Halis ECE

Son yıllarda pek çok şeyde olduğu gibi “türbe ziyaretleri” mevzuunda da aşırılılıklardan kurtulup, ölçülü davranma, ölçülü konuşma yolunu bir türlü tutturamadık. Bu noktada maalesef halkımızın olduğu kadar, ilahiyatçı akademisyenlerin de hayli sıkıntıları var. Halbuki onlar, toplumun önderleri, yol göstericileri olarak halkı itham etmek yerine, onlara doğruyu anlatma mevkiinde olmaları gerekirdi, öyle değil mi? 

İşte bu yazının hazırlanmasındaki asıl maksat, halkımıza bu işin doğrusunu anlatmaya çalışmaktır. Yoksa herhangi bir kişi veya grubu itham değildir.

Evet, halk birçok alanda yanlışlıklar yapabilir, eksiği, noksanı, hataları olabilir... Nitekim yapılan kabir ziyaretlerinin pek çoğunun, dinimiz açısından ele alındığında ne maksada, ne de usûl ve âdâba uygun olduğu görülür... Doğrudan Allah’tan başka hiçbir şeyden, hiçbir kimseden herhangi bir istekte bulunulmaz. Bu doğru... Her şeyi veren de alan da hakikatte Allah’tır. İbadetin her nev’i/türü de sadece Allah için yapılır; buna kesilen kurbanlar da dahil... Ancak dinimizde bir de “tevessül” denilen kavram var. Yani, Allah’ın yardımını dilerken araya bir vasıta koyarak, “yâ Rabbi, filan kulunun (peygamberin, evliyanın, şeyhin,...) hatırı, yüzü suyu hürmeti, nezdindeki makamı-mertebesi için bana şunu ver, lûtfet, şu dileğimi kabul buyur...” demek... Buna da meşru değildir, şirktir denilemez. Dinimizdeki bu uygulamayı, tevessülü-râbıtayı şirk sayan Vehhabiler ve o zihniyette olanlardan başka kimse göz ardı edemez.

Yardım Allahu Teâlâ’dan istendiğine göre, verecekse araya aracı/vasıta koymadan da verebileceğine inanıldığına göre, “dileklerin kabulünde faydalıdır” inancı ile araya, Hakk’ın sevgili kullarından birini koyup, “onun hatırı için” demek, elbette ki şirk olmaz. Tam tersine bu davranış, Allahu Teâlâ’nın, zatına yaklaşmaları için mü’minlerden uymalarını istediği bir usûlün yerine getirilmesi olur.(1)

O bakımdan İslâm âlimlerinin pek çoğuna göre, özellikle de tasavvuf erbabınca Peygamber Efendimiz (s.a.v.), diğer peygamberler (aleyhimüsselâm), ashâb-ı kiram (r.anhüm), velîler (k.esrarahüm), hatta salih ameller vasıta kılınarak Allah’a dua edilmesi, ondan yardım istenmesi meşru görülmüş, hatta teşvik edilmiştir. Bu konuda diriler için caiz olan ölüler için de caizdir... Zaten mü’minler ölmez; onlar için ölüm, mekân değiştirmekten ibarettir. Allah’ın sevgili kulları ise, fani dünyadan ayrıldılar diye, onun katındaki itibar ve değerlerinden bir şey kaybetmez; bilakis yükleri hafiflemiş, yardımları daha da sür‘atlenmiş olur.

Cenab-ı Hakk’a niyazamız; başta Habîbi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) olmak üzere diğer bütün sevdiklerinin hatırı için, çalışmalarımızı rızâsına uygun, okuyanlara da faydalı kılmasıdır.

***

Ölüm ve kabristanlar

ÖLÜM, KABİR-TÜRBE VE MEZARLIK KAVRAMLARI

İnsan hayatı, diğer bütün canlılar gibi, doğumla başlayıp ölümle biter. Ölümü tatmayan bir canlı yoktur. “Her can ölümü tadacaktır…”(2) “Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!”(3) Allah’tan başka her şey fânidir; sonradan yaratılmış, sonu olan varlıklardır. Başlangıcı ve sonu olmayan tek varlık Allah Teâlâ’dır. Kıyamette ondan başka her şey yok olacaktır.

İnsan hayatında ölüm, çok önemli bir hâdisedir. İslâm inancına göre mü’minler ölmez, sadece geçici ve sıkıcı olan bu hayattan kalıcı ve ferah olan öbür hayata göçerler. Yeter ki insan, cennetin vizesi durumunda olan imanla ruhunu teslim edebilsin... Hatta vahye dayalı olmayan dinlerde bile, ölümden sonra ruhun yaşadığı inancı vardır. Evet vardır; ölüm ruhla değil cesetle alakalıdır; ruh ölmez, bu doğru. Ama nerede olacak?! Asıl önemli olan da burası… Cennette nimetler içerisinde, saadetler deryasında mı yüzecek; yoksa cehennemin o amansız azabı içerisinde, sürgit yanıp kavrulacak mı?

İşte bu ölüm hâdisesinin, İslâm toplumlarında, bir takım dinî icapları vardır. Bunlara aykırı olmamak kaydıyla, zaman içerisinde bazı âdet ve gelenekler de oluşmuştur. Fıkıh kitaplarında, “Cenazelerin hükümleri” ana başlığı altında, ölümle-ölüyle ilgili bütün hususlar ele alınmıştır. Dileyen oralara bakabilir.

Ölünün gömülmesi için hazırlanan yere, ziyaret edilen yer yani ziyaretgâh anlamında mezar veya ölü gömülen yer mânasında kabir denir. Birçok mezarın bulunduğu yere mezarlık, kabristan ya da makbere adı verilir. Büyük insanların, devlet başkanlarının, velilerin, salihlerin, şehitlerin gömüldüğü âbide görünüşlü mezarlar ise kümbet, türbe, yatır gibi adlarla anılır. Kabir için kullanılan diğer isimlerden bazıları ve anlamları da şöyledir:

Darîh: Yerdeki yarık, çukur, tuzak, kabir, mezar.
Hazîre: Duvarla çevrili mescid, cami, medrese ve tekke civarındaki küçük mezarlık.
Makber, medfen: Ölünün gömüldüğü mekân.
Meşhed: Şehidin gömüldüğü yer.
Merkad: Uyuma yeri, istirahatgâh.
Türbe, kümbet: Mezar üzerine yapılan bina.
Yatır: Evliyanın, salih zatların (ermişlerin) mezarı.

İslâm’a göre dünya hayatının sonu, âhiret hayatının başlangıcı olan ölüm, pek büyük ve çok mühim bir hâdisedir. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi “Kabir, âhiret yolcusunun konakladığı ilk duraktır. İşte kim onun azabından kurtulursa, artık ötesi ondan kolaydır. Eğer ondan selâmete eremezse, ötesi ondan da çetindir.”(4)

Sinesinde mü’mini-münkiri, müşriki-münafığı, iyiyi-kötüyü ayırt etmeden barındıran kabir, salih Müslümanlar için cennet bahçelerinden bir bahçe, münkir ve münafıklar ile günahkârlar için de şiddetli ve dehşetli bir çukurdur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Birbirinizi gömmemeniz endişesi olmasaydı, kabir azabı çekenlerin feryatlarını size duyurması için Allâh’a dua edecektim”(5) buyurmuşlardır.

Dünyada iken karı ile kocanın, evlat ile ana-babanın, öğrenci ile hocanın, dost ve ahbapların arasını bozmak için birinden söz alıp diğerine götüren… Ondan aldığı lafı berikine taşıyan… Neticede halkı birbirine düşürüp toplumun huzurunu kaçıran koğucular, kabirde dehşetli bir azap ile karşılaşacaklardır. O bakımdan mü’minlerin, bu ve benzeri kötü huylardan şiddetle kaçınmaları, onlardan uzak bulunmaları lazımdır.

***

KABİR ZİYARETİ

Öncelikle kabirleri-kabristanlar’ı, türbeleri temiz tutmak, ağaçlandırmak, güzelce muhâfaza etmek hayatta olanlar için önemli bir vazifedir.

Kabirlerin üstüne oturmak, çiğneyip üzerinden geçmek mekruhtur,(6) ölüye saygısızlıktır. Böyle bir davranış âdetâ onların haklarına tecâvüzdür. Bundan mümkün olduğunca kaçınmalıdır. Hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur: “Kabirler üzerine oturmayınız, kabre doğru namaz kılmayınız.”(7) "Birinizin kor parçası üzerine oturup da ateşin elbisesini yakıp derisine kadar ulaşması, kabrin üzerine oturmasından daha hayırlıdır.”(8) Ancak kabristana ait başka yol bulunmadığı takdirde, Kur’an okumak -meselâ bir Fâtiha onbir İhlâs-ı şerif okuyup ruhlarına hediye etmek- şartıyla, kabirlerin aralarında oturmakta, üzerlerinden geçmekte bir mahzur olmaz. Bu durumda onlar o kişiyi bir nûr olarak görür ve onun kendilerine de uğramasını arzu ederler.

Kabirlerin yanında uyumak, çevrelerini kirletmek, yaş otlarını yolmak ve yaş ağaçlarını kesmek mekruhtur. Kabristandaki otlar, ağaçlar yaş bulundukları müddetçe, bir nevi hayata sahip demektir. Bunlar hâl diliyle Allahu Teâlâ’yı tesbih ederler; bu vesîleyle orada yatan iman sahiplerinin rahmet-i ilâhiyeye nâil olacakları ümit edilir.(9) Nitekim İbn Abbas’tan (r.anhüma) şöyle rivayet edilmiştir: Resûlüllah (s.a.v.), bir gün iki kabre uğradı ve “Bunlar azap çekiyorlar. Azapları da büyük bir günahtan değil” buyurdular. Sonra da sözlerine şöyle devam ettiler: “Evet, biri nemîmede (laf getirip götürme) bulunurdu; diğeri de idrar sıçrıntısına karşı korunmazdı.” Ardından da yaş bir hurma dalı istedi ve bunu ikiye böldü. Birini bir kabrin, diğerini de öbür kabrin üzerine dikti. Sonra da, “Umulur ki, bunlar kuruyuncaya kadar, bu kabir sahiplerinin azâbı hafifleyecektir”(10) buyurdular.

Onun içindir ki, bazı yerlerde kabirlerin üzerine mersin ağacı dalları koymak âdet olmuştur. Fakat bu hususta aslolan yaş ağaçların dikilmesidir. Sahîh-i Buhâri şârihi Aynî merhumun dediği gibi, “Kabirlerin üzerine mücerred yaş, güzel kokulu çiçekler, yeşillikler koymak bir şey değildir. Sünnet olan, ağaç dikmektir.”

Ayrıca ağaçların, bitkilerin havayı temizledikleri, erozyona mâni oldukları, sağlık açısından da çok büyük faydaları olduğu hemen herkesçe bilinen bir gerçektir.

Kabirleri haftada bir gün, bilhassa cuma ve cumartesi günleri gidip ziyaret etmek erkekler için menduptur.(11) Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) EfendimizKabirleri ziyaret ediniz; çünkü ziyaret ölümü hatırlatır”(12) buyurmuşlardır. Ölümü hatırlamak ise, nefsin ihtiraslarını frenler ve insanın doğru yolda devamını temin eder. Kabirdekiler için de rahmet ve mağfirete vesîle olur.

Dinimizde, bazı şartlara riâyet etmek kaydıyla, kadınların da kabirleri ziyâret etmesine müsaade edilmiştir. Hanımların dikkat etmesi gereken bu şartları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1) Tesettüre riâyet etmeli ve güzel koku kullanmamalı.

2) Kalabalık bir günde dahi olsa ziyaret esnasında asla erkeklerin arasına karışmamalı.

3) Ziyârete tek başına değil de ya mahremi olan bir erkekle veya birkaç kadın bir araya gelerek gitmeli.

4) Kabrin başında, mevtânın üzülmesine ve azap görmesine sebep olacak tarzda feryâd u figân ederek ağlayıp sızlamamalıdır. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ölü, kendisine yas tutulması sebebiyle kabrinde azap olunur”(13) buyurmuşlardır. 

Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), evliyânın, salih zatların kabirleri de, onları vesile edinip mânevi bakımdan feyizlenmek-bereketlenmek, kendilerinden istifade edebilmek için ziyaret edilir... Velev ki uzak bir yerde dahi bulunsalar, onları ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Nitekim hadis-i şerifte, “(Dünya) işlerinde sıkıntıya düştüğünüz zaman, kabir ehlinden (salih zatlardan, onları vasıta ederek Allah’tan) yardım isteyiniz”(14) buyurulmuştur. Bu itibarla mü’min bunaldığında, darlandığında, kendisini çaresiz hissettiğinde sınırsız lûtuf ve ihsan sahibi âlemlerin Rabbi olan Allah'a sığınarak ondan yardım diler. Fatiha suresinde devamlı okuduğumuz, “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealindeki 5. âyet, mânevi bir kaynaktan yardım dilenecekse bunun ancak Allah olabileceğini açıkça ifade etmektedir. Aslında maddi bir kaynaktan mesela güçlü-kuvvetli, varlıklı-zengin kimselerden gerekip de yardım istediğimizde de onlardan gelen yardımın Allah'tan olduğunu bilmemiz, bu şuur ve idrak içinde olmamız icap eder. Çünkü onlara bu gücü veren de, bize yardım etmelerine izin ve imkan bahşeden de Allah'tır.

Bu mevzuda tartışılan mesele, “tevessül” kelimesiyle ifade edilen “Allah'ın yardımını dilerken araya vasıta koymak”tır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, “yardımın yalnızca Allah'tan geleceği”ne inanmaktır. Şayet böyle değil de Allah'tan başka bir varlığın da, ondan bağımsız olarak kullara yardım edebileceğine inanılırsa bu şirk olur. “Yardım, himmet, feyiz, rahmet, bereket...” yalnızca Allah'tan gelir. Allah’tan başkaları ise sadece vasıtadır.

Peki bu yardımı dilerken, yukarıda da zikrettiğimiz gibi, “Yâ Rabbi, filan kulunun (peygamberin, evliyanın, şeyhin,...) hatırı, yüzü suyu hürmeti, nezdindeki makamı-mertebesi için bana şunu ver, lûtfet, şu dileğimi kabul buyur...” dersek bu şirk olur mu? Şirk olmazsa meşru mudur, faydası olur mu?

Yardım Allah'tan dilendiğine ve onun, verecekse araya vasıta koymadan da verebileceğine inanıldığına göre, “dileklerin kabulünde faydalıdır” inancı ile araya, Allâh’ın sevgili kullarından birinin konması; yani “onun hatırı için” denmesi elbette ki şirk olmaz. Tam tersine bu davranış, Allahu Teâlâ’nın mü’minlerden uymalarını istediği bir usûldür.(15)

Meşru mudur, faydası var mıdır?” sorusunu ise İslâm alimleri farklı şekillerde cevaplandırmışlardır. Bir kısmına göre ölmüş bir kimseyi araya koymanın faydası yoktur, böyle bir uygulamanın sahih delili de bulunmadığından meşru değildir. Ancak Ehl-i Sünnete mensup âlimlere göre ise, Peygamber Efendimiz, diğer peygamberler, ashâb-ı kiram, velîler, hatta salih ameller vasıta kılınarak Allah'a dua edilmiş, ondan yardım istenmiştir. Diriler için caiz olan ölüler için de caiz olur... Zaten mü’minler ölmez; onlar için ölüm, mekân değiştirmekten ibarettir. Allah'ın sevdiği kullar ise, fani dünyadan ayrıldılar diye Allah katındaki itibar ve değerlerinden bir şey kaybetmezler; bilakis yükleri hafiflemiş, tavassutları daha da sür‘atlenmiş olur.

***

ZİYARET MAKSADI

Ölülerin mekânları olan kabirler, türbeler, mezarlıklar üç maksatla ziyaret edilir:

1. Ölüye faydalı olmak için.
Bu niyetle gidilip kabrin başında Kur’an okunur, Allah’tan af ve mağfiret dilenir, duâlar edilir. Aslında kabir ziyaretleri, cenaze namazı esnasında ölüye yapılan dua gibidir. Hüküm olarak aynıdır, farklı bir durum bahis konusu değildir. Bu yapılanların, ölen mü’mine faydalı olacağı hususunda bütün âlimlerin ittifakı vardır. Ancak ölüye faydalı olmak maksadıyla sadece Müslümanların kabirleri ziyaret edilir. Çünkü İslâmi inanca göre, şartlarına uygun bir imanla Müslüman olarak ölmek esastır. İman olmayınca kişinin yaptığı ibadetlerin, işlediği hayır ve iyiliklerin, sahip olduğu ahlâki güzelliklerin kendisine bir faydası olmayacağı gibi, başkalarının onun için yaptığı dua ve niyazların da ona bir yararı yoktur. Nasıl ki abdestsiz namaz makbul değilse, iman olmadan yapılan hayır ve hasenatın da hiçbir kıymeti olmaz.

2. Hayatta olanlara faydalı olmak için.
Kabir ziyareti kalpleri yumuşatır-inceltir, gözü yaşartır, ahireti hatırlatır. Ölümden ibret alan insan; kin, hırs, haset, tamah, intikam gibi kötü huyları terk eder. Ebedî hayatta faydası olacak iyi huylara, ibadet ve tâatlere, hayır ve hasenata yönelir. Bu maksatla Müslüman olmayanların kabirlerini ziyaret etmek bile caizdir, hatta müstehap(16) olduğu hususunda âlimlerin ihtilafı yoktur.

3. Ölenin ruhundan yardım istemek için.
Bu maksatla kabir ve türbeleri ziyaret etmenin caiz olup olmaması hususunda, bugün olduğu gibi geçmişte de münakaşalar olmuştur. Adına tevessül denilen bu ziyareti, ileride ayrı bir bölüm ve farklı başlıklar altında geniş bir şekilde ele alacağız. Ancak şu kadarını hemen ifade etmekte fayda görüyoruz: Ölenleri de hayattakiler gibi üç sınıfta mütalaa edebiliriz. Şöyle ki:

a) Yardıma muhtaç olanlar,

b) Hallerinden ibret alınması gerekenler,

c) Kendilerinden faydalanılabilecek olanlar.


Hal böyle olunca peygamberler, evliyalar, şehitler ve salihlerin ruhaniyetlerinden faydalanmak için onların kabirlerini-türbelerini ziyaretle kendilerini vasıta ederek Allah Teala’dan yardım istemenin makul ve meşru olduğu da kendiliğinden ortaya çıkacaktır, diye düşünüyoruz. Zira onlardan istimdat (yardım istemek), meselâ “Medet yâ Seyyid Abdülkadir Geylanî!” demek, onun manevi rütbesinden, ruhaniyetinden medettir. Yoksa zatından ve cesedinden yardım beklemek değildir.

Keza Peygamber Efendimize (s.a.v.) getirdiğimiz salavât-ı şerifelerin meyvelerine/faydalarına asıl muhtaç olan bizleriz. Sevgili Peygamberimiz Cenab-ı Hakk’ın, “(Resûlüm!) Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”(17) hitabına mazhar olmakla onun hazinesi zaten ilâhi rahmetle doludur. Bu sebeple getirilen salavât-ı şerifeler, o dolu hazinenin taşmasına vesile olur da, pek çok hayır ve bereket olarak tekrar bizlere döner.

***

ZİYARET ÂDÂBI

 Ziyaretçi, kabrin ayak ucuna varıp yüzünü mevtanın yüzüne doğru döner ve “es-Selâmü aleyküm dâre kavmin mü’minîn. Ve innâ inşâallâhü biküm lâhikuun.(18) Es’elüllâhe lî ve lekümü’l-âfiyeh”(19) diyerek selâm verir. Ya da Türçesiyle, "es-Selâmu aleykum, ey mü'minler diyârının sâkinleri! Bizler de inşâallah sizlere kavuşacağız. Allah Teala'dan bizim ve sizin için âfiyet, uhrevî hâilelerden sıyanet ve selâmet (çok acı ve acıklı hadiselerden korunma, tehlikelerden emniyet ve kurtuluş) dilerim" der.

 Kişi, ziyâret sırasında kabrin üzerine oturmaz. Şayet bir mâzereti varsa, kabri çevreleyen duvar veya demire dayanarak oturabilir. Bu esnada, mümkünse “Yâsîn” sûresini okur. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Kim Allâh’ın cemâlini görmek dileğiyle ‘Yâsîn’ sûresini okursa, geçmiş günahları af olunur. Onu mevtâlarınızın yanında okuyunuz”(20) buyurmuşlardır. Şayet şartlar, vaziyet, vakit müsâit değilse; bir Fâtiha onbir İhlâs-ı şerif veya bir Fâtiha ile yedi yahut da üç İhlâs-ı şerif okuyup orada yatan mü’minlerin ruhlarına bağışlar.

 Türbelere, yol kenarlarındaki ulu ağaçlara, şuraya-buraya iplikler, bezler-paçavralar bağlamak, oralarda mum yakmak suretiyle dileklerde bulunmak bid‘attir, hurâfedir, caiz değildir. Bu gibi haller asla İslâmi bir davranış olamaz, tasvip edilemez.

 Türbelerin yanında kurban kesmek de bid‘attir, cahiliye devri âdetlerindendir. Halk, “filan dedeye veya yatıra kurban adadım, şu işim olursa ona kurban keseceğim” diyor. Kurban mâli bir ibadettir; ibadetlerin her türü ise sadece Allah’a yapılır. Kurban da Allah için kesilip eti fakir fukaraya dağıtılır, sevabı ölüye bağışlanır... Yoksa yatıra, evliyaya kurban kesilmez... Keza, karşılama merasimlerinde gelen kişi adına da kurban kesilmez; kesilirse o kurban murdar olur, eti yenmez.

 Makbul olur düşüncesiyle kabir yanında namaz kılmak, kabirlerin üstüne mescit yapmak ve kabir civarını mescit haline getirmek de cahiliye âdetlerindendir. 

 Hanefî ve Mâlikîlere göre kabir ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak daha faziletlidir.

Şâfiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir.

Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını belirtmişlerdir.

Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de, diğer günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir. (21) 

Hava karardıktan sonra yani akşamleyin ve geceleyin de kabir ziyareti caiz olmakla birlikte, âdap ve emniyet açısından uygun görülmemiştir. 

DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.
(2) Kur’ân-ı Kerim, Ankebût sûresi, 29/57.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 4/78.
(4) Feyzu’l-Kadîr, 2, 379; Tirmizî, Sünen, Zühd, 32.
(5) Hâfız el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 4, 361.
(6) Mekruh: Sözlükte, iğrenme hissi uyandıran, tiksindiren, kerih, iğrenç, menfur mânâlarınadır. Fıkıh literatüründe ise, dinî bakımdan haram edilmemekle birlikte, ancak zaruri hallerde caiz olan ve normal hallerde terk edilmesi, yapılmaması iyi görülen şey demektir.
(7) Müslim, Sahîh, 3, 62.
(8) Müslim, Sahîh, 3, 62.
(9) Bilmen, Ömer Nasuhi, B. İslam İlmihali, İstanbul, bty., s. 265-6-7.
(10) Buhâri, Sahîh, Vudû‘, 55, 56; Müslim, Sahîh, Taharet, 111.
(11) Mendup: Hoş, güzel, makbul, işlenmesi dinen caiz olup teşvik edilen şey demektir. Farz, vacip ve müekked sünnetlerin dışında kalan namazlar, verilen sadakalar bu niteliktedir. Güzel bir iş sayıldığı için mendubu işleyen sevap alır, terk eden ceza görmez.
(12) Müslim, Sahîh, 3, 65.
(13) Müslim, Sahîh, 3, 41.
(14) Müfti’s-Sekaleyn (insanların ve cinlerin müftüsü) Şeyhülislâm İbn-i Kemâl Paşa, 40 Hadis.
(15) Kur’ân-ı Kerim, Mâide sûresi, 5/35.
(16) Müstehap: Sözlükte sevilen, hoşa giden fiil demektir. Fıkıh dilinde ise, Peygamberimizin bazan işleyip bazan terk ettikleri, selef-i sâlihinin (ilk örnek müslümanlar) sevip işlediği ve rağbet ettikleri işler mânâsında bir tâbirdir. Başka bir ifadeyle, yapılması emredilmediği halde, dinen makbul sayılan şeyler, işlenebilir fiiller ki, yapan sevap kazanır, yapmayan günaha girmez. Mendupla ve gayr-i müekked sünnetle eş anlamlıdır. Bunlara fıkıhta nâfile, fazilet, tatavvu‘ ve edeb isimleri de verilir. Kuşluk namazı, teheccüd namazı, evvâbin namazı, tahiyyetü’l-mescid namazı ile nâfile oruçlar ve nâfile sadakalar müstehap amellerdir.
(17) Kur’ân-ı Kerim, Enbiya sûresi, 21/107.
(18) Ebû Dâvud, Sünen, Cenâiz, 83
(19) Müslim ve Nesâî’de Büreyde’den gelen bir rivayet. Topluca mânâsı: Selâm sizin üzerinize olsun ey mü’minler yurdunun sâkinleri! İnşâalah biz de sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ’dan bizim için de sizin için de âfiyet (uhrevî korkulardan sıyânet ve selâmet) dilerim.
(20) el-Münavi, Muhammed Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr, 6, 200.

(21) Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkhu ale'l-Mezâhibi'l-Erbea, 1, 540.

Go to top