Tasavvuf ve tarikat “rûhanî bir tâlimdir” 

Müterâdif lafızlar olup aynı manaya gelen bu iki kelime, insanın manevî dünyasını yoğurur.

Beden, yani madde belli, herkes tarafından az ya da çok biliniyor. Maneviyat ise o kadar belli değil, adı üstünde manevî... Gözle görülüp elle tutulamayan… Kalp-ruh…, bizim maneviyatımızdır. Fakat onlar hakkında, bize nakledilenlerin dışında yeterli bilgimiz yok.

Tarikatın özü, ibadet ve tâatlerden, tefekkür ve tezekkürden (râbıta ve zikirden) zevk almaktır. Yaptığı bütün ibadetleri aşkla-şevkle, gönülden isteyerek zevkle eda ve ifa edebilme, tad alabilme istidadını kazanmaktır mü’mine...

Tarikata giren insana denebilir ki, “tevbe-istiğfar et, salavât çek, Kur’an oku, râbıta, zikir ve tefekkürle meşgul ol.” Aynı şeyi, yani aynı ibadeti-zikri iki kişi yapar; birine yaptığı ibadet ve zikirden bıkkınlık gelir, diğeri şevk ve heyecan içinde devam eder.

Zikri herkes çekebilir; lakin bunu manevi bir rehber kılavuzluğunda yapıp zevk alma, bâtınî yönde mesafeler kat‘etme, tekâmül ve terakkî edebilme meselesi başkadır.

Adamın işi yorucudur. Eve geldiğinde bitkindir. Açtır. Uykusuzdur. Hafiften yemeğini yer, istirahatini yapar… Yatsı namazından sonra abdestini alır, kıbleye döner, diz çöküp oturur. Usûlünce râbıtayla ‘Allah-Allah-Allah’ demeye başlar... Yorgunluğunu, açlığını, uykusuzluğunu unutur. Zikirle-fikirle meşgul olur. İşte bu hali yakalamaya çalışmak, tarikattır. Tarikat, yol demektir. Manevî yol... Letâifle, kalp yoluyla tekâmül etmek, halk âleminden emir âlemine irtibat kurmak...

Tarikatın aslı-ruhu yapılan ibadet ve taatten  manevi hazzdır, bâtınî zevk alabilmektir. O zevk, insanı yakalar, zikir ve fikir dünyasının içine çeker. Adam çalışırken, gezerken, otururken, uyurken o zikir âleminin içindedir. Âlem-i emr’de  seyr halindedir...

Tarikat hakkında yazılmış çok kitaplar vardır. Bu kitaplar -tabiri caizse- meselenin teknik yönünü anlatır. Bu kitapları okuyarak, tarikat hakkında bilgi edinebiliriz.Fakat bal kavanozunu yalayarak, içindeki balın tadını anlamaya çalışmak nasıl mümkün değilse, sırf bu nevi eserleri okuyarak da tarikatın hazzını-tadını almak, ne olduğunu kavrayıp idrâk edebilmek kabil değildir.

 

Tarikat öğretilmez, öğrenilir

Tarikat’ta seyr meselesi kuru bilgi işi değildir, kalbin-ruhun… seyr u sülûk hâlidir. Onu ancak, yaşayan bilir... Tadan anlar, idrâk edip şuuruna varır. Eskilerin mülemma’ tarzında söyledikleri gibi, “Men lem yezuk / Vaah bilmez yazık!” Tatmayanın anlayıp bilmesi muhâl olan manevi bir yolculuk...

Bir zamanlar, tarikatlar, zikirler yasak edildi. Tekkeler, zâviyeler kapatıldı, el’an da kapalı. Ama sonuç değişti mi? Hayır! Mesela Rusya’da (SSCB dönemi) komünizm ilan edilince dinî faaliyetlere şiddetle yasak getirildi. Tarikattan, tasavvuftan nasibi olanlar, birbirlerine dilini oynatmadan kalben “Allah-Allah-Allah” demesini öğütledi.Yani cehrî değil, hafî (gizli) zikri tâlim etti. Nitekim “Sôfî ve Komiser” isimli kitapta, o dönem Rusya’sında İslâm’ın ve Müslümanların durumu analiz edilirken, cehrî (açık) zikirle meşgul olan tarikat erbabının kolayca bertaraf edildiği… Ama hafî / kalbî / gizli zikirle meşgul olan Nakşibendîlerin kendilerini muhafaza edebildikleri… Yapılanlardan en az zararla kurtuldukları ifade edilir. Hatta Rusya’da İslâm’ın onlar vesilesiyle ayakta kalabildiğine dikkat çekilir.

Allah” lafza-i celâli kadar tekrarlanan başka bir kelime yok. Allah dedikçe insanın daha çok ‘Allah’ diyesi geliyor... Bu isimde öyle esrâr var ki, ne kalemle ne de kelamla anlatılamaz...Hikmetleri-kerametleri, feyz u bereketi saymakla bitmez...

Bir noktayı belirtmekte zaruret var; haramlar zikre mâni olur... Herhangi bir haramı işleyen, mekruhlara, şüphelilere aldırış etmeyen, hatta mubahlara gereğinden fazla dalan, günah işlemeye devam eden, ibadetlerden de, râbıtadan-zikirden de zevk alamaz. Nasıl ki göz, insanın dünyaya açılan penceresidir, nasıl ki ağzımız gıdaların kapısıdır; gözünü kapayan dünyayı göremez, ağzını kapayan gıda alamaz... Haramlar da maneviyat kapılarını kapar; Dolayısiyle o şahıs ibadet ve tâatından, tesbih-tahmid-tehlil, râbıta ve zikrinden zevk alamaz.

Râbıta ve zikir, pek büyük bir manevi nimettir. Bâtınî gıdadır. Kalbimiz-ruhumuz… sair letâifimiz ibadetlerle beslenir, tekâmül ve terakkî eder. Onun için tarikat ehli bir mü’min, hep helâl kapılardan girer, harama yaklaşmaz.Şüphelilerden de olabildiğince uzak durur.

Manevi vazifelerden, bâhusus râbıta ve zikirden zevk almanın diğer bir yolu da, helâl gıdaları da tıka basa yememek, mümkün olduğunca sofradan mutedil bir halde kalkmakladır . Zira beden semirdikçe ruh zayıflar, ruh kuvvet kazandıkça beden incelir...

***
Şeriatın sadece zahirine sahip olup bâtınî cihetiyle de alakadar olmayı isteyen hiç kimse, bu noktada ümitsizliğe kapılmamalı. Ancak bu yolda nasibini aramaktan da, maddi-manevi çarelere müracaattan da geri kalmamalıdır.  Mevla-yı zû'l-Celâl ve'l-Kemâlhazretleri, her şeye kadirdir. İsteyene istediğini verir. Tasavvuf büyüklerinin meşhur sözlerinden biri de,"Himmetü'r-ricâl, taklau'l-cibâl"dir. Yani, maneviyat büyüklerinin himmetleri (Allah’ın izniyle) dağları devirir, altını üstüne getirir... Yeter ki onlara usûlünce müracaat edip talebimizi arz edebilelim.

Kendinden(bütün nefsanî arzularından)kurtulup da bir zindenin(mürşid-i kâmil ü mükemmilin)gönlüne ülfet peydâ eden kimselere ne mutlu!”(Hz. Mevlânâ)

Vesselâm…