“Ma‘rife(t-h)”: Bilmek, anlamak, fehm ü idrâk... Cem’îsi: Meârif.

“Arîf”: Halkın umûrunu ve ahvâlini bilici (bilen), kethüda, reis. “Ârif” de aynı manaya. Cem’îsi: Urefâ’ gelir.

Ârife (el-Ârifetü): Atâ, ihsân ve atıyye (bağış, bağışlama) gibi… Cem’îsi: Avârif gelir.

Arrâf: Kâhin, gaybı bildiğini idda eden.

“İrfân (ayn ile)”: isim / masdar. Sülâsi üzerine bir harf ziyade kılınan üç (rubâî) bâbtan ilki olan if’âl bâbından masdardır. Binası çoğu kere müteaddî, bazen de lâzım için olur. A‘rafe yu‘rifü irfânen gelir. Bilmek, anlamak manalarına... Sülâsisi, arafe ya‘rifü arfen… Sülâsî mücerredin ikincisi olan Darabe Yadribü bâbından... Arf: Mutlak manada rüzgâr demektir. Urf: âdet, at yelesi ve ihsân manalarına da gelir. [Bkz. İlm-i Sarf’tan Bina, Ahterî-i Kebîr, Müncid]

***

İrfân üzerine açıklama

İrfân; mârifet, ilham, keşf, sezgi, manevi ve ruhî tecrübe ile elde edilen ilim manalarınadır.

İrfân, ilim’den daha hususidir. Bir şeyi, izini takip ederek tefekkür-tezekkür ve taakkulle bilmektir.

Ârif, Allah Teala’yı ve O’nun melekûtünü bilmekle hususiyet kazanmış kişi demektir. Bunun yerine “ilm-i ledün”, “ilm-i Rabbânî” de denir. Bu ilim tahsil ile elde edilmez, vehbîdir, yani Allah vergisi…

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri bu hususta hulâsa olarak şöyle buyurmuşlardır:

“Çalışarak elde edilen ilimler ile anlaşılan, bilinen şeylerden başka ilimler de vardır. Bunlar irfân ile anlaşılır. Âlimlerin sâhip oldukları ilme mukâbil, âriflerde yani Allah Teâlâ’nın sevdiği kullarında da irfân denen bir hâssa vardır. İrfân, maneviyatta fenâ mertebesiyle (fena fillâh) şereflenenlerde bulunur.”

Mârifetten sorulduğu zaman Şeyh Şiblî (k.s) şöyle demiştir: “Mârifetin evveli ve membaı Allah Teâla’dır, ahirinin ise nihayeti yoktur.”

Cüneyd-i Bağdâdî’ye (k.s.);

- Ârif kimdir, diye sorulduğunda o;

- Sen sükût ettiğin halde sana sırrını anlatan kimsedir, cevabını vermiştir.

Evliyaullah, ‘ârifin kalbi Allah Teala’nın hükmettiğine karşı tam bir muvafakat ve mutabakat (uyum) halinde bulunduğu zaman sükût eder’, demişlerdir.

“Ârif kimdir” sualini, bazı Allah dostları da şöyle cevaplamışlardır:

“Birlikte ve ayrı olan kimselerdir…” Yani, zâhiren (görünüşte) halk ile beraber bulunduğu halde, sırren (bâtınen-iç âleminde) onlardan ayrı olan kimsedir. Kısacası, Şah-ı Nakşibend (k.s.) hazretlerinin “Dışımız halk, içimiz Hak ile” buyurdukları gibi...

Evliyaullah / ricâl-i mâneviyye (k.esrarahum), ârifin halini anlatmak üzere şu şiiri okurlar:

“Nice zamanlar vardır ki, ânî bir hayret sükûta sebep olur.”

Hakikaten de keşif, ânî bir şekilde gelirse, o zaman ifadenin dili tutulur; ne târif ne izah bulunur. O zaman şâhitler ve zâhirî emâreler kaybolur, silinir. Şuur ve his kalmaz. İnsan mest olur, manevi bir hazla / keyifle kendinden geçer.

Ârif; ‘iyilik ve ibadet gibi amelleri ile Azîz ve Celîl olan Allah Teala’ya takarrub mertebesine nâil olan / yaklaşma derecesine ulaşan kimsedir’ diyenlere, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle karşılık vermiştir:

“Bu târif ve izah, amellerin ve iyiliklerin lüzumsuzluğuna inanan bir topluluğun lâfıdır… Büyük bir hatadır! Şüphe yok ki Allah Teâla hakkında mârifet sahibi olan ârifler, amelleri (onlarla alakalı emirleri) Allah’tan alırlar ve bu amellere (emirlere-hükümlere) göre hareket etmek suretiyle yine O’na dönerler. Amelle araya bir engelin girmesi hali müstesnâ, bin yıl ömrüm olsa, yine amellerimden zerre kadar fedakârlık etmezdim.”  [Bkz. İslami Kavramlar, Prof. Dr. M.Kemal Atik, SYGVY, Ankara, 1997, “İrfan” md.]

Yani demek istiyor ki; Allah için yaptığım iyilik ve ibadetleri, şu mertebeye, bu makama ulaştım diyerek, ömrümün hiçbir ânında terk etmem, etmezdim. Çok çok uzun bir ömrüm bile olsaydı… Zira o iyilik ve ubudiyetin tamamı zaten Allah Teâla’nın emridir. Emirlerine itaat edenlere vereceği mükâfatın da elbette ki hududu yoktur.

Ruveym (r.a): “Mârifet, ârif için bir aynadır, oraya baktığı zaman Mevlâ’sının kendisine tecelli ettiğini görür” demiştir.

Zünnûn-ı Mısrî (k.s.) de: “Ârif ile muaşeret ve muamelede bulunmak, Allah Teâla ile muaşeret ve muamelede bulunmaya benzer. O, senden zuhur eden her şeye tahammül eder, sana yumuşaklıkla muamelede bulunur. Çünkü O, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmıştır” demiştir.

Kul, mârifet makamına ulaştı mı, Allah onun kalbini, Hakk’ın hatırından başka bir şeyin gelmemesiyle korur.

Ârifin alameti, dünya ve ahiretle meşgul olmamasıdır. Zira o, sadece Hak Teâla ile meşguldür.

Beyazid-i Bestami(k.s): “Ârif tayyar, zahid seyyardır” demiştir. Yani biri uçarak, diğeri yürüyerek Allah’a gider.

Ârifin gözü ağlar,kalbi güler.

Cüneyd-i Bağdadî (k.s) der ki: “Ârif yer gibi olacak, insanların iyisi de kötüsü de onu çiğneyecek. Bulut gibi olacak, her şeyi gölgelendirecek. Yağmur gibi olacak, sevdiğini de sevmediğini de sulayacak. Hava gibi olacak, herkes onu teneffüs edecek. Ancak böyle olan bir kimse ârif olabilir.”

Zünnûn-ı Mısrî’ye (k.s);

- “Rabbini ne ile tanıdın?” diye sorulmuş. O da,

- “Rabbimi Rabbim ile tanıdım, Rabbim olmasaydı Rabbimi tanıyamazdım” demiştir.

Burada tanımak, mârifet demektir. Rab Teâla hakkındaki mârifet, yine Rab ile hasıl olur. Âlime tabi olunur, fakat ârif ile hidayete erilir. Ârif, zikrullah ile ünsiyet ettiği için, Allah onu halk içinde aziz kılmıştır. Allah’ın zikrinden kesilmek, onlar için cezadır.”

Ademoğlu, mârifetullahı sebebiyle diğer yaratıklara üstün kılınmıştır. Bu mârifet de, kalpte ancak cezbe ile hâsıl olur. Cezbe bir ihsandır. Bu da Allah’ın bir lütfudur ki, bunu kullarından dilediğine verir. Nitekim bir hadis-i şerifte “Rahmân’ın cezbelerinden bir cezbe, ins ü cinnin ibadetinden hayırlıdır” buyrulmuştur.

Mârifet, Hakk’ın kalbe gelen tecellileridir. Bunun için Cüneyd-i Bağdadi: “Ârif, kendi sustuğu halde ruhundan ve sırrından Hakk’ın konuştuğu kimsedir” demiştir.

***

Ömer Seyfettin’e göre âlim’le ârif’in farkı için bkz.

http://www.halisece.com/sosyal-meseleler/2905-kultur-nedir-irfan-neye-denir.html

 

http://www.mollacami.com/blog/halisece/kultur-nedir-irfan-neye-denir-14352.html