Selamün aleyküm, hocam bir şeyi merak ettim, Adem babamız hangi dilde konuşuyordu? Ebuzer Deniz / Almanya – Gmail
*******
Öncelikle şunu tesbit ve kabul etmemiz lazım; insanların ilk devri, vahşet değil, bilakis ilk medeniyetti. Bu ilk medeniyet dersini de insanlara hak peygamberler (aleyhimüsselâm) vermişti. İnsanlara ilk dini tebluğ edip anlatanlar (yani tek Allah inancını öğretenler), nasıl ilahi peygamberler (aleyhimüsselâm) olduysa, ilk medeniyet dersini de insanlara, bu peygamberler vermişlerdi.
Şu kadar var ki, Allah Teâla’nın peygamberlerinden bu ilk medeniyet dersini almış bulunan insanlar, sonra bu medeniyetten uzaklaşa uzaklaşa ilk dersi unutarak vahşi olmuşlar, daha sonra tekrar medeniyete girmişlerdir. Şu halde insanlar, vahşet devri, medeniyet devri olmak üzere iki medeniyet safhası değil, belki ilk medeniyet, vahşet, ikinci medeniyet olarak üç devir geçirmişler; vahşilik, insanlar için ilk devir değil, iki medeniyet arasında geçici bir basamak sayılmıştı.
Allah (c.c.) insanlığa medeniyeti peygamberler vasıtası ile bildirmiştir. Bu noktada insanlık tarihinde umumi bir vahşilik yaşanmamıştır. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) bulunduğu yerlerde medeniyet -kendi zamanlarına göre- vardı. Peygamberlerin bulunmadığı yerlerde ise, insanların vahşi ve kaba olduğunu biliyoruz. Tarih kitapları da hep insanlığın vahşet tarafını göstermeye çalışmıştır. Bunda bazı sebepler vardır. Bunların başında, bazı dinsiz gurupların, insanları İslam dininden ve Allah’a imandan uzaklaştırmaya çalışmaları gelmektedir.
Nasıl ki, bilimsel (!) alanda insanları evrim safsatası ile aldatıp “Mü’minlerin inandığı Allah -hâşâ- yoktur. Her şey kendi kendine olmuştur. İlim ve bilim de böyle söylemektedir.” diye yaygara kopardıkları gibi, bu fikrin uzantısı olan, “Evrimleşen insan, önce yarı maymun, sonra insan oldu. Fakat ilk insanında tamamıyla bedevi ve okuma, yazma, konuşma bilmeyen cahil bir şekildeydi.” fikri her tarafa yayıldı. Böylece bu kirli ideolojiye Tarih ilmini de alet etmiş oldular. Oysa her peygamber, bir medeniyet getirmiş ve atamız ilk insan Hz. Âdem (a.s.) de bir peygamberdir. Dolayısıyla Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan insanlık, kendi zaman ve zeminine göre medeni idi, vahşi değildi. Şimdiki zamanda bile, okuma yazma bilmeyen ve vahşi olarak yaşayan insanlar olduğu gibi, o zamanda daha fazla bedeviyet ve vahşet hâkimdi. Ama bu durum başta söylediğimiz gibi umumi değildi.
Ayrıca Allah Teâla Kur'an-ı Kerim'de Hz. Âdem’e her şeyin ismini, manasını ve niçin yaratıldığını öğrettiğini, imtihanda Âdem aleyhisselâmın meleklere üstün geldiğini bildiriyor. Bu sebeple ilk insanın bugünkü anlamda bir konuşmayı bildiği ve seslerle anlaştıkları net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Âlimlerden bazıları;
“Allah (c.c.) Âdem'e bütün isimleri öğretti.” [Bakara suresi, 31] âyetini şöyle tefsir etmişlerdir:
“Allah Teâla Hz. Âdem’e eşyanın sıfatlarını, vasıflarını ve özelliklerini bildirmiştir.”
Diğer bir görüşe göre, “Hz. Âdem'e öğretilen isimlerden maksat, Allah'ıın sonradan yarattığı ve günümüzde insanların konuştuğu Arapça, Farsça, Rumca vb. değişik dillerin isimleridir. Âdemoğulları bu dillerle konuşuyorlardı. Hz. Âdem (a.s.) vefat ettikten sonra çocukları dünyanın her tarafına dağılınca, onlardan her biri, bu dillerin belirli birisiyle konuşmaya başladı. Böylece konuşulan bu dil, onların dili oldu.... İşte Hz. Âdem’in çocuklarının farklı dilleri konuşmalarının sebebi budur.” [Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, ilgili ayetn tefsiri]
Velhâsıl; Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselama, şu anda dünyada mevcut bütün dilleri öğretti. Âdem aleyhisselam da Arapça, Süryanice, İbranice ve diğer bütün dillerde kitabette bulunup her dil ile konuşmuştur.
Selamün aleyküm hocam;
hocam uygun görür cevap yazabilirseniz bir kaç sorum olacaktı;
1 - malumunuz baharın gelmesiyle beraber dışarıya çıkmak piknik v.s. yapılıyor. geçenlerde havanın güzel bir zamanı köye gitmiştik,annemlerle beraber piknik yapmak üzere dışarı çıktık.bizim buralarda ot kazılır güneylik v.s. annem yol yıllardır ekili olmayan bizim bölgenin tabiri ile boz bir tarladan ot kazmaya başladı.bende uygun bir dille uyardım başkasının tarlasından izinsiz kazman uygun olmaz belki haram olur diye.fakat annem bu yabani ot kendinden yetişmiş adamın mahsülüde yok kendini ektiği bir şey değil ben kazmasam kuruyum gidecek diyerek cevap verdi.bende tartışma olmasın kalbini kırmayayım diyerek eşimide yememesi yönünde ikaz ederek uyardım.bu hususta dinimizin görüşü nedir?haram olur mu?cevabınızla hiç olmazsa annemi uyarmış olurum.
2 - birde yukarıda ki soruda belirttiğim gün annemle şöyle bir konuşma geçti: annem köy yerlerinde davarla koyun v.b. başkasının tarlasından veya devletin meralarından hayvanlar otlatılıyor o zaman onlarda haram diye.davarların yayılması ve başkasının boz yani ekili olmasa bile tarlasından otlanması caiz olur mu?devletin meralarında da hüküm böylemidir?
3 - evimde mektubat-ı şerifin yasin yayınevi tarafından yapılmış (talha alp,mustafa alp,orhan ençakar vs..) Tercümesi var.öncelikle bu tercümeden istifade edilebilir mi?ara ara okuyorum geçenlerde şöyle bir hadisi şerifle karşılaştım: 'benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi geçmeyecektir'' diye bu hadisi şerif sahih midir,ve bu hadisi şerifi açıklayabilir misiniz?
Uygun görürseniz cevaplayabilirsiniz hocam,uygun görmezsenizde dualırımız hep sizinle.allaha emanet olun. İsmail İsmaile – gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
1- Bu uygulama, o yöredeki örfe bağlıdır; yani bu gibi hususlarda Şer’î Delillerin Fer’îleri arasında bulunan ÖRF devreye girer. Eğer arâzi sahipleri böyle bir toplamaya musâmaha ediyorlarsa mahzuru olmaz. Bu da şu şekilde anlaşılabilir: Orada yabancı biri ot toplarken, arâzi sahibi onu görüp ses çıkarmıyorsa izin veriyor demektir.
Özetle tekrarlamak gerekirse, etrafı çevrili olmayan tarlalardaki, arazilerdeki otları toplamakta mahzur yoktur. Binaenaleyh meselenin şer’i-fetvâ yönünde anneniz haklıdır.
Bununla beraber ihtiyata / takvâya uygun ve güzel olan, mümkünse şayet, hususiyle izin almaktır.
2- Bu sorunuz da gene örfle alakalıdır. Bulunulan yörede örf ve âdet nasıl oluşmuşsa, uygulama ve hüküm de ona göredir. Mesela eğer boş tarlalarda ve kamuya ait arâzilerde herkesin malını / hayvanını otlatması âdet halini almış, kimse kimseye bu hususta bir şey söylemiyorsa -ki genelde öyledir- bu da caizdir, helâldir. Anneniz bu noktada da haklı.
3- Hiçbir terceme aslının aynı değildir, olamaz da… O bakımdan bu hususta sohbetleri kaçırmamanızı ve oralarda hocaefendiler tarafından okunan mektupları kafa ve gönül kulağıyla dinlemenizi tavsiye ederim. Hem istifade hem de istifaza edersiniz (hem zâhiren faydalanır hem de bâtınen feyizlenirsiniz).
Gerçi bugün elimizde bulunan ve okumaya çalıştığımız Arapça Mektubat da ekseriyeti itibariyle Urduca’dan bir tercemedir aslında… İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri Mektuplarının çoğunu Urduca yazmış, az bir kısmını da Arapça olarak kaleme almış. Urduca olanları da Arapçaya çeviren Muhammed Murâd el-Kazânî (k.s. d. h.1272 / m.25 Aralık 1855) hazretleridir. Fakat öylesine selîs (âhenkli-akıcı-düzgün) bir üslûpla terceme etmiş ki, âdeta aslına ait lafzî-mânevî / zâhirî-bâtınî her şeyi olduğu gibi aktarmış. Onun için ondan faydalanma-faydalı olma, feyizlenme, manevi haz ve zevk de, kişinin ihlâsı nisbetinde ziyade oluyor.
***
Dilerseniz 1’inci ve 2’nci maddeleri biraz açalım. Ancak kafanız karışmasın. Hüküm, kısaca yukarıda belirttiğimiz gibidir. Nakledeceklerimiz, mesele hakkında detaylı bilgi içindir.
Ebû Hıdâş (r.a.), Rasûlullah'ın (s.a.v.) ashabından olan muhacirlerden birisinin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
Rasûlulİah (s.a.v.) ile birlikte üç defa savaşa katıldım. Onun; "Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Ot, su ve ateş" buyurduğunu bizzat kendisinden işitiyordum. [Ebu Dâvud, Sünen, Büyû, 62, Hadis no: 3477; İbn Mâce, Sünen, Rühûn: 16, H. no: 2473; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 3/47]
Hadis-i şeriften; ot, su ve ateşte bütün Müslümanların ortak oldukları, bunlara sahip olunamayacağı, satılamayacağı, herkesin rahatça faydalanabileceği anlaşılmaktadır. Fakat bu mutlak değildir. Yani herkes her suda, her ateşte ve her otta ortak değildirler. Ortaklık bazı kayıtlarla sınırlıdır.
İbnü'l-Hümâm (rh.), Hidâye şerhi Şerhu Fethi'l-Kadîr'inde şöyle demektedir:
"Ateşteki ortaklıktan maksat onunla ısınmak ve elbise kurutmaktır. Yani bir adam ateş yakarsa herkesin onunla ısınmaya hakkı vardır. Ama ondan bir parça almak isterse, sahibinin izni olmadan bunu yapamaz. Kudûrî sahibi böyle söylemiştir.
Suda ortaklıktan maksat da; içmek, hayvan sulamak, kuyu, havuz ve sahipli nehirlerden su almaktır.
Ot’a gelince; her Müslümanın, bir kimsenin arazisinde bile olsa otu toplamaya hakkı vardır. Ancak tarla sahibi tarlasına girilmesine engel olabilir. Bu durumda da ot isteyen; ‘benim, senin tarlanda ot toplama hakkım var... Ya izin ver gireyim ya da sen otu toplayıp yahut da suyu doldurup bana ver’, diyebilir. Bu bir adamın elbisesinin başka birinin avlusuna düşmesine benzer. Avlu sahibi ya elbise sahibinin girip elbisesini almasına izin vermeli, ya da kendisi elbiseyi alıp sahibine vermelidir. Fakat şahıs suyu kaba doldurmuş veya otu yolup toplamışsa ona sahip olur, dolayısıyla satabilir.
Bu hüküm, ot kendi kendine bittiği takdirdedir. Ama kişi otu sularsa ve onu yetiştirmek için yer hazırlar da ot biterse o zaman; Zahire, Muhît ve Nevâzil’de belirtildiğine göre; o otu satmak caizdir, (bunda başkasının hakkı yoktur). Çünkü kişi ona sahip olmuştur. Sadru'ş-Şehîd'in (rh.) tercihi de bu istikamettedir. "Ebu Hanîfe ve Züfer Arasındaki İhtilâflar" adındaki kitapta da şöyle denilmiştir: Eğer ot, tarla sahibinin emeği ile bitmişse (o otları onun parayla) satışı caizdir. Aynı şekilde eğer bir kimse tarlasının etrafını çevirir ve ot yetiştirmek için hazırlar ve orada kamış biterse bu kamış onun mülkü / malı olur. Tarla sahibi, toplamadan önce tarlasında çıkan mantarı satamaz..."
İbnü'l-Hümâm; Kudûri'nin, "Bir kimse tarlasında biten otu, -tarlasını sulamış bile olsa- satamaz. Çünkü tarlaya su salmak, otu ele geçirmek değildir" dediğini, fakat âlimlerin çoğunun önceki görüşü (sulamakla ota sahip olunacağı görüşünü) benimsediklerini söyler.
İbnü'l-hümâm'dan nakletiklerimiz bu hükümler, Hanefîlerin görüşüdür. [Detaylı bilgi için bkz. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, 13/22-23]
Ümmetin ömrüyle alakalı olarak da bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1048-ilk-insan.html
selamun akeyküm halis hocam; At eti nin yenilmesi husunda malumat verebilimisiniz.? Allaha emanety olunuz. Emrah Polat – Facebook
*******
Ve aleyküm selam Emrah kardeşim;
Kitap (Kur’an-ı Kerim) ve Sünnet’te at eti yemenin hükmü hakkında sarih / açık bir delil bulunmamaktadır. Dolayısiyle onun hükmünü Edille-i Şer’iyye’nin diğer kaynaklarında yani İcmâ, Kıyas ve de Fer’î Şer’î Deliller’de aramamız lazım. Bunun için de öncelikle Ehl-i Sünnet mezheplerine mensup müçtehitlerimizin, özellikle de müntesibi bulunduğumuz mezhebin mutlak ve mukayyed müçtehitlerinin içtihatlarına bakmamız gerekiyor.
Şöyle ki:
İmam-ı Azam (rh.) hazretlerine göre atlar, savaşa yarayan kıymetli hayvanlardır. O bakımdan bunların etlerini yemek, tahrîmen veya tenzîhen mekruhtur.
İmâmeyn’e (rahımehumallah) göre ise, tenzîhen mekruhtur. [Bkz. Bilmen, Ö. N., Büyük İslam İlmihali, Etleri yenilip yenilmeyen hayvanlar, s. 418, md.: 54]
Görüldüğü gibi, bizim mezhep imamlarımıza göre at etinin hükmü haram değildir; fakat, harama yakın veya en azından helâle yakın mekruhtur. Dolayısiyle helâl de olsa, gereğinde yenebilir de dense, çirkindir. Cenab-ı Hak nazarında yenilmesi hoş olmayan bir maddedir. Yani tahrîmî ya da tenzihî mekruh demek, esasen haram demek değildir. Bu hükümler fıkıhta haram’dan farklı birer ifadedir, kavramdır / ıstılahtır. Ancak unutmamak gerekir ki; mü’min, haramlardan kaçındığı gibi, mekruhlardan, hatta şüpheli şeylerden de kaçınması gerekir. Yoksa ibadât ve tâatinden, râbıta-zikir ve tesbihlerinden, Allah yolundaki hizmetlerden feyz ve zevk alamaz, manevi bünyesi, kalbi-ruhu gıdasız kalır, zayıf düşer. Allah korusun, en küçük zulmânî rüzgârda bile tehlikelere karşı imanını savunamaz-koruyamaz hâle gelir.
***
Bu hususta diğer mezheplerin görüşleri de kısaca şöyledir:
İmam Mâlik’ten (rh.) meşhur olan görüşe göre, atların etleri haramdır. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed’e (rahımehumallah) göre, atların etleri mekruh değildir. [Bilmen, Ö. N., A.g. e., s. 54, md. 55; Ayrıca bkz. Serahsî, el-Mebsût, 11, 233; Nevevî, el-Mecmu’, 9, 4; İbn Rüşd, Bidâye, 1, 470]
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe (rh.) hazretlerinin içtihadı ihtiyata / takvâye daha uygundur! Diğer iki imamın (Şâfiî ve Hanbelî) içtihadında ise genişlik ve kolaylık vardır.
Ancak unutmamak gerekir ki; dinen bir mecburiyet ve zaruret bulunmadıkça her mü’min, kendi mezhebinin öne çıkan görüşüyle / içtihadıyla amel etmelidir. Öyle işine gelen yerde uluorta diğer mezheplerin görüşleriyle amel edilip taklid yoluna gidilmez. Gidilirse, her an için “telfîk-ı mezâhib” dediğimiz yasak bölgeye düşme tehlikesiyle burun buruna / yüz yüze kalınır.
Âlimlerimiz, işine gelen her mezhebe uyan, koyalına gelen her görüşe, her hükme, “evet efendim, pek münasip” diyen kişilere, ‘her mezhebe uyar, her yola gider, kendisinin muayyen ne bir yolu vardır, ne de belli bir mezhebi’ anlamına gelen, “Küllü mezhebin yezheb” tabirini kullanırlar.
Halkımız ise, ne olduğu, ne fikir güttüğü, hangi mezhebin müntesibi bulunduğu belli olmayanlara, “mezhebi-meşrebi belirsiz” der. “Mezhebsizin biri” sözüyle bunları kastederler.
Malum, günümüzde bu tipler mebzûl tarzda (çokça-bolca) mevcut. Hele hele “ilahiyat” alanında, mektep-medrese görmüş, mürekkep yalamışlar arasında… Rabbim (c.c.) mezhepsizlik tehlikesinden cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’i ve evladını hıfz u himaye eylesin, korusun.
Hulâsa;
Takvâ sahibi bir mü’min, azimet ve ihtiyatla hareket eder. Haram ve mekruhlardan kaçındığı gibi, tehlikeli-kuşkulu-şüpheli yiyeceklerden-içeceklerden, hatta mubahların dahi fazlasından uzak durur.
Hocam selamün aleyküm, ihtikar konusuna açıklık getirebilir misiniz, her şeyde mi yoksa hangi maddelerde geçerlidir bu hüküm? İsim mahfuz
*******
Ve aleyküm selam değerli hocam;
Bilindiği üzere ihtikâr, yani gıda ve ihtiyaç maddelerini toplayıp darlık zamanında pahalıya satmak, kısacası istifçilik-vurgunculuk-spekülatörlük yüce dinimiz İslâm’da caiz değildir, bu yolla elde edilen kazanç helâl olmaz.
Ebu Hüreyre’nin (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse Müslümanların ihtiyacı bulunan herhangi bir malı, fiyatı yükselsin diye bekletir, satışa arz etmezse (piyasaya sürmezse), şüphesiz günahkâr olur. Ve o kimseden Allah ve Rasûlü’nün ilgisi (irtibatı, alaka ve münasebeti) kesilmiş bulunur.” [Bkz. İbn Mâce’nin Sünen’i, Hâkim’in el-Müstedrek’i (rahımehumallah)]
İmam Mâlik (rh.) hazretleri, bu hadis-i şerifteki şumûllü (geniş kapsamlı) ifadeye bakarak, ihtikârın her türlü ihtiyaç maddelerinde söz konusu olabileceğine ve halkın ihtiyacı bulunan herhangi bir mal ve meâın / eşyanın stok edilmesinin dinen haram olduğuna hükmetmiştir.
Hanefîlerden İmam Ebu Yusuf’un (rh.) bu görüşte olduğu bildirilmektedir. Yani o da ihtikârın her nev’inin haram olduğunu söylemiştir.
Diğer âlimler ve müçtehitler ise (İmam-ı Azam Hz. de dâhil olmak üzere), ihtikârın yalnız gıda maddelerine ait olup başka eşya ve emvâlde stokçuluğun haram olmadığı görüşündedirler.
Bir de kişinin kendi ürettiği emvâli (malları), mesela çiftçinen tarlasından, bağ ve bahçesinden elde ettiği ziraî mahsulleri hemen piyasaya arz etmeyip fiyatların yükseleceği bir zamanı beklemesi iehtikâk sayılmamaktadır.
İslâm büyükleri / evliyâullah-ricâli mâneviyye, âlimler ve idareciler ihtikârla ve muhtekirler ile mücadeleye daima önem vermişler… Ticarî hayatın düzenini sağlamak, halkın zararına olan her türlü davranışı önlemek için sürekli çaba sarf eetmişlerdir. Rivayete göre Hz. Ali (kerramellâhu vecheh), halifeliği zamanında, “Muhtekirin vurgunculuktan elde ettiği emvâli görürsem, ateşe atar yakarım!” diyerek, vurgunculara en ağır müeyyidenin uygulanacağını ilan etmiştir.
Ticaret hayatında her devirde -maalesef- vurgunculuk hadiseleri olduğu gibi, çok dürüst ve örnek tacirler de eksik olmamıştır. Şir’atü’l-İslâm şârihi Seyyid Alizâde (k.s. v. 931/1524) anlatıyor:
“- Dürüst tacirlerden bir zat ticaret maksadıyla Vâsıt[*]a gitmişti. Satın aldığı bir miktar zahireyi oradan gemiye yükleterek deniz yolu ile Basra’ya gönderdi ve Basra’daki ortağına bir mektup yazarak,
‘Malı teslim aldığın gün hemen piyasaya arz et!’ diye talimat verdi.
Mal Basra’ya geldiğinde arkadaşı piyasadaki talep durumuna bakarak malı satışa hemen arz etmedi. Bir hafta beklettikten sonra sattı ve kat-kat kâr elde etti. Durumu da Vâsıt’taki ortağına bildirdi. Güya takdir ve teşekkür bekliyordu. Fakat tâcirin verdiği cevap çok enteresandır:
‘Arkadaş! Biz dinimizi ve diyanetimizi korumak için az bir kâra râzıyız. Dinimize halel getiren kârı, asla istemez ve kabul etmeyiz. Siz ise bu pransibe aykırı hareket ettiniz. Bu mektubumu alır almaz derhal o malın tamamını, aslını ve kârını Basra fakarasına dağıt! Olsa olsa ihtikâr vebâlinden ancak böyle kurtulabiliriz.”
İhtikârdan sakınan tüccar hakkında şöyle buyrulmuştur:
“Müslüman memleketlerinden bir memlekete hâriçten gıda (ve ihtiyaç) maddesi getirip günün fiyatı ile satan kimsenin Allah (c.c.) katındaki mevkii, hiç şüphesiz şehitlik mertebesidir.” [İbn Merdûye (rh.) Tefsiri’nde, İbn Mes’ûd’dan (r.a.) rivayet etmiştir; Bkz. Abdülkerim Polat, İslâm’da Ticaret Hukuku, Sabah Gazetesi Kültür Yayınları, İstanbul, 1977, s. 89-90-91]
Dipnot:
[*] Vâsıt: Irak’ta bir şehrin adıdır. Ülkenin doğusunda yer alır. İlin adı, orta manasına olan “vast” mastarından gelmektedir. Bağdat ve Basra arasında Dicle boyunca uzandığından bu ismi almıştır. 1976 yılından önce ilin adı Kut iken, daha sonra her nedense bu isim kullanılır olmuştur. Kim bilir, belki de İngilizlere Osmanlı karşısındaki “Kutü’l-Ammare” hezimetlerini hatırlatmamak, onları üzmemek içindir!..
Selamun aleykum hocam bi tanidigim arkadasina karsi kiskanclik ve cekememezlik duyuyor bunu nasil yenebilir dinen bir yontemi var mi Simdiden Allah razi olsun. Ali Kahraman - Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Öncelikle o kardeşimize ve onun durumunda olan herkese, Silsile-i Sâdatımızın (k.esrarahum) ilk halkasını teşkil eden Hz. Ebu Bekir Sıddîk radıyallahu an zâti’l-athar hazretlerinin Salavâtı’nı sıkça ve çokça okumalarını tavsiye edelim. Sonra Vakit namazlarında, farzların ardından kılınan son iki rek’at sünnetlerin (öğle ve yatsı) edasında zamm-ı sure olarak Muavvizeteyn’i (Felak ve Nâs surelerini) okumalarını hatırlatalım. Bi-iznillâhi Teâla ihlâsları nisbetinde müstefid olurlar / faydasını görürler.
***
Şimdi de sadedinde olduğumuz meseleyi biraz genişçe ele alalım.
Âlemlere Rahmet Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Şu iki kişi dışında hiç kimseye haset (gıbta etmek) caiz değildir: Biri, Allah'ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah'ın kendisine verdiği malı hak yolda harcayan zengin kimse.” [Buhârî, Sahih, İlm,15, Fedâilü'l-Kur'ân, 20, Tevhid, 45; Müslim, Sahih, Müsâfirin, 266; Tirmizî, Sünen, Birr, 24]
Hadis-i şerifin mealinde ‘gıbta’ diye ifade ettiğimiz kelimenin aslı hasetdir. Binaenaleyh bu cümlenin, “İki kişiye Allah'ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir” diye anlaşılması gerekmektedir. Gıpta ise, ‘Onda var, aynısı bende de olsun.’ talebinde bulunmaktır ki, bu mezmûm değildir, caizdir.
Kıskançlık ibadetlere varıncaya kadar bütün fiillerde ve duygularda görülebilir. Tedavi usullerinden biri de, İlahî taksime râzı olmak ve Yusuf sûresini bolca okuyup ibret almaktır.
Haset duygusundan kurtuluş yolu, başka bir hadis-i şerifte de şöyle ifade buyrulmuştur:
“Üç şey vardır, kimse onlardan kurtulmuş değildir: Uğursuzluk, kötü zan, haset.”
Rasûl-i Ekrem Efendimize (s.a.v.) bunlardan kurtuluş yolu nedir? diye sorulunca şu cevabı vermişlerdir:
“Uğursuzluk içinden geçince hoşlandığın işi bırakma, zanna düşünce araştırmaya kalkma, haset duyunca da gereğiyle amel etme.”
Şu halde; zan ve hasetden kurtuluş, bu hislerin peşine düşmemek suretiyle gerçekleşir. Tâbiîn’in büyüklerindan Hasan-ı Basrî (ks.) hazretleri de şöyle der:
‘İçinde haset olmayan insan yoktur. Kim bu hissi aşıp, peşine düşmez ve zulme (haksızlığa) yer vermezse, haset yapmamış olur.’
Bir mü’mine yakışan; haset hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye / kendinden uzaklaştırma çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi…
Kıyamete kadar her devre, topyekün zaman ve zemine hitap eden, her dönemin problemlerine çözümler üreten ve dönemin tasvirini yapan Rasûl-i Zîşân (s.a.v.) şu hadis-i şeriflerinde, mü’minin günümüzde yaşadığı sıkıntıyı çok net bir şekilde şöyle ifade etmişlerdir:
“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, bakışını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah'ın (c.c.) üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir.” [Buhârî, Sahih, Rikak 30; Müslim, Sahih, Zühd, 8; Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 59]
Bu hadis-i şerifin benzeri olarak, bir başka rivayette de;
“Zenginlerle az düşüp kalkın. Zîra böyle yapmanız, Allah'ın (size olan) nimetini küçük görmemenize yardımcı olur.” buyrulmuştur.
Bu hadis-i Nebevî’de önemli bir hastalığın ilacı var; zîra bir kimse, kendinden üstün kimseye bakınca, bu hâlin onda haset uyandırmayacağından emin olamaz. Bu haset hastalığının ilacı da kendinden aşağıda olana bakmasıdır. Baktığı takdirde kendi hâline-vaziyetine şükretmeye vesile bulur.
Mevzumuzu toparlayacak bir başka hadis-i şerif de şöyledir:
“İki haslet var ki, bunlar kimde bulunursa Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim dünya işlerinde durumu kendisinden düşük olana bakarsa, kendisindeki ona olan üstünlük sebebiyle Allah'a hamdeder. Kim, dinî meselelerde kendinden üstün olanlara bakarsa ona uyar. Kim de dünya işlerinde kendinden üstün olana bakarsa, elinde olmayanlar için esef eder, üzülür ve böylece şükredici ve sabredici olarak yazılmaz.” [Bkz. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2014, 14/53-54]
Hadis-i şerifte beyan edildiği üzere mü’min; dünyalık mal, makamevki işlerinde devamlı kendinden aşağıdakilere bakmalı ki şükretsin. Amel-ibadet, ahlâk, zühd ve takvâ cihetiyle ise kendisinden üstün olan kimselere baksın ki, eksiklerini görerek onları tamamlamaya çalışsın. Bu durumu tersine çevirdiğiniz takdirde ahlâksızlıklar, zinalar, hırsızlıklar, gıybet ve haset had safhaya çıkar… İnsanlar dünyalık elde etme yarışında birbirlerini öldürmekten dahi çekinmezler.
İnsanın kendi kendine hazırladığı bu tuzaklardan kurtulabilmesi, iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Şerîatın bâtıniyle, tasavvufla-maneviyatla alakaldır. Binaenaleyh insan projeksiyonunu kendine çevirerek, şahsî kusurlarıyla meşgul olma hasletini kazanabilirse, bu tehlikeleri azaltmış sayılır. Bunun için de ideal, örnek şahsiyetler edinmek, mürşidân-ı kirama bağlanmak ve onlara benzemeye çalışarak, yürüdükleri yolu takip ederek bütün bu tuzakları atlatmak mümkündür. Mevlâ-yi Zû’l-Celâl’den ilmi ve zenginliği de gereğini yerine getirmek O’nun rızası uğrunda sarf etmek üzere istemelidir.
‘Ya Rabbî, beni haset edici eyleme; haset edenlerin şerirnden de muhafaza eyle!’ diye dua edilmelidir. Çünkü haset edici, haset edilende, kendinde bulunmayan bir kemâl (güzellik-fazilet-üstünlük) görmektedir… Ve o değer haset etmektedir.
Son olarak; haset edenin hasetine sabr eyle, tahummül göster, ona ayniyle mukabele eyleme. Zira senin sabrın ve onun haseti zaten haset edeni kahrından öldürür.