“Ey kardeşim! Tarîkat, hakîkat ve ma‘rifete dahlolunmaz (müdâhale edilmez, karışılmaz). Bu fakîrin girdiği tarîkatta, feyzin menşei kabul edilen ve ismine râbıta denilen hâl; puttur, şeytânîdir... Şerîata aykırı ve şirk denilecek bir husustur.”

 

Bu zâtın tarîkata karışılmaz deyip, (sonra da edepsizce) râbıta-i şerifeye dil uzatması, aynen, târikat-hakîkat ve ma‘rifeti inkârdır.

Zira bir şeyin, “Mâ yetümmü bihi’ş-şey”i yani tamamlayıcı cüz’ü-parçası olan en büyük rüknünü-esâsını inkâr etmek, o şeyin diğer rükünlerini de inkâr etmektir.
Meselâ: Mâlum vakitlerde farz olan namaz, hususî rükünlerden ibârettir. Bu itibarla bir kişi, “Namaz inkâr edilemez ama, namaz içindeki kıyâmın aslı yoktur” demiş olsa, bu adam, namazın aslını, yani tamamını inkâr etmiş olur.

Kezâ râbıta-i şerife de, zikir ehli için, namazın kıyâmı gibidir. Zikrin en büyük rüknüdür, özüdür. Bu takdirde râbıtayı inkâr eden, hakîkat ve ma‘rifetin mebde’i (başı-kaynağı) olan âlî tarîkatleri tamamen inkâr edip, bütün ehlüllâhın yüce kapılarından kovulmuş olur!

Sapıtmaktan veya saptırılmaktan Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Yine herkesin mâlumudur ki, râbıta-i şerife denilen hâl, “pis put” değildir. Zira pis putlara tapanlar kâfirlerdir. Putlara yapageldikleri ibâdetleri de boş ve faydasızdır... Hem inançları, hem de amelleri bâtıldır. Dünya ve âhirette zarar ve ziyan içerisindedirler!

Nitekim, bu mânevî iflaslarının neticesi olarak, nasıl perişan vaziyete düştükleri, bir çok yerde anlatılmıştır. Bu cümleden olarak, Kâzî Beyzâvî (rh.) hazretlerinin ve diğer bazı müfessirlerin, “Onlar (yani cinler), Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sâbit kazanlardan ne dilerse yaparlardı”(22) âyet-i kerimesinin tefsiri esnasında geniş açıklamalar vardır.

Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre; bizden önceki ümmetlerden bazıları ibâdethânelerine, geçmiş peygamberlerin (aleyhimüsselâm) çektikleri zahmetleri, meşakkatleri, çileleri, sıkıntı ve zorlukları... kısacası, karşılaştıkları bütün belâ ve musîbetleri dile getiren ve bunlara rağmen onların, Allah Teâlâ’ya karşı ibâdetlerini nasıl dosdoğru ve eksiksiz bir şekilde yaptıklarını gösteren sûretlerini tasvîr ederler, resimlerini yaparlardı. Dolayısıyla bu resimleri birer ibret tablosu ve Allâh’a kulluk vazifelerini hatırlatan bir vesîle olarak kabul ettiklerini söylerlerdi.

Ancak daha sonra, bazı câhil kimseler bu düşünceyi terk ederek, “Bu resimler kıyâmet gününde bize şefaat etsinler, diye hürmet ve saygı gösteriyoruz; çünkü bunlar, Allah indinde şefâatçidirler” demeye başladılar.

Zamanla cehâlet, daha da şiddetli bir şekilde artarak, birinci ve ikinci mülâhazaların her ikisi de bozuldu. Yani o düşünceler de terkedildi... Resimleri, heykelleri ma‘bûd olarak kabul etmeye başladılar.

Böylece, eşi ve benzeri olmayan, tek ve mutlak ma‘bûd olan Hz. Allâh’a karşı şirklerini açığa vurarak kâfir oldular!

Gelelim râbıta erbâbına...

Kâmil bir şeyhe râbıta yapan ihlâslı bir mürid, deli bile olsa, mürşidini ma‘bûd olarak kabul etmez. Hiçbir zaman, ona ibâdet ediyorum demez. Şeyhinin, ancak Allâh’a vuslatın keyfiyetini gösteren bir kılavuz olduğuna inanır.

Bu sebeple râbıta ehli putperest olmayıp, bilakis Hüdâperest’tir, Allâh’a kulluk etmektedir. Çünkü, fenâ fillâh makamında olan kâmil bir şeyhe, bir müridin râbıta yapması; farz olan bir vakit namazının edâsında, takvâ sahibi bir zâtı imam kabul ederek ona uyması gibidir. Kılınan namaz, Allah içindir; imam ise, sadece bir vâsıtadır. Nitekim Fâtiha-i şerîfeyi okurken, “Yalnız sana ibâdet eder (kullukta bulunuruz), yalnız senden yardım isteriz” diyerek, bütün ibâdet ve kulluğu Allah Teâlâ’ya tahsîs ediyoruz.

Bilindiği gibi, cemaatle edâ olunan farz namazın sevâbı, kişinin niyetine ve ihlâsına göre, münferiden (tek başına) kıldığı namazın sevâbından çok daha fazladır. “Allah, kime dilerse ona kat-kat verir.”(23)

İşte namazını cemaatle kılan kimse de, Allah Teâlâ’nın dilediği bu kimseler topluluğu cânibine (tarafına) doğru sür‘atle yol alır... Kat-kat ve pek ziyade bir sevâba kavuşur... Huzûr ve huşûa nâil olur.

Binâenaleyh, kâmil bir şeyhe bağlanan râbıta ehli de bunun gibidir. Hatta daha farklı ve daha ulvî dereceler, makamlar elde eder. Ancak, bu bir hâl işi olduğu için, kaal ile anlatılması güçtür. Bununla beraber kısaca bir şeyler söylemek gerekirse şöyle diyebiliriz:

Tunç gibi katılaşıp sertleşen kalb, mürşid-i kâmile olan râbıta ile yumuşar, hamur gibi olur. Rabb’imiz Teâlâ ve Tekaddes hazretlerinin tesellîlerine kavuşur, İlâhî tecelliyâtın ka‘besi hâline gelir.

Kezâ, müridin mürşidine olan râbıtası; hacıların Beytullâh’ı delil ile tavâf etmeleri, Ravza-i Resûlüllâh’ı da delil ile ziyaret etmeleri gibidir.

Çünkü huccâc-i kirâm, “Tûfû bi ehli Mekkete ve zûrû bi ehli’l-Medîne (Mekke ehli ile tavâf ediniz, Medîne ehli ile ziyaret edeniz)” diye emrolunmuşlardır.

Ve yine bu hâl, Elifbâ okuyan bir çocuğun, okumayı öğrenme esnasında, hocasının önünde diz çöküp oturması gibidir.

Şimdi, namaz kılan hakkında imama; Ka‘be’yi tavâf eden, Peygamberimiz’in (s.a.v.) kabr-i şerifini ziyaret eden hacılar hakkında delile; talebe hakkında da hocaya pis put (!) demek mümkün ve münasip olursa, müridler hakkında da, şeyh-i kâmile (hâşâ) pis put demek mümkün olur!

Halbuki bunu, bugüne kadar –deli de olsa yahut zindanlara tıkılıp işkenceler bile görse– hiçbir kimse söylemedi.

Nakşibendî büyüklerinin (k.e.) rûhâniyetlerinin kahrından korkmadan, ehlüllâh’a iftirâ etmeye yeltenenlerin şerrinden Allah Teâlâ’ya sığınırız.

Go to top