selamun aleyküm hocam.

1- sabah ve akşam namazlarından sonra okuduğumuz haşr suresinin son 3 ayetini geriden alarak yani lev enzelna dan itibaren okursak hadis şerife muhalefet mi etmiş oluruz?

2- ikinci sorum ise bir arkadaşım sordu ben de aracı olarak size sormak istiyorum. bir insan müslümanların yaşadığı bir ülkede dünyaya geldiği taktirde hayatını müslüman olarak devam ettiriyor. peki hristiyanların yaşadığı ülkede dünyaya gelenlerin suçu neydi de islam dini dışında bir dinin yaşandığı ülkelerde dünyaya gelerek cennetten mahrum oluyorlar kavilinde bir soru. cevaplarınız için şimdiden teşekkür ederim.

*******

Ve aleyküm selam.

1- İlk sorunuz: “sabah ve akşam namazlarından sonra okuduğumuz haşr suresinin son 3 ayetini geriden alarak yani lev enzelna dan itibaren okursak hadis şerife muhalefet mi etmiş oluruz?”

Cevabı: Haşr suresinin tamamı veya sadece son üç, dört ve altı ayeti ile ilgili hadisi şerifler bulunmaktadır. Bu rivayetlerden biri şöyledir:

“Kim sabah kalkarken üç defa ‘Eûzü billâhi’s-Semî’ı’l-Alîmi mine’ş-Şeytâni’r-racîm (Allah’ın rahmetinden kovulmuş olan şeytandan, her şeyi hakkıyla-layıkıyla işiten ve bilen Allah’a sığınırım) der ve Haşir sûresinin sonundan üç âyet okursa, Allah o kimseye akşama kadar duâ ve istiğfar etmek üzere yetmiş bin melek vazifelendirir. O günde ölürse şehid olarak ölür. Kim geceye girerken okursa o da aynı dereceye ulaşır.” [Tirmizî, Sünen, Fedâilü`l-Kur`ân, 22, Mevâkıt, 65; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 26]

Rivayetlerin çoğunda son üç ayetten bahsedilmekle beraber, surenin son dört ayeti kasdedilerek, “Her kim Haşr suresinin sonunda yer alan, ‘Lev enzelnâ…’dan  itibaren (surenin) sonuna kadar okur da o gece ölürse şehit olarak ölür” buyrulan rivayetler de vardır. Keza,  sadece "Haşr sûresinin sonu" denilerek ayet sayısı bildirilmeyen rivayetler de mevcuttur. [Bkz. Tirmizî, 5, 182, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, İmamı Kurtubî, 17, 183]

Diğer taraftan, "İsm-i A`zam, Haşr sûresinin son altı ayetindedir." rivayeti de vardır. [Bkz. Süyûtî, ed-Dürrü l-Mensûr,  8, 121; Alûsî, ilgili ayetlerin tefsiri]

Namazlardan sonra Kur'an-ı Kerim'den her hangi bir ayet ya da ayetler okunabilir. Ancak rivayetlerde bildirilen ayet ve surelerin okunması daha faziletlidir. Bu hususta öne çıkan rivayet ise, ‘son üç ayeti’ diye gelen rivayettir. Namazlardan sonra umumen okunagelen de bu ayetlerdir. Üstâzlarımızın tavsiyelerinin de bu yönde olduğu malum. Nitekim yukarda geçen hadis-i şerifin mefhumu istikametinde şöyle buyrulmuştur: “Sabah ve akşam namazlarından sonra ‘Hüvallâhüllezî…ilh’ okumak sünnetini işleyenlerin etrafında yetmiş bin melâike bulunur. Vefat ederse şehit olarak gider.” [Ali Erol, Hatıratım, s. 44]

Tasavvuf sahasındaki “Müridin fıkhı mürşidinin amelidir” düsturunca, son üç ayeti okumamız daha muvafık olur. Maamafih diğer ayetlerle birlikte okunan tesbihat da vardır. Dolayısiyle öyle okuyan ‘sünnete muhalif davranmıştır’ diyemeyiz. Ama namazlardan sonra sabah-akşam okumalarında, son üç ayet şeklinde âdeta ittifak oluşmuştur; binaenaleyh buna uymakta isabet olduğunu, böylesinin sünnete ittiba bakımından daha uygun bulunduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca bkz. 

http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/933-huvallahullezi-den-sonra-okunan-ihlas-i-serfiler.html

2- İkinci sorunuz: “bir arkadaşım sordu ben de aracı olarak size sormak istiyorum. bir insan müslümanların yaşadığı bir ülkede dünyaya geldiği taktirde hayatını müslüman olarak devam ettiriyor. peki hristiyanların yaşadığı ülkede dünyaya gelenlerin suçu neydi de islam dini dışında bir dinin yaşandığı ülkelerde dünyaya gelerek cennetten mahrum oluyorlar kavilinde bir soru.”

Cevabı: Öncelikle ‘tırnak’ içerisinde şu hakikati hatırlatarak mevzuya başlamakta fayda mülâhaza ediyoruz:

‘Hesap sormak, sîğaya çekmek, ancak Allah Azimüşşân'ın hakkıdır; mahlûkatın O'na sual ve hesap sormaya hakkı yoktur. O yaptıklarından mes'ul değildir.’

Topyekün mülkün yegâne sahibi, tek hâkimi Allah Azimüşşân'dır. O ezelî ve ebedî Sultan, kendi mülkünde elbette dilediği gibi tasarruf eder. Lakin O Âdil-i Hakîm ve Rahîm-i Mutlak'ın bütün tasarrufatı hakîmane, rahîmâne ve âdilânedir. Hiç kimse O'nun mahlûkatına O'ndan daha hikmetli, daha şefkatli-merhametli ve daha adaletli olamaz.

Yukarıdaki soruyu soranların görünüşte acındıkları, gerçekte ise kendi günahlarına özür olarak ileri sürmek istedikleri o şahıs, Cenâb-ı Hakk'ın kuludur. Bizimle ilgisi sadece insaniyet cihetiyledir. Onu, ana rahminde bir damla su halinden rahmet ve inâyetiyle insan şekline getiren, ona akıl ihsan eden ve dünyadan faydalanabilmesi için gerekli bütün maddi ve manevî cihazlarla teçhiz eden Allah Azimüşşân'dır. Öyle ise, o adama karşı hiç kimse onun Rahîm olan yaratıcısından daha şefkatli olamaz.

Kader ve adaletle ilgili mes'elelerin tetkikinde bu hakikatin gözden uzak tutulmaması gerekir. Her bir insanın, bu âlemde içinde bulunduğu farklı hayat şartları, fert, aile ve akraba dairelerinde karşılaştığı ayrı ayrı meseleleri, maişet (geçim) noktasındaki değişik problemleri ve nihayet içinde bulunduğu memleketin kendisine has içtimaî yapısıyla ayrı bir dünyası vardır. Hikmetlerini hakkıyla bilemediğimiz, fakat âdil olduğundan da şüphe etmediğimiz bu ilâhî taksimatın neticeleri ahirette, yüce adalet gününde sergilenecek, Zilzâl sûresinde de beyân buyurulduğu gibi, zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin hesabı orada görülecektir.

Bu dünyada faydalı sanılan birçok hâller, orada mes'uliyetinin ağırlığı ile kulun büyük bir yükü olurken, zahmet ve meşakkat olarak görünen nice hâdiseler -sabretmek şartıyla- orada günahların affına vesile olacaktır.

Hesap gününde, hayvanların bile gerek insanlardan ve gerekse birbirilerinden olan haklarının alınacağı, hatta bir kâfirin Müslümanda olan hakkının dahi hesaba katılacağı bir yüce adalet divânı olarak insanları beklemektedir. Hayvanların birbirinde olan küçük haklarını bile, mahiyetini bilemediğimiz hassas bir teraziyle tartan O Mutlak Âdil Rabbimiz, elbette ki insanları da o mutlak adaletiyle muhakeme edecektir.

Bir kısım insanların, Kader ve İlâhî adalet noktasındaki vesveseleri, işte bu adalet gününü düşünmemekten ileri gelmektedir. O günü düşünmeden, bir cihette yolun ortası olan bu dünyada, ilâhî adaletin kulların imtihan şartlanndaki tecellîsini lâyıkıyla anlamamız, elbette imkânsızdır.

Zerre kadar şerrin dikkate alınacağı o adalet gününde, ilâhî adalete iftira edenlerin de hesaba çekileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Anlaşılmayan mes'elelere itiraz etmek yerine, merakla eğilmek ve öğrenmek akıl ve hikmetin muktezasıdır. Hem bir nevi ibâdettir.

Mesela tıb ilmi, ezelî hikmet sahibi olan Rabbimizin insan vücûdunda hiçbir şeyi hikmetsiz ve faydasız yaratmadığına inanmanın neticesi olarak, her bir azanın, kemiğin, sinirin, bezin vaziyetini araştırmış, bulmuş ve bugünkü seviyesine ulaştırmıştır. Bir doktor, neye yaradığını bilemediği bir azayı faydasız kabul etse, cehaletini ilân etmiş olur. Onun anlamaması o azanın faydasızlığına delil olamaz. Aynen öyle de, Âdil-i Mutlak olan Allah'ın adaletine iman eden bir kimse de, her hadisede ilâhî adaletin tecellî ettiğine imân ile mükelleftir. Hatırına gelen suallerin cevabını bu anlayış içerisinde aramalıdır.

Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'inde, “Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar teklif eder...” [Bakara sûresi, 286] buyurmakla, kullarına çekemeyecekleri yükleri teklif etmediğini / yüklemediğini açıkça bildirmektedir. İnsanın bedeninin takat getiremeyeceği veya mal varlığının kâfi gelmeyeceği yükler olduğu gibi, aklının da tek başına erişemeyeceği hakikatler vardır. Bunların hepsi, kullara çekemeyecekleri yüklerin yüklenmediği hakikati içerisindedir. Mevzuyu bazı misâllerle açıklayalım:

- Ayakta duramayacak kadar hasta olan bir kimse, namazını oturarak kılar.

- Oturamayacak ve kımıldayamayacak durumda bulunan bir hastanın ise namazı tehire kalır.

- Ramazan'da unutarak yemek yiyen kimsenin orucu bozulmaz.

- Kendisine zorla haram bir şey yedirilen kimse mesul olmaz.

- Fakir bir Müslümana hacca gitmek ve zekât vermek farz değildir.

Misâller çoğaltılabilir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın Âdil-i Mutlak olduğuna ve kulları için takat getiremeyecekleri yükler takdir etmediğine birer delildir.

Allah Teâlâ -mutlak adaletiyle- kullarının mes’uliyetlerini bedenî ve malî durumlarıyla olduğu gibi, içinde bulunduklan şartlarla, imân hakikatlerini kavrama ve İslâmî hükümlere vâkıf olabilme imkânlarıyla da sınırlandırmıştır. Yâni, Cenâb-ı Hakk, kullarının akıllarına da kaldıramayacağı yükleri yüklememiştir. Şu hakikati de bilmek icab eder:

İnsanların bu dünyadaki asıl vazifeleri Cenâb-ı Hakk'a imân ve O'na itaat etmek olduğundan, en düşük seviyedeki akla dahi Hâlık-ı Kerîm'in varlığını idrâk etme kabiliyeti verilmiştir. Az bir akılla dünya işleri lâyıkıyla görülemediği halde, bu kâinatın bir yaratanı olduğu bilinebilir. Diğer taraftan, bir eli olmadığında dünyevî işlerini bir derece aksattığı halde, aynı insan iki elini ve iki ayağını da kaybetse Allah'ı tanımasında, bilmesinde hiçbir noksanlık duymaz. Aklıyla bu kâinatın sultanını idrâk ettikten sonra, bedenî durumunun da müasadesi nisbetinde O'na karşı ibadetini yapar.

Âdil-i Mutlak olan Allah Azimüşşân her insana bu dünya imtihanını kazanacak kadar akıl ihsan etmiş, akıl hastaları ile sinn-i teklife (yükümlülük yaşına) ulaşmayan çocukları imtihandan muaf tutmuştur.

Dilerseniz bu izahlardan sonra, mevzuun fetva cihetine gelelim…

Soru; ‘bir insan müslümanların yaşadığı bir ülkede dünyaya geldiği takdirde hayatını müslüman olarak devam ettiriyor. Peki Hristiyanların yaşadığı ülkede dünyaya gelenlerin suçu neydi de İslam dini dışında bir dinin yaşandığı ülkelerde dünyaya gelerek cennetten mahrum oluyorlar..?” Bir başka ifadeyle, dünyanın ücra bir köşesinde veya İslâm’ın-tebliğin ulaşmadığı bir beldede dünyaya gelen bir insanın, bir İslâm ülkesinde dünyaya gelen insanla nasıl bir tutulacağı, bu iki şahsın imtihan şartlarındaki adaletin nasıl izah edilebileceği..?

Evvela şunu belirtelim:Müslüman olmayan ülkede doğduğu anlatılan insan, biz Hanefîlerin itikattaki imamları olan İmam Mâtüridî'ye (rh.) göre, sadece kendisinin ve bu âlemin bir Yaratıcısı olduğunu bilmekle mükelleftir. Diğer iman esaslarına ve İslâmî-amelî hükümlere aklıyla erişemeyeceği için, onlardan mes’ul değildir. Şâfiîlerin büyük çoğunluğunun itikattaki imamları olan İmam Eş'arî'ye (rh.) göreise, böyle bir kimse Allah'a iman etmese de ehl-i necâttır. Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî es-Serhendî (k.s.) hazretlerine göre de, böyle bir kişi hiçbir şeyle mükellef olmayıp, hayvanlar gibidir; biribirlerinden hakları alındıktan sonra onlar da toprak olacaklardır. Fakat, akâid ve kelâm âlimlerinin büyük çoğunluğu ise birinci görüşü benimsemişlerdir.

Son devir dersiamlarımızndan Ömer Nasuhî Bilmen merhumun bu mevzu ile ilgili açıklamalarını biraz sadeleştirerek takdim etmek istiyoruz:

“Fetret zamanında yaşayan ve kendilerine peygamber sesi ulaşmayan kimseler dahi, Cenâb-ı Hakk'a iman etmekle mükelleftir. Çünkü insanların akılları, bozulmamış fıtratları kendilerini Allah'ı bilmeye ve birliğine inanmaya götürür. Fakat bunlar, diğer dinî hükümlerden mes’ul değildirler. Bu gibi hükümler, peygamberler (aleyhimüsselâm) taralından tebliğ edilmedikçe akılla anlaşılamaz."

"Fetret, kesilme manasınadır, peygamberlerin gönderilmesine ara verilerek, ilâhî vahyin kesildiği zamana denir. Bilhassa Hz. İsa (a.s.) ile son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) arasında geçen zaman için kullanılır. Böyle bir zamanın insanlarına fetret devrinde yaşayan kimseler denilir."

"Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.), peygamber olarak gönderilmesinden sonra, dünyaya geldikleri halde, yalnız olarak, dağ başında veya yeryüzünün bilinmeyen bir yerinde yaşadıkları için kendilerine İslâm'ın sesi ulaşmayan şahıslar dahi, fetret zamanında yaşamış insanlar hükmündedir."

"Dolayısıyla bunlar bu cihetle mazur sayıldıklarından namaz, oruç gibi dinî hükümlerle mükellef olmazlar. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a iman etmenin bunlara farz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır. Eş'ariye'ye göre sırf akıl ve fikir Allah'ı bilmede yeterli değildir. Herhalde Allah'a imanın vâcib olması, din ile sabit olur. Fetret devri insanları, imân etmemekten dolayı Cehennem'e konulmazlar. Nitekim, "Biz bir kavme Resul göndermedikçe azab etmeyiz", âyeti de bunu ifâde etmektedir. Fakat Mâtüridîye imamları derler ki: Cenâb-ı Hakk'a iman etmek yaratılış gereğidir. Herkes aklıyla Allah'ın bir olduğunu anlayabilir... Bir insan nerede ve hangi zamanda bulunursa bulunsun, daima, uyanık fikrine çarpan, hikmet ve sanatla yaratılmış binlerce eserleri görüp dururken, bunlann Yüce Yaratıcısının varlığına akılla yol bulamaması caiz görülemez... “Âyette, edilmeyeceği bildirilen azabtan maksat ise, dünya azabıdır, âhiret azabı değildir. Yahut, bu âyetin ifâde ettiği azab etmeme durumu; anlaşılması mümkün olmayan din hükümlerinin yerine getirilmemesi haline aittir. Yoksa, akılla öğrenilmesi mümkün olan Allah'ı bilmenin terki mânâsına gelmez.

"Bundan dolayı, Allah'ı bilme hususunda hiçbir akıllı kimse mazur sayılmaz. Bazı âlimlere göre, fetret devri insanları üç kısımdır:

Birincisi, fetret zamanında yaşadıkları halde, akıl ve fikirleriyle Allah'ın birliğini kabul edenlerdir. Bunlar Cennetliktir.

İkincisi, Cenâb-ı Allah'a ortak koşanlardır; bunlar da cehennemliktir.

Üçüncüsü, gaflet üzerine olup, ulûhiyet fikrini ihmal ederek hiç düşünmeyenlerdir. İşte ihtilâf bu kısım hakkındadır."

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Peygamberin ismini ve vazifesini işiten, ancak bundan menfi (olumsuz) şekilde haberdar edilen kimselerin durumu ne olacaktır?

Bu soruya cevap olarak, İmam Gazali (rh.) hazretlerinin aşağıdaki tasnifine göz atalım. Bu tasnifinde İmam Gazâlî hazretleri o zamanda yaşayan Hristiyanların ve henüz Müslüman olmamış bulunan Türklerin durumunu ele almakta ve şöyle buyurmaktadır:

"İnancıma göre, inşâallahü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm'ın daveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

1) Âhir zaman peygamberi Hâtemü’l-EnbiyâHz Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) ismini hiç duymamış olanlar…

2)Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu'cizeleri duymuş olanlar… Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir, kâfir ve mülhidlerdir.

3) Bu iki derece arasında bulunan grupdur. Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Rasûlullah’ı (s.a.v.) tâ küçüklüklerinden beri "İsmi Muhammed olan -hâşâ!- yalancının biri peygamberlik iddiasında bulunmuştur" şeklinde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın "Adı el-Mukaffa' olan yalancının biri Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmiş ve yalancı olarak peygamberliği ile meydan okumuştur" sözünü duymaları gibi. Kanaatimizce göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Rasûlullahın (s.a.v.) ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez." [İmam Gazali, İslâm'da Müsamaha, (Terc. Süleyman Uludağ), s. 60-61]

Bugün gerek Hristiyan âleminde ve gerekse diğer beşerî ve muharref dinlerin yaygın olduğu ülkelerinde İmam Gazali hazretlerinin tasnifindeki üçüncü gruba giren insanlara rastlamak mümkündür. Dünyada ücra bir köşede içtimaî hayattan uzak ve Hak dini bulma imkânından mahrum birçok insanlar bulunduğu gibi, pek çok şeyin varlığından bile habersiz nice fertler-toplumlar vardır. Bunların içinde bulundukları hayat şartları ve imkânları ile yefâne Hak din olan İslâm dinini bulmalarının zorluğu meydandadır. Hikmeti nihayetsiz ve rahmeti her şeyi ihata eden Allahü Azimüşşân'ın bu gibi kimselere muamelesi, elbette içinde bulundukları şartlarla mütenasip (orantılı) olacaktır.

Şurası da herkesin malûmudur ki, bir rejimin perdesi arkasında ulûhiyeti inkâr maksadıyla mutlak inanca, hususan İslâm dinine karşı dessasâne faaliyet gösteren ifsat komitelerinin mesuliyetleri, gafil ve mazlumlarla elbette bir olamaz.

Mevzu ile ilgili geniş bilgi edinmek isteyenler, diğer kelâm kitaplarına, bilhassa Abdurrahman Cezerî'nin Mezâhib-i Erbaa adlı eseriyle, Aliyyü'l-Kaarî'nin (rahımehumullah) Şerhu'l-Emâli ve Şerh Alel-Fıkhi'l-Ekber adlı eserlerine bakabilirler.

***

Şimdi de son olarak sadedinde olduğumuz bu sorunun diğer bir yönü üzerinde kısaca duralım.

İslâmiyet'te, bir İslâm beldesinde dünyaya gelen kimsenin mutlaka Cennet ehli olacağına dair bir hüküm yoktur. İslâm tarihini tetkik edenler bilirler ki, Asr-ı Saâdet'te Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) kapı komşusu olan Yahudiler Müslümanlığı kabul etmemiş ve hayatlarını Yahudi olarak sürdürmüşlerdir. İslâmiyet, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) devrinde en canlı devrini yaşamış olmasına rağmen, o gün Mekke'de yine müşrikler ve kâfirler vardı. Eğer Mekke'de ya da bir başka İslâm ülkesinde doğan bir insanın Müslüman olması gerekseydi, Ebû Cehil'in, Âlemlere rahmet Resulüllah Efendimizin (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb'in de Müslüman olması icab etmez miydi?

Bilindiği gibi, Hz. İbrahim'in (a.s.) babası, Nemrud'un putçusuydu... Lût Aleyhisselâm'ın karısı, Nuh Aleyhisselâm'ın ise hem karısı, hem oğlu imân etmedi. Diğer taraftan Firavun, Allah'ı inkâr edip ulûhiyet dâvası güderken, Hz. Musa (a.s.) onun ocağında-sarayında, hatta onun kucağında yetişti. Firavun'un karısı konumunda bulunan Hz. Âsiye validemiz de Allah Teala’ya inanan muvahhide-mü’mine bir hanımdı.

Demek ki, Rabbini arayan ve O'na yönelen bir kul, Firavun kucağında bile olsa hidâyet nuruna kavuşur. Eğer bir kul Hakka karşı kör olursa, peygamber oğlu veya peygamber babası olması dahi onu felaketten kurtaramaz. Bugün de İslâm memleketlerinde binlerce camiler, minareler, ezanlar, İslamî örf ve âdetler, hatta mezar taşları İslam'ı telkin ederken, anlatırken hâlâ İslam'dan uzak ve Allah'tan gafil nice insanlar yok mudur?