Halis ECE


A) LÜZUMU

Nefsi tezkiye ve rûhu tasfiye yolunda, melekî rûhun en büyük gıdâsı râbıtadır. Rûhânî yolda râbıtasız terakkî müyesser olmaz.

Mürîdin, mânevî cereyânı çekip letâifini aydınlatabilmesi için, kalbini, transformatör vazifesi gören mürşidinin kalbine bağlaması lâzımdır. Çünkü normalde, insanın kalbi, küçük watlı bir ampul gibidir. Bu sebeple, Allâh’ın nûrundan faydalanıp letâifini ve etrafını tenvîr edebilmesi için, mutlaka kâmil ve mükemmil bir mürşide ihtiyaç vardır. Aksi halde, gelecek mânevî cereyâna ne ampul mesâbesinde olan kalb, ne de ampulün sahibi durumunda olan mürid tahammül edebilir. Binâenaleyh bu işin de usûlü; feyz-i İlâhî’nin mahzeni, nûr-i Rabbânî’nin müvezzii olan mürşid-i kâmile râbıtadır; yani ona bağlanıp onu vâsıta-vesîle edinmektir.

Âyet-i kerimede buyuruluyor ki: “Ey iman edenler! Siz telaş etmeyiniz, sabırlı olunuz. Ve sabırda Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne çıkınız,’ sabır yarışında onları geçiniz. Yani imtihan, mücâhede ve muhârebe mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne çıkmaya ve nefsinizin arzularını yenmeye çalışınız. Şayet sabırlı olmaya alışırsanız, bunu yapabilirsinz. Ve murâbata ediniz (nöbetleşiniz), ribat yapınız (düşmanı gözetleyiniz). İmamın ardında cemaatle namaz kılar gibi birbirinize bağlanıp vazifede dikkatli olunuz. Bilhassa savaşa düşmanlarınızdan daha hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp hudutlarda karakol bekleyiniz.

‘Ribât’, Allah yolunda devam etmektir. Bu aslında “rabt-ı hayl” yani at bağlamaktan alınmıştır. Hudutta düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra İslâm ülkesinin hudut şehirlerinde bekleyen gâzi ve mücâhidlere, umumiyetle ‘murâbıt’ denilmiştir. Fakihlerin ıstılâhında ise murâbıt, hudut şehirlerinden birine, bir müddet beklemek için giden kişidir.

Resûlüllüh (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşlardır ki, ‘Allah yolunda bir günlük ribât (nöbet tutup zâhirî veya bâtınî düşmanı gözetlemek), dünya ve dünyanın içinde bulunanlardan daha hayırlıdır.’(1)
Ve Allah’tan gereği gibi korkunuz.’ Mutlak olarak emirlerine karşı gelmekten sakınınız, onun korumasına koşup sığınınız, ‘ki felâh bulasınız (kurtulasınız).’ Yani isteklerinize kavuşup temennilerinizde başarılı olasınız.”(2)

Âyette geçen “râbitû” kelimesini İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) hazretleri şöyle tefsir etmiştir:

Sınırlarda, bedenlerinizle ve atlarınızla gözetleyicilik yapınız. Nefislerinizi de tâat üzere gözetleyiniz, kontrol altında tutunuz. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:

“Allâh’ın, hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesîle kıldığı şeyleri size söyeleyeyim mi?
Ashâbın: Evet yâ Resûlellah, söyleyin, demeleri üzerine de şunları saymışlardır:
“Zahmetine rağmen abdesti tam almak, mescide çok adım atmak, (bir namazdan sonra diğer) namazı beklemek. İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır.”(3)

Ribât, lûgatte nefsi hapsetmek mânâsına da gelir. Kendisini cihâda vermek sûretiyle nefsini Allah yoluna hapsedenler için bu tâbir kullanılır, böyle kimselere ‘murâbıt’ denir. Ancak, abdestini tam alıp, namazlarını mescitte cemaatle kılan ve birini kılınca diğer namazın gelmesini gözetleyen mü’min de kalben, rûhen Allah yoluna bağlanmış gibidir. Yani o da bir nevi murâbıttır.

Başka bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

“Allah yolunda bir gün ve bir gece nöbet tutup gözetleyicilik yapan kimse, aynen, bir ay aralıksız olarak oruç tutup namaz kılan ve namazından da sadece zarûri ihtiyacı için ayrılan kimse gibidir.”
Bu mükâfat, cihâd-ı zâhiryy-i asgar (görünen düşmanla yapılan küçücük savaş) için böyledir. Peki, ya cihâd-ı bâtıniyy-i ekber (görünmeyen düşmanla yani nefisle yapılan en büyük cihad) için durum nasıldır acaba?..

Şüphe yok ki, nefsi muhâfaza ve murâkabe etme, onu ibâdet ve tâatlere hapsetme hususunda alınacak sevaplar ve dereceler çok daha fazladır.(4) Dolayısıyla nefisle mücâdelenin bir vâsıtası-vesîlesi olan râbıta da o derece lüzumludur.

Hâsılı diyebiliriz ki; “cihâd-ı zâhiriyy-i asgar”da bile sabır, sebat, komutana itâat ve teslimiyet, düşmanı gözetleme ve irtibat olmadan netîceye varmak, zaferler elde etmek mümkün olmazken, ya “cihâd-ı bâtıniyy-i ekber” olarak vasfolunan şeytan ve nefisle mücâhedede en tesirli ve en faydalı silah durumunda olan râbıtasız muvaffakiyet, kolayca nasıl mümkün olabilir?!

Evet, kolay olmadığı içindir ki, meşru‘ olan diğer bütün vesîleler gibi râbıta-i şerife de Allah Teâlâ tarafından mü’minlere emrolunmuştur. Zira başka türlü yollarla nefs-i emmârenin ve şeytanın hîle-tuzak-vesvese ve zulmetlerinden kurtulup netîce ve necâta kavuşabilmek güç, hatta imkânsız denecek derecede zor ve meşakkatlidir.

B) TESİRİ

Râbıtasız zikir, mûsıl değildir. Yani râbıta olmadan yapılan zikirle Hakk’a-mahbûba kavuşmak mümkün olmaz. Çünkü râbıtasız zikir, zikrolunan Zât-ı ecell-i a‘lâya kâmil bir münâsebet meydana getirmez ki, tam bir istifâde temin edilebilsin... Râbıtada ise, tam bir münâsebet temin edildiği için, zikirsiz de olsa mûsıldır, Hakk’a ulaştırır.(5)

Râbıta her işte yardımcıdır, imdâda yetişir. Kalbi, nefsânî kirlerden ve şeytânî hîlelerden temizler. Kalb ile zikrin yapılabilmesine istîdat ve kabiliyet elde edilebilmesi için, bütün turuk-ı aliyye büyükleri tarafından, râbıta-i şerîfe lüzumlu addedilmiştir. Râbıta-i şerîfeye devam eden sâlik, İlâhî yakınlığa vesîle olan merdivenlerin basamaklarını sür‘atle çıkar ve çabucak terakkî eder.

C) FAYDALARI

Râbıta-i şerîfe ile kalbte temizlik ve İlâhî muhabbet hâsıl olur... İslâmî akîde (inanç) kuvvetlenir... İbâdetlerin rûhânî zevk ve nûrânî lezzetine kavuşulur... Meselâ, namaza zevk ve şevk ile durulur. Diğer ahkâm-ı şer‘iyenin edâ ve ifâsında da hiçbir zorlanma olmaz; kolaylıkla icrâ olunur. Çünkü, “Ona (yaklaşmaya) vesîle arayın” âyet-i kerîmesindeki emre imtisâlen, huzûr-i İlâhî’ye, o huzûra lâyık olan bir vâsıta ile çıkılmış olur.

Diğer yandan bir şâirimizin teşbihi ile, “Şerîat bir binâ; bahçesi tarîkat, meyvesi ise hakîkat ve ma‘rifettir.” Bu meyveden istifade edebilme âdâbının başı da, vuslat(6)a vesîle olan kâmil ve mükemmil bir mürşide râbıtadır. Zira hakîki mürşidler, insanı Allâh’a götüren rehberler, kılavuzlar, delillerdir... Allâh’a giden yolda vesîlelerdir. Resûlüllâh’ın (s.a.v.) yolu, ahlâkı, hayatındaki tavır ve hareketleri onlardan öğrenilir... “Allah onlardan râzi, onlar da Allah’tan râzidirler.”(7)

Binâenaleyh, mürşid-i kâmile râbıtasız Allah yolunda yürümeğe çalışmak; gece karanlığında yapayalnız, ışıksız-delilsiz, haritasız-pusulasız yola çıkmak gibidir... Böyle bir insan, bastığı yeri görmez, gittiği yeri bilmez... Önünde hendek mi, uçurum mu vardır fark edemez! Bu gibilerin, her an bir tehlikeye düşmelerinden endişe edilir!..

Fakat, mürşid-i kâmile râbıta ile onun rehberliğinde yapılan yolculukta, böyle bir tehlike bahis mevzuu değildir. Çünkü o, gidip gelmiştir. Yolların bozuk ve tehlikeli yerlerini bilir. Kılavuzluk ettiği müridini, oralardan kolaylıkla ve sâlimen geçirir
.(8)


DİPNOTLAR
(1) Buhârî, Sahîh, Cihad, 73; Müslim, Sahîh, İmâre, 163.
(2) Âl-i İmrân sûresi, 3/200. Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, a.g.e., 2, 1266.
(3) Müslim, Sahîh, Tahâret, 41; Tirmizî, Sünen, Tahâret, 39.
(4) Tefsîru Rûhu’l-Beyan, 2, 107-108.
(5) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 187.
(6) “Vuslat” ulaşmak, erişmek, ermek demektir. Tasavvuf lisânında ise; Hakk’a ermek, kemâle ermek, olgunlaşmak, seyr u sülûkünü tamamlamak mânâlarında kullanılmaktadır.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Beyyine sûresi, 98/8.
(8) Şemseddin Nûrî, Miftâhu’l-Kulûb. s, 6.