Selamün Aleyküm Muhterem Hocam.
Nasılsınız Allah afiyetinizi ve keyfiyyetinizi artırsın.
Size bir sorum olacaktı. Soracağım sorunun tam olarak ismini bilmiyorum. O yüzden size birkaç ipucu vererek ne isormak istediğimi anltmaya çalışacağım.
Sünyan duası adında olduğu söylenen ve hamile hanımların bebeğinin düşmemesi için okunduğunu duyduğum bir dua varmış.
Böyle bir dua var mı varsa da nasıl ve ne şekilde okuyabiliriz. Size zahmet olmazsa yazabilir misiniz.
Rabbim sizleri engin rahmetinden ve mağfiretinden ayırmasın. Hakkınızı helal edin hocam.
*******
Ve aleyküm selam kardeşim. Güzel dualarınıza mukabil, bizden de hayır-dualar…
Sözünü ettiğiniz rahatsızlık, hadis-i şerifte “ümmü sıbyan” diye anılır. Ümmü sıbyan, çocuklara bir çeşit cinlerin musallat olmasıdır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Kim bir çocuğu olur da sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okursa, ona ‘ümmü sıbyan’ zarar vermez” buyurmuştur. [Bkz. Ebu Dâvud, Sünen, Edeb, 116; el-Heysemî'nin (v. 807/1404), Mecmau’z-Zevâid, H. no: 6206; el-Münâvî (v. 1031/1622), Feyzu’l-Kadîr, 6, 237; İbrahim Canan, İstanbul, 1982, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye]
Ebu Rafi (r.a.) anlatıyor: "Hz. Fatıma’nın (r.anha) oğlu Hasan dünyaya geldiği zaman, Nebî sallallahu aleyhi vesellemi kulağına ezan okurken gördüm.” Rezin (rh.) şu ziyadeyi kaydeder: “Kulağına ihlâs suresini okudu, hurma ile tahnik etti ve ismini koydu.” [Ebu Dâvud, Sünen, Edeb 116]
***
Ümmü Sıbyan hastalığı bazı çocuklarda meydana gelen bir rahatsızlıktır. Eski âlimler tarafından, çocuğun anormal salyasının akması ve bazen baygınlık geçirmesi sebebiyle, bunun cinlerle irtibatının olduğu kanaati belirtilmiştir. Görüldüğü üzere hadiste bunu açıklayan sarih ifadeler yoktur. İbn Sina bunun bir nevi sara hastalığı olduğunu belirtmiştir. [Bkz. İbn Sina (d. 980, Afşana Köyü, Buhara - ö. 1037 Hemedan, İran), el-Kanun fi’t-Tıbb, 2, 777]
Sağlık-afiyet, saadet ve selamet üzere bir ömür sürebilmek için hayatımızda sünnetleri ihmâl etmemek gerekir. Bu cümleden olarak çocuklarımızla alakalı sünnetleri ve bahusus bu sünneti de mutlaka yapmamız lazımdır.
“Ümmü sıbyana yakalanıp, gece uykusu esnasında korkan çocuğun şifâ bulması için, temiz bir kâğıt üzerine Besmele ile birlikte birer defa Âyetü’l-Kürsî, Qul eûzü bi-Rabbi’l-felak, Qul eûzü bi-Rabbi’n-nâs ve Fâtiha-i şerife surelerini yazıp bir muşam'a (veya naylona) sararak bu hastalığa mübtelâ bulunan çocuğun üzerine asılırsa, Allah’ın izniyle şifâ bulur.” Yine aynı şekilde “Yâsîn-i şerif suresini yazıp bir muşam’a (muşamba ya da naylona) sardıktan sonra çocuğun boynuna asmak da yeterlidir. Çocuk, Allah’ın izniyle huddâm-ı ümmü sıbyandan ve gece korku ile uyanmaktan kurtulur.” [Bkz. Seyyid Süleyman el-Hüseynî, Kenzü’l-Havâs, Dersaadet, 1332, Tevsî-i Tıbâat Matbaası, 4, 101]
Bir başka usûl:
Bu rahatsızlığa yakalanan çocukların üzerinde Ashâb-ı Kehf’in isimleri (Kur’an harfleriyle yazılıp usulünce muhafaza altına alınarak) bulundurulursa, Allah’ın izniyle şifa bulacakları bildirilmiştir. Ashab-ı Kehf’in simleri şunlardır: “Yemlîhâ, Mekselînâ, Mislînâ, Mernûş, Debernûş, Şâzenûş, Kefeştatayyûş, Kıtmîr”. Bkz.
http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-388.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1321-kolay-dogum-icin-dua.html
selamun aleyküm hocam
baba ölmeden önce mallarıpaylaştırıp öldükten sonra sizin derse geçerli olmuyormuş. peki baba böyle yaptıysa babaöldükten sonra herkes kabul edip babanın dağıtım şekliyle mallar paylaşılabilir mi.tüm çocukların rızası ile.
*******
Ve aleyküm selam.
Evet, kişi mirasçılarına, ölmeden önce mallarını paylaştırıp, öldükten sonra sizin derse geçerli olmaz. Çünkü hadis-i şerifte;
"Allah Teâla hazretleri her hak sahibine hakkını verdi. Bu sebeple varislerden biri lehine vasiyet yoktur." [Tirmizî, Sünen, Vesâyâ, 5, Hadis no: 2122; Nesai, Sünen, Vesâyâ 5, H. no: 6, 247; ayrıca bk. Ebu Davud, Sünen, Büyû, 90] buyrulmuştur.
“Peki baba (muris) böyle yaptıysa, öldükten sonra da herkes bunu kabul edip babanın dağıtım şekliyle mallar paylaşılabilir mi, tüm çocukların rızası ile?” Yani babanın bu paylaşımına herkes razı olmuş, biribirlerine haklarını helal etmişlerse, ortada hukuki bir problem yok, bu muamele caiz olur mu, demek istiyorsunuz. Caizdir. Çünkü herkes paylaşımı kabul etmiş, karşılıklı rıza var, niçin olmasın? Kaldı ki isterse varislerden biri veya birkaçı, diğerleri lehine kendi hakkından / haklarından kısmen değil, tamamen de feragat edebilir. Gönül rızasıyla kendi hakkını bağışlayana, kendi malını hibe edene niçin veriyorsun denmez, denemez! Herkes iradesinde hürdür. O, onun bileceği, kendisinin karar vereceği bir husustur. Benzer mevzular için bk.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2254-miras-vasiyet-hibe.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2525-miras2.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2587-miras-ve-mal-paylasimi.html
Sık sık hatırlattığımız gibi, İslâm ahkâmı İslâm ahlâkıyla bir bütündür. Hiçbir mesele, ahlâkî yönü olmayan kuru bir hukukla sağlıklı bir çözüme ulaşamaz. Miras hükümlerine göre mal taksimi meselenin hukuki yönü ise, paylaşımlarda karşılıklı rıza ve fedakârlık da bunun ahlâkî cihetidir.
Hocam Selamun Aleykum. Ben 1995-1999 yılları arasında Esenlerde Talebe idim. Sizinle orada tanışır idik. muhtemelen bizi hatırlamassınız ama ben sizi iyi tanırdım. Sitenizi de çok yakinen takip etmekteyim. Elbette böyle şahsi konularda sizinle irtibat geçmek pek uygun olmasa da mesele önemli olduğu için sorma ihtiyacı duyuyorum. Yakında Bir kız evladımız olacak isim olarak da henüz karar vermiş değiliz. Elbette tek duam baba olarak yolumuza hizmetkar olması, Hz.Ustazımıza hakiki evlat olması üzeredir. Kız isimleri olarak tavsiyeleriniz olur mu acaba bizlere. Böyle şahsi bir konuda rahatsız ettiğim için de tekrar özür dilerim. Hakkınıız helal ediniz. Janberd Yavan - Facebook
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
İsminizi bile belirtmemişsiniz. Bu durumda takdir edersiniz ki, nasıl tanıyacağım?
Kimsiniz, kimlerdensiniz, nerelisiniz, şimdi nerede ve neyle meşgulsünüz? Biraz ayrıntı verirseniz belki tanıyabiliriz.
Her neyse, sağlık olsun.
İsteğinize gelince…
Bilindiği gibi isim mevzuunda ölçü bellidir; güzel ve doğru dürüst bir anlamının olup, dünyada ve ahirette çocuğu da abeveyni de mahcup etmeyecek ismin olmasıdır. Sünnet olan budur. Dolayısiyle değişiklik / marjinallik adına egzantrik isimlere rağbet etmemek lazım! Herhalde ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Bu hususta anne-babanın kararını ona göre vermesi gerekir. Çünkü sorumluluk onların omuzlarındadır. İsim irfanımız-kültürümüz ise gayet geniştir. Gerek kız gerekse erkek isminden bol bir şey yoktur. O güzel isimler arasından birini veya ikisini seçer ve beğendiklerinizden koyabilirsiniz. Eğer bunlardan birini tercihte zorlanırsanız, gene bize yazarsanız, yardımcı olmaya çalışırız.
Ayrıca sitedeki isimle ilgili yazılara da bakmanız faydadan uzak olmaz.
Tekrar selam ve dualarımla…
selamun aleyküm
hocam günümüzde hakimler karar verirken kanunlara bağlı ve kanunlardan dolayı İslamın hükmünün tersine hüküm verebiliyorlar.bundan dolayı hakimler günaha girer mi.
*******
Ve aleyküm selam.
Sevgili kardeşim; sorduğunuz sorunun âdeta cevabı da içinde… Bunun nesini soruyorsun ki? Lâf ola beri gele… Azıcık akledip düşünüveren sıradan bir Müslümanın bile kendi kafasında cevabını bulabileceği kadar basit bir soru. Bunu mesele etmenin anlamı ne Allah aşkına? Biz boşluktan kırılıyoruz da, sırf meşgul etmek için mi sordun, diyesi geliyor insanın… Fakat gerçek niyetinizi kesin olarak bilmediğimiz için gene vaktimiz ve sabrımız nisbetinde meseleyi,
‘İslâm hukuku ve ahlâkı’
çerçevesinde ele alıp cevaplamaya gayret edelim.
Malum olduğu üzere İslâm hukuk manzumesinde ve ahlâkî düsturlarında hemen her derde, her sıkıntıya, her zaman ve zeminde mutlaka bir çare vardır. Çaresizlik söz konusu değildir. Yeter ki bu hazinenin içinden ihtiyacımız olan reçeteyi / reçeteleri bulup çıkartmasını bilebilelim.
Mesela bu cümleden olarak ben de sana sorayım:
‘İllâ da hâkim olacaksın’ diye seni sopayla, silahla zorlayan mı var?
Bir defa kaadılık / hâkimlik mesleği farz-ı ayn değil, farz-ı kifâyedir. Bu işi yapan birileri / bazıları bulunduğu zaman, diğer insanların üzerinden sorumluluk düşer. Dolayısiyle sen de o mesleği tercih etmezsin olur biter…..
Ama mutlaka yapman gerekirse, o takdirde de şu meşhur usûl kaidesini kendine düstur edinirsin: “Bir şey / bir iş tam olarak yapılamıyorsa, tamamen de terk edilmez.” Binaenaleyh mevcut kanunlar çerçevesinde olabilecek en âdil, doğruya-iyiye en yakın hükümle hükmedersin. Battı balık yan gider, bu kanunlar zaten âdil değil, İslâm’a aykırı deyip, yanlışa bir de sen yama vurmazsın. Bu esnada Mevlâ-yi zû’l-Celâl’den de sürekli afv u mağfiretini talep ve niyaz edersin. Umulur ki afva, mağfirete, rahmet u re’fete, nusrete nâil olursun. Yoksa okkanın altına düşer, Allah korusun Cehhennem’i boylarsın. Benzer soru ve cevaplar için ayrıca bkz.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1770-hakim-savci-avukat-icra-memurlugu.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2548-avukatlik-yapmak.html
Keza İmam-ı Azam (rh.) hazretlerinin kaadılık mesleğini kabul etmediği için, zamanın yöneticileri tarafından zindanlara atılıp nice işkencelere maruz bırakıldığını da hiçbir an hatırdan çıkartmamak lazım! [Bkz. Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târih, 5, 559]
Hâsılı, bırakın beşerî kanunları, İslâm hukukunun cârî ve mer’î olduğu düzenlerde / sistemlerde bile hâkimlik zor bir meslektir. Adalet dağıtmak, öyle sıradan hemen herkesin düzgünce yapabileceği kolay ve basit bir meslek değildir. Kılı kırk yararcasına hassas olmak lazım. Nitekim Taberanî’nin (rh.) el-Kebîr’de naklettiği rivayete göre Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kaadılar (hâkimler / yargıçlar) üç sınıftır. Birisi Cennet’te, diğer ikisi ateşte (Cehennem’de)dir. Cennet’te olanı, hakkı bilip onunla hüküm verendir. İnsanlar arasında bilgisizce hüküm veren ile hakkı bilip hükümde haksızlık yapan ise ateştedir." [Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 4, 193; Ebû Dâvud, Sünen, Akdiye, 2; İbn Mâce, Sünen, Ahkâm, 3]
Kazâ işini (hâkimlik mesleğini) üzerine alan, fakat hukuk ilmi olmayan kimsenin bilgisizlikle hüküm vereceği açıktır.
Hadis-i şerifte bildirilen üç sınıf hâkimi şöyle açıklayabiliriz:
1- Allah ve Rasûlü'nün hükmünü bilen ve ona göre hüküm veren hâkimler, bunlar Cennetliktir.
2- Allah ve Rasûlü'nün hükmünü bilmeden hüküm veren hâkimler; bunlar, hükümlerinde hakka isabet etseler de etmeseler de Cehennemliktirler.
3- Allah ve Rasûlü'nün hükmünü bildikleri halde, bile bile hakka aykırı hüküm verenler ki, bunlar da Cehennemliktir.
Görülüyor ki; bir hâkimin hâkimlik vazifesinden dolayı Cehennemlik olmaması için, kendisinde şu iki vasıfın mutlaka bulunması lâzımdır:
a) Allah ve Rasûlü'nün (İslâm hukukunun-ahkâm-ı şer’iyyeyinin) adaletle ilgili hükümlerini bilmesi,
b) Alacağı kararlarda hükmünü ona göre vermesi...
Kendisinde bu iki vasıf bulunmadan hâkimlik yapan bir kimse Cehennemliktir.
Evet, hakkı bildiği halde hakka göre hüküm vermeyen bir hâkimin bu bilgisi kendisini Cehennemlik olmaktan kurtaramadığı gibi, hakkı bilmeden hüküm verip tesadüfen hakka uygun hüküm veren bir hâkimin hükmünde isabet etmesi de, kendisini Cehennem ateşinden kurtaramaz. Çünkü bilmeden hüküm vermiştir. Her ne kadar tesadüfen hakka isabet etmişse de hakka isabet etmemesi de mümkündü... O bu şekilde hüküm vermekle, hakka isabet edememe tehlikesini ve hakka karşı gelme cesaretini göstermiştir.
Görüldüğü üzere bu hadis-i şerifte kaadılık vazifesinin üç türlü yapılabileceği ve sonucunun da buna göre farklı olacağı beyan buyrulmaktadır.
Hâkimlik mesleği / vazifesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, farz-ı kifâyedir. İdarecilerin, insanlar arasındaki davalara bakmak için ne bilgileri ne de zamanları yeterli olmamaya başlaması üzerine, kazâ / muhâkeme işlerinin bu alanda temayüz etmiş hususi kişilere verilmesi gerekmiştir. Kazâ vazifesi filasıl, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münkerdir; yani iyiliği emretmek, kötülüğü men’etmek, yasaklamaktır.
Hâkimin ilmî seviyesinin derecesi hususunda Hanefî âlimlerinin görüşü
"Hâkim olacak kimse; fıkhî meselelere, muhâkemât usûlüne vâkıf, davaları bunlara uygulamaya kadir, tam bir temyiz gücüne sahip, şahitliği makbul olmalıdır. Binaenaleyh, büsbütün bilgisiz olan bir kimsenin hâkimliği caiz değildir." [Bk. Bilmen, Ö. N, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, 8, 214]
Kadılık mesleğinin keraheti ile alakalı bazı hadis-i şerifler
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kim insanlar arasında kâdı tayin edilmiş ise, bıçaksız boğazlanmış demektir." [Ebu Dâvud, Sünen, Akdiye 1, Hadis no: 3571, 3572; Tirmizî, Sünen, Ahkâm 1, H. no: 1325]
Abdullah İbn Mevhib (r.a.) anlatıyor: "Osman İbn Affan, İbn Ömer’e (r.anhüma): "Git insanlar arasında hükmet!" dedi. Abdullah ibn Ömer:
"Ey mü'minlerin emiri, beni bu vazifeden affetmez misiniz?" diye ricada bulundu. Hz. Osman (r.a.):
"Bundan niye kaçınıyorsun? Senin baban da kaadı idi" diye ısrar etmek istedi. Ancak Hz. Abdullah dedi ki: "Doğru da, ben Rasûlullah’ın (s.a.v.):
"Kim kaadı olur ve adâletle hükmederse, bu kimse başabaş ayrılmaya liyakat kazanmıştır (sevap ve günahı müsavidir / eşittir) " dediğini işittim. Artık bundan (Rasûlullah'ın bu sözünden) sonra ne ümid edebilirim?" (Hz. Osman bunun üzerine İbn Ömer'e teklifte bulunmadı.)" [Tirmizi, Sünen, Ahkâm 1, Hadis no: 1322]
Âdil ve zâlim hâkim hakkında birkaç hadis-i şerif
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kim kadılık talep eder ve bunun gerçekleşmesinde şefaatçilere (iltimas ve torpile) başvurursa, (iş) kendisine yıkılır (Allah'ın yardımı olmaz). Kime de o iş zorla verilirse, Allah onu doğruya sevkedecek bir melek gönderir." [Ebu Dâvud, Sünen, Akdiye 3, H. no: 3578; Tirmizî, Sünen, 1, H. no: 1323, 1324]
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kim Müslümanların kaadılık hizmetini talep edip elde etse, sonra adaleti zulmüne galebe çalsa Cennet’e girer. Zulmü adaletine galebe çalsa, ateş onundur (Cehennem’de cezasını çeker)." [Ebu Dâvud, Sünen, Akdiye 2, Hadis no: 3575]
(Abdullah) İbnu Ebi Evfa (r.anhuma) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kaadı zulmetmedikçe, Allah Teâla hazretleri onunla birliktedir (onun yardımcısıdır). Zulme yer verdiği (adalet ve hakkaniyetle hükmetmediği) zaman da onu terk eder, artık Şeytan onunla beraber olur." [Tirmizi, Sünen, Ahkâm 4, H. no: 1330]
Selamun aleyküm halis hocam. Nasılsınız, iyimisiniz? Afiyettesinizdir inşallah. Müsadeniz olursa benim "edebe riayet" mevzulu bir sorum var. Vaktiniz olur da cevaplarsanız çok mutlu olacağım hocam.
....... Sizin görüşlerinizi de merak ettiğim için size de sormak istedim.
Mektuplar’da, "edebe riayetin neticesi" ile ilgili yapılan açıklamalarda; "edebe hakkıyla riayet eden müride muhabbet ve istidatı kadar pirin kemalatının aksedeceğini, müridin de mürşidin bu tasarrufunu kendi batınında hissedeceğini(?), akis halindeki bu kemâlâtın en kısa vakitte müridi maksadına kavuşturacağını beyan ediyor. Umarım soru işaretli kısmı ve diğerlerini doğru anlamışımdır hocam.
Gün içerisinde bu açıklamaları tatbik sadedinde hal, hareket ve tavırlarımı kontrol etme niyetine büründükten sonra, çok değil 3-5 dakika içerisinde maneviyat, muhabbet ve huzur ile dolmaya başladığımı hissediyorum. Ama ne yazık ki bu hali uzun süre muhafaza edemiyoruz. Bu açıklamaların ehemmiyetini ve manasını daha iyi anlamak için vaktiniz olursa sizin açıklamalarınızı da öğrenmek istedim. Hürmetler sunarım. Enes Mermerci – gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Teşekkür ederim, hamdolsun, idare etemeye, hekimlerin tavsiyelerine -olabildiğince- riayetle iyi olmaya çalışıyoruz. Rabbim cümlemizi sağlık ve afiyetten mahrum bırakmasın. Zahirî ve bâtınî bütün hastalıklarımıza şifalar ihsan ederek, terakkimize mâni halleri yolumuz üzerinden meccanen bertaraf ediversin.
***
Mevzuu bahs ettiğiniz hususu aslında çok güzel hulâsa etmiş, kendi nefsinizde tatbikatınızla da âdeta tevsik etmişsiniz. Bunun üzerinde konuşulacak fazla bir şey olduğu mülâhazasında değilim. Maamafih Mektuplar’daki o kısmı -teberrüken- istinsah ile idrâke çalışıp tefeyyüz etmeye gayret edelim. Sonra da anlattıklarınız üzerinde bir nebze de olsa durmaya çalışırız.
“Âdâb ile teeddübün neticesi
“Tâlib-i sâdık; âdâb-ı muharrare ile kemâ yenbağî müteeddeb ve mütehakkak oldukta bâtını, istîdâd-ı hâssı ve derece-i muhabbeti kadar, evsâf u kemâlât-ı pîrin in’ikâsına kabiliyet hâsıl eder. Bu kabiliyet husûle geldiği gibi, âyine-i bâtında kemâlât-ı pîrin lem’a-pâş olduğunu görür. Zılliyyet ve aksiyyet halinde zuhur ve tecelli eden kemâlât-ı pîr, bi-inâyetillâhi teâlâ zamân-ı yüsrde asliyyet ve zâtiyyete inkılâb ve tahavvül eyler. Tâlip de bu suretle sülükte tevakkuf ve tekellüfe dûçâr olmaksızın maksad-ı aslîye nâil ve vâsıl olur. Bu maksat ise bir daha ric’ati mutasavver olmayan, velâyet-i hâssa; fenâ fillâh ve bekâ billâh’dır.” [A.g.m. ve e., s. 156]
Görüldüğü üzere maksat; o kadar enfes bir ifade ve i’câz bir üslûb ile tarif ve tavzih olunmuş ki, bunun üzerinde bir açıklama yapmaya tecâsürün edebe aykırı düşeceği âcizâne kanaatimdir. Bununla birlikte fehm-i âcize tebellür edenleri şöyle hulâsa edip toparlayabiliriz:
“Sâdık bir mürid, yazılan âdâbla, anlatıldığı tarzda edeplenir, bunları şahsında tatbik ile nefsinde gerçekleştirirse, kendi hususi istidad-kabiliyet ve muhabbet derecesi kadar, şeyhinin-mürşidinin kemâlât vasıflarının kendi bâtınına yansımasına kabiliyet elde eder.
Bu kabiliyet meydana geldiği gibi, bâtın aynasında / letâifinde şeyhin kemâltının parladığını, in’ikasını / yansımasını görür.
Gölge ve yansıma halinde zuhur ve tecellî eden (açığa çıkan, görünen) mürşidin kemâlâtı, Allah Teâla’nın yardımıyla kolay ve rahat bir şekilde asliyet ve zâtiyete (hakikate) dönüşür, değişir.
Mürid de bu suretle sülûkta (manevi yolculukta) durup eğlenme, bekleme olmadan ve de zahmete uğramadan asıl maksadına ulaşır, kavuşur.
Bu maksat ise, bir daha geri dönüşü (düşüşü) olmayan velâyet-i hâssa’ya, yani umumi velâyet’ten [Bkz. Âl-i İmrân suresi, 68; Bakara suresi, 227] hususi velâyet [Bkz. Enfâl suresi, 34] makamına nâiliyettir ki; o da, fenâ fillâh ve bekâ billâh’dır (Allah’ta fâni olma ve Allah ile fâni olma makamıdır).”
***
Sizin anlatmak istediklerinize gelince…
Demişsiniz ki; “Gün içerisinde bu açıklamaları tatbik sadedinde hal, hareket ve tavırlarımı kontrol etme niyetine büründükten sonra, çok değil 3-5 dakika içerisinde maneviyat, muhabbet ve huzur ile dolmaya başladığımı hissediyorum. Ama ne yazık ki bu hali uzun süre muhafaza edemiyoruz.”
Elbette öyledir. Kendini murakabe ve murabatada tuttuğun an, pîrine itaat, sadakat, teslimiyet ve muhabbetin nisbetinde 3-5 dk bile fazla, anında her şey değişir. Maneviyatta sür’at vardır, hem de sessiz sadasız… Bunu anbean hisseder ve yaşarsın. Ancak bu hâl tabii ki sürekli olmaz. Ta ki sâlik itmi’nân makamına (nefs-i mut’mainne mertebesine) vâsıl oluncaya kadar……
Hâsılı mürid, nâil olduğu nimetleri büyük bir devlet bilip, devamlı bir gayretin içerisinde bulumalı, gaflet ve gevşekliğe asla pirim vermemelidir.
Asr-ı Saadet’te Hz. Hanzala hadisesini bilirsiniz.
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) kâtiplerinden Hanzala b. er-Rebi el-Üseydî (r.a.) kendi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Bir gün Ebû Bekir’le (r.a.) karşılaştım. Bana:
“Ey Hanzala nasılsın?” dedi. Ben:
“Hanzala münafık oldu” dedim. O,
“Subhânallah, sen ne diyorsun?!” dedi. Ben:
“Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda bulunuyoruz. O bize Cennet’i ve Cehennem’i hatırlatıyor, sanki (onları) gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Fakat O’nun huzurundan çıkınca, hanımlarımızla, çocuklarımızla meşgul oluyoruz. Onların işleri ile meşgul oluyoruz. (Dinlediklerimizin) çoğunu unutuyoruz.”
(Bunun üzerine) Ebu Bekir (r.a.) şöyle dedi:
“Vallâhi mutlaka bizler de bunun (söylediklerinin) benzeri ile karşı karşıya kalıyoruz.”
(Hanzala r.a. anlatmaya devam ederek):
“Ben ve Ebû Bekir yola koyulduk. Nihayet Rasulüllahın (s.a.v.) huzuruna vardık.”
“Hemen ben, Hanzala munafık oldu, ey Allah'ın Rasûlü", dedim. Rasûlullah (s.a.v) bunun üzerine:
- “O nedir (o ne biçim söz)” dedi. Ben de şöyle dedim:
“Yâ Rasûlallah! Senin huzurundayken bize Cehennem’i Cennet’i hatırlatıp anlatıyoryorsunuz. Biz (onları), sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurunuzdan çıkınca, eşlerimizle-çocuklarımızla oyalanmaya, mesleğimizi icraya başlayınca, çok (şeyi) unutuyoruz.”
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- “Nefsim (kudret) elinde olan (Allah’)a yemin olsun ki; huzurumda bulunduğunuz hâl üzere ve zikre devam edebilmiş olsaydınız, melekler (evlerinizde) yataklarınız üzerinde ve yollarda sizinle musafaha ederlerdi. Fakat yâ Hanzala, bir sâat (ahiretiniz için ibadet ve tâat ile) bir sâat (de dünya işleriniz ve geçiminizle uğraşınız)’ diye üç defa tekrarladı.” [Müslim rivayet etti; Bkz. Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Bâb: 14, Hadis no: 151]
Bu mevzuya mümâsil olarak Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî (rh.) hazretleri meşhur eseri İhyâ’sında buyurur ki:
“İnsan arasıra (mesela) gece namazı kılan kimseler arasında gecesini geçirir. Bunlardan bir kısmı gece yarısına, bir kısmı sabaha kadar, bir kısmı da gecenin bir bölümünü ibadetle geçirir. Böyle bir adam eğer kendi evinde bulunmuş olsaydı, gece ibâdetini kısa kesecekti. Fakat ibadet edeni görünce onlara tâbi olmaya heves eder ve normal âdetinden daha fazla ibadet eder… Veya gece ibadeti hiç âdeti değilken, onların arasında bulunduğu için kalkar ibâdet ederse ya da aynı şekilde onlarla beraber heveslenip nâfile oruç tutarsa, tuttuğu oruç gösteriş için olduğundan, tutmaması ve onlara uymaması gerektiği zannedilir.
“Hakikatte bu öyle değildir. Bunun açıklaması vardır. Çünkü bütün mü’minler, Allâh’a ibâdet etmeyi, gündüz oruç tutup gece namaz kılmayı ister. Ancak karşısına bazı engeller çıkar. Şehvetine tâbi olur, gaflete düşer ve bu ibâdetleri yapamazlar. Fakat başkalarının gafletten uyanıp ibâdet ettiklerini görünce, kendiside gafletten uyanır veya bazı yerlerde ibâdetine engel olan şeyler ortadan kalkar, hevesi fazlalaşır, böylece de ibadete başlar.
***
Netice itibariyle bizim vaziyetimiz, hâl-i pür-melâlimiz de bu tablonun dışında olmadığına göre, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin sık sık tekrarladığı “Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, tamamen de terk edilmez” fehvası muktazasınca, gerek zâhir planda gerekse bâtın sâhasında sa’y u gayretten uzak kalmamalıyız. Ta ki yakîn / ölüm gelinceye kadar…