Hayirli bayramlar hocam,

zihinsel (müslim, gayrimüslim) özürlülerin ahiretteki durumu ne olacak.

selam ve dua

 

 

*******

Hayırlı bayramlar.

Malum olduğu üzere peygamber görmemiş, kendisine tebliğ ulaşmamış insanlar, ahirette hayvanlar gibi toprak olacak. Keza deliler (sizin deyiminizle zihinsel özürlüler), kâfir çocukları (ki, Cennet’e gireceklerine dair görüşler de vardır), geri zekâlılar da toprak olacak. Bunlar Cennet’e veya Cehennem’e gidemiyorlar. Çünkü Cennet için iman, Cehennem için de küfür gerekiyor... Akıl hastaları ise, en büyük nimet ve iman emrine muhatap olabilmeye ehliyet için gerekli olan akla sahip olmadıklarından, ne cezaya ne de mükafata ehildirler. Dolayısiyle onlar da toprak olacaklardır.

Hâsılı, İslâm’a göre mes’uliyet için akıl şarttır. Bu noktada doğuştan aklı olmaması ile sonradan aklını kaybetmesi halinde bir fark yoktur, itibar âkıbetedir / son vaziyete göre hükmolunur. Bundan dolayı aklı olmayana hesap olmadığı için -inşaallah- Cennet’e giderler, diyen âlimler de vardır.

Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.

***

Dilerseniz akıl hastalığı ve İslâm hukukuna göre dünyadaki sorumluluklarına da bir nebze göz atalım.

Akıl hastalığı; kişinin düşünme, anlama, idrak etme, karar verme ve tedbir alma kabiliyetlerindeki eksikliktir.

İslâm'da kişinin yaptığından sorumlu tutulması, akıllı olmasına bağlanmıştır. Çünkü emir ve yasakların muhâtabı akıl sahibi kişilerdir. Kur'an-ı Kerîm'de akıldan bahseden pek çok ayet vardır. Meselâ:

"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece umulur ki suç işlemekten sakınır, korunursunuz" [Bakara suresi, 179]

"Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" [Bakara suresi, 2/44]

"Ey Kitap Ehli! Neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz?" [Âlu İmrân suresi, 65]

Akıl ve temyiz kabiliyeti ârızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında, iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl hastalıkları temyiz kudretini devamlı sûrette kaldırırken, bazı hastalıkların temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve tasarruflardan sorumludur. Meselâ, sar'alıların (epilepsi hastalarının) iki sar'a nöbeti arasındaki zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz kudretine sahiptirler.

Akıl hastalığı yirmidört saatten fazla sürerse namaz; ramazan ayı süresince devam ederse oruç; bir yıl geçerse hac ibâdetlerinden sorumluluk kalkar. İyileşince bunları kaza etmek gerekmez. Zengin olarak bir yıl geçince de o yılın zekâtı düşer. Ancak Hanefiler dışındaki fakihlere göre ise zekât, mâlî bir vergi sayılır ve velîsi bunu akıl hastasının malından vermesi gerekir. [el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 5, 155]

Akıl hastaları mal telefinden şahsen değilse de mâlen sorumludurlar. Meydana getirdikleri zarar, mallarından tazmin edilir (karşı tarafa ödenir). Suç işlemeleri halinde bedenî ceza uygulanmaz.

Yine Kur’an-ı Kerim’de, "...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır" (Bakara, 2/164) buyrulmuştur.

Binaenaleyh akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü, Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.

İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir. Allah Teala akla, nûr adını verir. [Nûr suresi, 35] Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir, [Şûrâ suresi, 52; En'am suresi, 122]

İmam Gazâlî'nin (rh.) İhyâ'sında İbn Abbâs’tan (r.anhuma) rivâyete göre Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar:

"Her şeyin bir âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var; âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."

İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz" [Süyûti, Câmiu’s-Sağîr, 3, 535, Hadis no: 4242], hadîsinin manası da budur. Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için geçerlidir.

Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cehennemliklerin ağzından hikayeten nakledilen "Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler arasında olmazdık" [Mülk suresi, 10] ayeti, bu tür insanların durumunu dile geçirdiği gibi çevremizde her gün yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır.

Aklın yolu birdir, o da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler. Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl, zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur. Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve gayretlerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir.

Demek ki bütün saadetlerin esâsı, akıl ve ona bağlı olarak zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre Allah celle şânuhu, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm sahibi aklını doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır.

İlâhî bir vergi, rûhânî bir nûr olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için, müsbet ilmin metodlarıyla tam olarak bilinememektedir. Dolayısiyle ilâhî bir sır olan aklın mahiyeti de bu yolla anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl da her şeyi kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok hakikatlerini bilemez, mahiyetine vakıf olamaz. Bu hakikatler ancak “vahiy” yolu ile bilinebilir. Vahye muhatap olan da akıldır, akıllı olan varlıklardır.

S o n u ç

İçtimai-hukuki ilimlerde bir tabir olarak akıl ve akıllı kimse; ‘iyi ile kötüyü, kâr ile zararı ayırt etmeye yarayan zihnî melekeler açısından yeterli insan’ demektir. Akıl ve temyiz kabiliyeti ârızalanınca, kişinin dinî yükümlülükleri kalkar.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez[Bakara suresi, 286] buyurmaktadır.

Sevgili Peygamberimizden (s.a.v.) nakledilen bir rivayet de şöyledir:

Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Aklı olmayan deliden, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden ve ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan.” [Ebû Dâvud, Sünen, Hudûd, 16; Tirmizî, Sünen, Hudûd,2]

Akıl hastalıkları, temyiz gücünü tamamen veya kısmen kaldırmalarına; doğuştan, devamlı veya belirli sürelerle ortaya çıkmalarına göre farklılık taşımaktadırlar. Dolayısıyla her bir hastanın, hastalığının keyfiyetine göre akıl ve temyiz gücünü kaybedip kaybetmemesine göre fıkhi-hukuki hükümler de değişiklik gösterir.

Bu durumda olanların akıl ve temyiz gücünü tamamen ortadan kaldıran hastalıkları devam ettiği süre içinde yaptıkları tasarrufları geçerli değildir. Bu sırada işledikleri suçlardan dolayı kendilerine herhangi bir ceza uygulanmaz. Onlar uygulanacak her türlü bedeni cezadan muaftırlar. Çünkü, bedeni cezaya ehil değildirler. Ancak başkalarına verdikleri maddi zararlar, kendi mallarından tazmin edilir.