugün artık ne SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ne de komünizm var. Yerlerinde yeller esiyor.
(5) Masonlukla ilgili kısmın kaynağı; eski İstanbul milletvekili merhum Kemâl Kacar Bey’in, Farmasonluk (Franc Maçonnerie) hakkında, 30.11.1978 Perşembe günü A.P. Millet Meclisi Grubu’nda yaptığı konuşma metnidir. Haşmet Matbaası, İstanbul 1978.
(6) Buharî ve Müslim Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet etmişlerdir. el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 1, 171.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.