Muhterem Halis Hocam,

Yüce Rabb'imiz Allah-u Teâla'nın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Nasılsınız? Umarım sıhhat ve keyifleriniz yerindedir. Allah-u Teâla işlerinizi hayra çıkarsın efendim.

Hocam benim sorum, özellikle İmam-ı Rabbani Hazretleri'nin Mektubat'ında rastladığım yokluk manâsında olan adem kavramı ile ilgili. Efendim adem ve adem alemlerini, Yüce Allah'ın sıfatları ile tecelli ederek varlık aleminin yaratılmasına vesile olan bir nevi başka bir mahlûk gibi mi veya Mümkînlerin Allah-u Teâla'nın ilminde bulunup henüz vücuda gelmemiş olmalarını ifade eden bir nevî Yüce Allah'ın İlim sıfatına atıfta bulunan bir kavram olarak mı düşünmeliyiz. Veyahut bunların dışında ne gibi bir manâya gelmektedir?

Hocam sabrınız, ayırdığınız kıymetli vaktiniz ve cevabınız için şimdiden teşekkür ediyorum. Allah-u Teâla'ya emanet olunuz. Doruk Baş – Facebook

*******

Ve aleyküm selam muhterem kardeşim. Bilmukabele bizden de hayır-dualar…

İlm-i kelâm sahasına giren meraklarınıza gelince…

1- “adem ve adem alemlerini, Yüce Allah'ın sıfatları ile tecelli ederek varlık aleminin yaratılmasına vesile olan bir nevi başka bir mahlûk gibi mi düşünmeliyiz?”

Adem; ilm-i vazı‘ tabiriyle ayn-dâl-mim maddelerinden müteşekkil kelime; yokluk manasına, mevcud olmama-bulunmama anlamlarına gelir. Varlığın zıddı olarak kullanılır. Varlık, vâcip ve mümkün diye iki sınıfa ayrıldığı gibi, adem de mutlak ve mukayyet olmak üzere iki türlüdür.

Mutlak adem; ebedî ve ezelî olarak olmamak, bulunmamaktır ki, böyle bir yokluk mümkün değildir. Zira ezelî ve ebedî Vacibü'l-Vücud olan Allah Teâla, mutlak yokluk mefhumuna müsaade etmez. Nasıl aydınlıkla karanlığın aynı anda bir mekânda bulunması mümkün değilse, mutlak yokluk ile mutlak varlık da bir arada içtima‘ etmez, bulunamazlar. Allah (c.c.) ezelen ve ebeden var olduğuna göre, yokluk yok demektir. Cenab-ı Mevlâ ezelîdir-ebedîdir, evveli ve sonu yoktur, binaenaleyh mutlak manada yokluk diye bir şey de söz konusu olamaz. İlim dairesi içinde bulunan “adem”, hâricî ademdir / haricî yokluktur; ‘ilmî vücud’a perde olmuş bir ünvardır. Hatta kelâm âlimlerinden bir kısmı, ilmî varlıklara a‘yân-ı sâbite demişlerdir. O halde bunların fâni olması / yokluğu, muvakkaten hâricî vücudu bırakıp manevî ve ilmî vücuda girmesidir. Yani tabiri caizse, kudret dairesinden çıkıp ilim dairesine girmiş olmalarıdır.

Mukayyet adem; bir şeyin a‘yân-ı sabite noktasından, yani Allah Teala’nın ezelî ilminde ilmî bir vücut vaziyetinde var olduğu halde, henüz hâricî bir varlık kazanamamış, mahlûkat ve şehâdet âlemine intikal edememiş durumuna denir. Bu yokluk izâfîdir, nisbîdir (uyd. görecelidir). Yani maddî ve kevnî âlemde olmayan bir şey, başka bir boyut ve başka bir varlık sahasında bulunabilir. Mesela Allah Teâla’nın ilminde ilmî bir vücut ile bulunduğu halde, hâricî ve maddî âlemde olmayan bir şeye mutlak manada yok denilemez.

Diğer taraftan âlem de ikiye ayrılır:

a. Sebepler âlemi,

b. Müsebbibü’l-Esbâb âlemi.

Bir başka ifadeyle Âlem-i Halk, Âlem-i Emr diye de tasnif edebiliriz

Binaenaleyh Cenab Hak birinci kısımdaki mahlûkat ve mevcûdâtın varlığını bir sebebe-vesileye-vasıtaya merbut kılmakla birlikte, ikinci kısımdakileri herhangi bir sebebe müstenit kılmamıştır. O, sonsuz-hudutsuz kuvvet ve kudretiyle dilediğini dilediği gibi yaratır. İster sebepli, ister sebepsiz… İrâdesi hangisine tecellî ederse öyle olur. Binaenaleyh yarattığı varlıkların ma‘dûmiyet hallerini illâ da ilgili sıfatlarının tecelliyatına merbut kılmaya da ihtiyacı yoktur. Yahut bunu şöyle de ifade edebiliriz; “sünnetullah” nasılsa öyle tecellî eder.

Mevcud ile ma‘dûmu birbirine karıştırmamak lazım. Ma‘dûm, mevcûdun henüz tezâhür ve taayyün etmemiş halidir. Ancak tebeyyün ettiği an, ma‘dûm olmaktan çıkar. O ana kadar biz ona mahlûk / mevcûd değil, ma‘dûm deriz.

2- “Mümkînlerin Allah-u Teâla'nın ilminde bulunup henüz vücuda gelmemiş olmalarını ifade eden bir nevî Yüce Allah'ın İlim sıfatına atıfta bulunan bir kavram olarak mı düşünmeliyiz.”

Allah Teâla’nın ilmi dışanda zaten hiçbir şey düşünülemez. Bize göre ister mevcut olsun, isterse ma‘dûm... Dolayısiyle ‘ilim sıfatına atıfta bulunan’ gibi ifadelere gerek yok. Her şey filasıl O’nu anlatmıyor mu? Her şey O’na bağlı, O’nun irade ve meşiyyetinde değil mi?

N e t i c e

Tevhidce yani akâid ve kelâm ilmine göre bu âlem (topyekün mevcudat ve mahlûkat), Allahu Teâla’nın zâtının, sıfâtının, esmâının, ef’âlinin eseridir.

Tasavvuf ehlince /  maneviyat-bâtın erbabınca; zâtının, sıfâtının, esmâının, ef’âlinin zılli (gölgesi)dir.

Adem-i mutlak mümkin olmadığına nazaran, adem-i mukayyetler de ilm-i ezelîde ma‘dûm hükmündedirler.  

Son olarak hatırlatmak isterim; eğer sağlam bir akâid-kelâm temeliniz yoksa, en azından Emâlî, Ömeru’n-Nesefî, Allâme-i Taftazanî’nin (rahımehumullah) Şerhu Akaidi’ni iyi bir şekilde okumamışsanız, lütfen Ehl-i Sünnet’in temel itikadî esaslarıyla iktifa edin, bu vb. felsefî kelâm mevzularına dalmayın, derim. Zira kafanızı-gönlünüzü karıştırmaktan öte bir şey elde edemeyeceğiniz gibi, başkalarının zihinlerinin bulanmasına da sebep olabilirsiniz. Her ne kadar biz bunca vakit fukaralığımıza rağmen, zaman ayırıp sabrımızı da zorlayarak cevaplamaya uğraşsak bile, bunların avam mü’minler için gereksiz ve faydasız olduğunu da hatırdan çıkartmamak lazım, diye düşünüyorum. Âcizane mülâhazam bu.

Vesselâm…

Go to top