selamun aleykum hocam
1-İsmail Hakkı Bursevi´nin Ruhu’l-Beyan adlı tefsirinde "Vallahi Kürtler Müslüman değildir. Sakın bunların en salihleriyle bile arkadaşlık etmeyin ve bunların bastığı toprağa da basmayın!" diye bir ifade geçiyor mu?
2- Yine Ruhul Beyan da tavuğun sıcak suya atılmasıyla alakalı ifade varmı?
Soruyu gönderen: ABDURRAHMAN
*******
Ve aleyküm selam.
(1) Halvetî tarikatı şeyhlerinden, büyük âlim, ârif, pek çok eserin yanında sözünü ettiğiniz 10 ciltlik Tefsîru Rûhu’l-Beyân’ın da müellifi olan İsmail Hakkı Bursevî (k.s.) hazretlerinin adı geçen tefsirinde, -maalesef- söz konusu ifadeler yer almaktadır. [Bkz. A.g.m. ve t., Sahibü Mektebeti Eser, Tab'ı sene: 1389, İstanbul, 5, 496-497, Enbiya suresi, 68. ayetin tefsiri] Onun bu sözleri kullanmasının sebebi, rivayete göre, Hz. İbrahim’in ateşte yakılması fikrini ortaya atan kişinin güya Kürt asıllı olmasıdır. Farklı rivayetler de vardır malumunuz…
Oysa bir Arap asıllı olan Ebu Cehil, Ebu Leheb ve benzeri kâfirler yüzünden, koskoca bir Arap milletini-âlemini tamamen suçlu görmek, iman şuuruyla bağdaşmaz. Bu değerlendirme İslâmî ölçülere uymaz.
Günümüzde de Türk, Arap, Kürt ve sair milletlereden bir çok ateist, Allah ve din düşmanı vardır. Şimdi bunların yüzünden içlerinden peygamber gelmiş, binlerce evliya, suleha, ulema-fukaha, şüheda yetiştirmiş bu milletleri tahkir etmenin, din bakımından ne kadar riskli, vicdan ve insaf açısından ne kadar yanlış bir yaklaşım olduğu âşikârdır. Bunun münakaşası, tartışması bile olmaz.
İsmail Hakkı hazretlerinden değil, kimden gelirse gelsin, bu sözlerin, İslamî ölçülere aykırı olduğu açıktır. Nitekim buyuruyor ki Yüce Rabbimiz: “Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.” [En’âm suresi, 164] Dolayısiyle o ifadeler, hiç kimsenin bir başkasının suçundan ötürü suçlanamayacağını beyan eden bu ilahî hükme aykırıdır, tabiri caizse taban tabana zıttır. Nitekim Hz. İkrime (r.a.) babası Ebu Cehil'den dolayı asla itham edilmemiş, bilakis onun bulunduğu yerde kendisinin rencide olup incinmemesi için, başkalarının Ebu Cehil aleyhinde konuşmalarına dahi müsaade edilmemiştir.
Bir kâfir yüzünden milyonlarca âlim, ârif, evliya, mürşit yetiştirmiş Kürt milletinin tamamına bu tarzda hücum etmek, özellikle de “Kürtlerin salih olanlarıyla bile arkadaşlık, yakınlık kurulmamasını” tavsiye etmek, fevrî bir hareketin, hissî bir yaklaşımın tezahüründen başka bir şey olamasa gerek, diye düşünüyorum. Âcizane mülâhazam budur, daha fazla bir şey söyelemek de herhalde bizler için münasip olmaz.
Ne diyelim; Rabbim (c.c.) taksiratını affetsin. Neticede o da efrâd-ı ümmetten bir ferttir, peygamber olmadığına göre tabii ki mâsum değildir. Hâliyle onun da hataları olabilir elbette. Ayrıca bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2151-isid-ve-usaklar.html
"Tefsîru Rûhu'l-Beyân"da Kürtlerle ilgili ifadelerin geçtiği kısmın kopyası:
Bu metinden öncesi yani ayet-i celilenin meali şöyledir:
“Siz bunu (ateşte) yakın da, ilahlarınızın öcünü alın, bir iş yapacaksanız’, dediler” [Enbiya suresi, ayet: 68]
İbrahim aleyhisselâma karşı delil getirmekten âciz kaldıkları için, onlardan bir kısmı diğerlerine böyle demiştir.
İşte bâtıl üzere olup delil ile susturulan kimselerin âdeti böyledir”:
Yukardaki metnin tercemesi: “…Kesin delil ile şüphesi yok edilip ayıbı meydana çıkınca, karşı çıkmaktan başka sığınacak yerleri yoktur.
Onların sözü / düşüncesi İbrahim aleyhisselâmı yakmak üzere birleşmiştir, çünkü cezaların en şiddetlisi yakmaktır.
İbn Ömer (r.anhuma) dedi ki: ‘Şüphesiz onun yakılmasını Acem Araplarından bir adam işaret etti.’ Yani ekrâd milletinden.
Allah’a yemin olsun ki; şüphesiz onlar fesatlarında, cefalarında ve insanlara eziyet vermede hadlerini aşmakta önde gittiler ve bundan geri kalmadılar. Onların üzerinde İbrahim aleyhisselâmın dini olan İslâm’ın, ahlâk ve amel olarak bir eserini göremezsin. Onların ahlâkı Müslümanların mallarını yağma etmektir. Onların bildikleri ise, zulüm yapmak, hırsızlık, adam öldürmek ve yol kesmektir.
Allah’a yemin olsun ki; onlar beyhude bir millettir. Allahu Teâla, insanlar arasında böylelerini çoğaltmasın. Sana (onlarla ilgili muamelede yapman) gereken; onların ıslah olanlarıyla arkadaşlık edip beldelerinden geçip gitmendir… ” (*) [Bkz. Ruhu’l-Beyan Tefsiri Tercümesi, Osman Şen, Gül Neşriyat, yyyy, 17, 224-25-26]
Ayrıca şu linke de bir göz atabilirsiniz: http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/%C4%B0smail_Hakk%C4%B1_Bursevi/K%C3%BCrdler
***
(2) Yine Rûhu’l-Beyan’da tavukla alakalı husus da şöyledir:
“Tavuk kesildiği ve tüyleri yonulup temizlendiği zaman; karnı yarılmadan önce kaynar suyun içine konulursa, o su da tavuk da necis olur. Öyle ki, onu yemeğe asla yol (cevaz) yoktur. O tavuk artık hiçbir surette temizlenmez. Ona ancak kedi tahammül eder, edebilir. Çünkü o artık kedinin malıdır”. [Bkz. Rûhu’-l Beyan Tefsiri (Terc.), 8, 224]
Burada dikkatimizi çekmesi gereken husus, “kaynar su” ifadesidir. Malumunuz su da 100 derecede kaynar. Bu işle meşgul olan firmalar, yolumdan önce (haliyle içi de temizlenmeden evvel) tavuğu, kaynar suya koymadıklarını, azami-50-55 derecelik bir sıcak su buharına tabi tuttuklarını ifade ediyorlar. Veteriner hekimlerin raporları da, bu miktar bir sıcaklıkta necasetin ete karışmadığı yönündedir.
Bu durumda söz konusu tavukların, şer’an yenilmesi caiz değildir demek doğru olmaz. Binaenaleyh usûlüne göre kesilmiş olan tavukların kanı süzüldükten ve varsa üzerlerine bulaşabilen diğer pislikler iyice temizlendikten sonra, kaynama derecesine ulaşmayan (mesela 50-55 derecelik) sıcak suda bir süre bekletilip müteakiben tüylerinin yolunmasında dini açıdan / fetva bakımından bir mahzur / sakınca bulunmamaktadır. [Bkz. İbnü’l- Hümâm, Fethu’l-Kadîr, I, 210] Bağırsakları çıkarılmadan “kaynar suya” atılmış olan tavuk ve emsali hayvanların içindeki pislikler ete sirayet edeceğinden, o takdirde hayvan necis olur, temiz olmaktan çıkar, yenmesi caiz olmaz.
Fetva ile değil de takva ile amel etmek, ihtiyat yolunu tutmak isteyen mü’minleri de anlayışla, hatta takdirle karşılamak gerekir. Onları, neden bunu yemiyorsunuz diye itham etmek doğru olmaz.
Bendeniz şahsen bu işin her safhasına dikkat etmeye çalıştığım gibi, kuru yolum dışındakileri yememeğe de gayret ediyorum.
Bu meseleyle ilgili detaylı bilgi için lütfen mollacami sitesinde vermiş olduğumuz şu cevaba bkz. http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-604.html
Dipnot:
(*) Bir kardeşimizin bu tercemeyle alakalı hatırlatma notunu da kaydetmek isterim, şöyle demiş: "Onların beldelerinde uğrayıp geçin gidin değil de, uğramaktan sakının, olmalı. Arkadaş da olmayın, olmalı. Çünkü اياك var. Diğeri de buna matuf. اياك burda احذر anlamına olsa gerek."
Selamün aleyküm hocam,
malum tv hocalari itikada talluk eden ayetleri (kader, sefaat) hevalarina göre tevil ediyorlar, bu teviller inkara burdanda küfre götürür mü? Cünkü son zamanlarda efendim kader var ama.... diyenler tv lerde cok boy göstermeye basladilar.
tevatürle gelen hadislerin inkari veya icma-i ümmetin inkari bir insani ne yapar. selam ve dua
*******
Ve aleyküm selam.
Kur’an-ı Kerim’i tefsir ilmi kıstaslarına göre değil de kendi heva ve heveslerine (arzu ve isteklerine) göre te’vil ve tefsir edenler hakkında Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) şiddetli ikazları var.
Ayetlerin tefsirlerini, hadislerin şerhlerini ve müçtehitlerin açıklamalarını hiç dikkate almadan, hevâ ve hevesine, hatta kişinin kendi arzusuna göre Kur'an’ı tefsir etmeyi ve hadisleri şerh etmeyi yasaklayan söz konusu rivayetlerden bazıları şöyledir:
“Kim bilgisi olmadığı halde Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, ateşteki / cehennemdeki yerine hazırlansın.”[Tirmizî, bu hadisin hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir, bkz. Tefsir, 1]
“Kim bilerek bana yalandan bir söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın. Kim de bilgisi olmadığı halde kendi görüşüne / fikrine dayanarak Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, ateşteki / cehennemdeki yerine hazırlansın.” [A.g.e., Bu hadis de hasendir]
“Kim de (bilgisi olmadığı halde) kendi görüşüne / fikrine dayanarak Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, o konuda isabet etse bile hata etmiş olur.”[Ebu Davud, Sünen, İlim, 5]
Hadis-i şerifler gayet açık. Bu bir sapıklıktır; bunların üzerine herhangi bir açıklama yapmanın gereksiz olacağı kanaatindeyim.
***
Kader'i inkâr
Eğer bu keyfi yorumlar Kader gibi İslâm’ın esaslarından birini inkâra müncer olursa, elbetette kişi kâfir olur. Çünkü İmanın altı şartından biridir. Kader’in varlığı Kitap, Sünnet ve İcma-ı ümmet’le sabittir. Kaderi inkâr edenlere İslâm akaidinden “Kaderiye” denir. Ebu Davud’un Sünen’inde rivayet ettiği bir hadiste mealen şöyle denilmektedir: “Kader yok diyenler bu ümmetin mecusileridir. Hastalanırlarsa ziyaret etmeyin. Ölürlerse cenazelerine gitmeyin. Onlar Deccâli’in taraftarıdırlar. Deccâl çıktığında şayet yaşıyorlarsa, ona iman eder Allah’ı inkâr ederler. Deccâle kadar yaşamazlar ona yetişemezlerse, Mahşere çıkarken mutlaka Deccâlin tarafında olacaklardır.”
Evet bu derece kesin bir hüküm. Rabbim muhafaza buyursun.
***
Ş e f â a t
Şefaat’e gelince... Şefaati inkâr eden de Ehl-i Sünnet çerçevesinde olamaz. Şefaatle ilgili müteaddit ayet ve hadisler mevcuttur. Bu sebeple ahirete iman götürebilirlerse de, inanmadıkları şefaatten mahrum kalacakları muhakkaktır.
Evet, bizim inancımızı göre Şefaat haktır. Nitekim Ehl-i Sünnet akaidinin temel eserlerinden olan manzum Emâlî’nin 58’inci beytinde şöyle denilmektedir: “Ve mercüvvün şefâatü ehli hayrin / Li ashâbi’l-kebâiri ke’l-cibâli: Dağlar gibi günahları olsa da, iyilerin büyük günah işleyenler için şefaatleri umulur”. Zira Allah’ın rahmeti çok daha büyüktür. O’nun izniyle evvela Peygamberimiz (s.a.v.) şefaat edecektir. Sonra diğer sâlihler, şehitler, hâfızlar, âlimler şefaat ederler. Nitekim Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet'e girecekler de olacaktır. [Buhârî, Sahih, Tefsir, Sûre 18; Müslim, Sahih, İman, 84]
Maamafih şefaati inkar edenler hakkında takip edilmesi gereken en ihtiyatlı yol, onları tekfir etmemektir. Her ne kadar ehl-i bid’atten sayılıp sapıklıkla itham olunsalar da... Neticede, şefaate inananların kaybedecekleri, inkâr edenlerin de âhirette kazanacakları bir şey olmayacaktır.
***
Mütevâtir hadisin hükmü
Hadis-i şerifler inanan insanların hayatlarını şekillendirme yönüyle tartışma götürmez bir ehemmiyet arz ederler. Bu tesir, ilk plânda çoğu zaman mütevâtir, meşhur, âhad taksimine ihtiyaç olmaksızın pratik hayatta hükmünü icra eder; ki bunun böyle olduğu hususunda, şâz bazı eğilimleri nazar-ı itibare almazsak, ümmet arasında bir mutabakatın varlığını ifade edebiliriz.
Mütevâtir hadisler, fıkhî hükümlere dayanak olmaları açısından ayrı bir önem taşırlar. Ümmetin genel kabulüne mazhar olmuş bir haber, ümmetin o meseledeki icma’ dokunulmazlığını ifade eder. İmam Serahsî (rh.), Usûlü'nde mevzuya geniş yer verir. O'na göre: Mütevâtir hadisler, Cenâb-ı Hakk'ın bir hikmet tecellisidir. Bu esas, ilâhî ahkâmın, rasûllerin vefatı ile sona ermeyip devam etmesi, hususiyle Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) kıyamete kadar devam edecek olan risaletinin sürekliliği açısından ayrı bir kıymeti haizdir. Bu irtibat da ancak kesin bilgi ile hakiki mânâda gerçekleşebilir. [Serahsî, Usûlü's-Serahsî, c. 1, s. 284] Asr-ı Saadete yetişemeyen Müslümanlar dinleri ile alâkalı bazı mevzulara Rasûlullah’ın (s.a.v.) mübarek ağzından dinliyormuşçasına ulaşabilmeliler ki, arzu edilen o güçlü irtibat hakkıyla tahakkuk etsin.
Yine İmam Serahsî (rh.), mütevâtir hadisin hükmü ile alâkalı olarak 'Bizim mezhep alimlerimize göre tevâtür ile sabit olan haber zarurî ilim ifade eder.' demektedir. [Serahsî, Usûlü's-Serahsî, c. 1, s. 291; Abdü'l Aziz el-Buharî, Keşfu'l-Esrar an Usûli Fahri'l-İslâm el-Pezdevî, c. 2, s. 659]
Hucciyyetü's-Sünne müellifi, hadisin şer'î delil olma özelliğinden bahsederken şöyle der: 'Mütevâtir haberi inkâr eden, orada Rasûlullah’tan (s.a.v.) gelen bir şeyi inkâr ettiği için, yani din ifade eden bir şeyi inkârından dolayı küfre girmiş olur. Yoksa Bağdat'ın varlığını inkâr eden kimse niye küfre girsin ki!" [Abdü'l-Ganî Abdü'l-Halık, Hücciyyetü's-Sünne, s. 253]
Fahru'l-İslâm İmam Pezdevî, mütevâtir hadis olarak tesbit edilen bir haberi inkâr edenin ve bu habere muhalif hareket eden kimsenin küfre düşeceğini ifade eder. [Abdü'l-Aziz el-Buharî, Keşfu'l-Esrar, c. 2, s. 671] Yine el-Kâsımî, mütevâtir haberler ile amel etmenin zorunlu olduğunu çünkü bu haberlerin ilm-i zarurî ifade ettiğini belirtir. [M. Cemaleddin el-Kâsimî, Kavâidü't-Tahdis min Fünuni Mustalahi'l-Hadis, s. 151; İbn Hacer, Şerhu'n-Nuhbe, s. 42.]
Netice olarak denilebilir ki;
Mütevâtir hadisler, dinî hükümlerin kat'î mesnedleridirler. Şartların tam tahakkuk etmesi halinde, mütevâtir hadisin inkârı kişiyi imanî açıdan tehlikeli bir duruma sokmaktadır.
***
İcma’ ve dereceleri
Ashab-ı kiramın, açıkça ve her asrın icma’ı ile haber verilmiş olan icmaları, âyet-i kerime ve mütevatir olan hadis-i şerif gibi kuvvetlidir, inkâr eden kâfir olur.
Ashab-ı kiramdan bazısının icma’ edip, diğerlerinin sükût ettikleri icma’ da, kesin delildir, ama inkâr eden kâfir olmaz.
Ashab-ı kiramın ihtilaf ettikleri bir hükümde, sonra gelenlerde hâsıl olan icma’ olup, haber-i âhad ile bildirilen hadis-i şerif gibidir. Bununla amel vacip ama, iman vacip değildir.
Bir asırdaki müçtehitlerin bir kısmının içtihadını, diğerleri işitince susup reddetmezlerse, Hanefi mezhebine göre icma’ olur, Şâfiîlerde ise icma’ olmaz.
İcma' delil değildir diyen kâfir olmaz; fakat bid’at sahibi olur. Dinde zaruri olan, yani avamın da bildikleri icma' bilgilerine inanmayan kâfir olur.
***
Dilerseniz Kıyas’ı da ilave edelim.
Kıyas lûgaten, bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan anlaşılamayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Kıyas, Kur'an-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin, derin ve örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Ashab-ı kiram da Kıyas yapardı, dolayısiyle onların da ayrı ve farklı mezhepleri vardı.
Kısacası Kıyas’ın dinde delil olduğu aklen ve naklen sabittir. O bakımdan Kıyası inkâr sapıklıktır. Kitap ve Sünnet’teki Kıyas’a dair delilleri inkâr etmek ise küfür olur.
İbni Âbidin (rh.), “Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmeyen, doğru yoldan saparak bid'at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer” yani cezasını çeker buyuruyor.
Selamün aleyküm hocam ben 22 yaşında bekarım ve üç yıldır istanbulda çalışıyorum ailem çankırıda yaşamakta istanbulda kurstan bir hocamız memlekete gittiğimde seferi olduğumu söyledi.çünkü buluğ çağını geçtiğimi kazancımı burda sağladığımı dolayısıyla ailemden ayrılıp vatanımın istanbul olduğunu söyledi.çankırıya gittiğimde başka bir hocamız seferi olmadığımı hocamızın evli bekar konusunu karıştırmış olabileceğini seferi olamam için evli olmam gerektiğini söyledi benimde biraz kafam karıştı hangisinin doğru olduğunu açıklaya bilirmisiniz
s.a hocam ben almanyada hizmetteyim bir sorum olacakdi hocam da....
seyyid kutup un gecen gün cemaatten biri fizilail kuran kitabini getirdi onun hakkinda bir bilgi veririmisiniz bana bilginiz varsa bu konuda tsk ederim....
bir de sizin sitenizi yeni buldum guzel olmus bende basit bir site yaptirdim arada eklemeler yapiyorum sizin yazilardan da koydum alinti yapilan adresi koyarak hocam. www.islamiyetim.net
*******
Ve aleyküm selam.
Seyyid Kutub hakiki manada bir din âlimi değildir. Sosyoloji okumuştur, ana dili Arapça'dır, edebiyatçıdır, gazetecidir. Öncelikle bunu tesbit etmemiz lazım.
“Fî-Zılali’l-Kur’an” da tefsir değil, âdeta romanvari üslupla dinî bilgisi olan bir gazeteci tarafından kaleme alınmış bir eserdir.
Ahmed Davudoğlu merhum, onun için, "Seyyid Kutub bir ediptir, biraz dini kültürü vardır. Sözü dinde sened olamaz. Çünkü, (icazetli) din alimi değildir" demiştir. [Bkz. Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri]
Mütefekkir ve eskilerin tabiriyle âdeta yed-i tûlâ sahibi diye tavsif edebileceğimiz çok değerli bir yazarımız da bir makalesinde, onun ve irtibatlı bulunduğu İhvân-ı Müslimîn hakkında şu dikkat çekici değerlendirmede bulunmuşlardır:
“…Bizim ‘İslâmcılar’ın büyük bir kısmında İhvân’a karşı bir sempati ve etkilenmişlik hâli vardır. Sempati bende de bir yönden vardır ama etkilenmişlik hiç yoktur. Müellifleri belirtilmeden Elmalılı Tefsiri ile Fîzilâl’i verselerdi, ikisi hakkındaki kanaatimi sorsalardı; ‘birini derin bir âlim yazmış, diğerini bir miktar dini bilgisi olan bir gazeteci’ derdim. Hâlbuki bizdeki bir kesimi Seyyid Kutub ve Fîzilâl çok etkilemiştir...
“İhvân, tepkisel bir harekettir, ‘basitleştirmeyi ve kolaycılığı’ öne alan bir yorumlama tarzı vardır. İslâm’ı iyi anlatıyor değillerdir. Ayrıca İhvân’ın çok gücü de yoktur ve herhangi bir fikrî gelişme göstermeye elverişli ve yatkın da değillerdir. Yönetimleri ele geçirmeleri ve hürriyetçi düzenler kurmaları, gayrimümkün bir ihtimaldir. Yani hayal ötesi bir şeydir…” [Ahmet Selim]
Bir insanın sözünün dinde sened olabilmesi için icâzetli Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimi olması lâzımdır. Hele icâzetsiz birinin tefsir yazması cinayettir. Zira icâzetsiz ilimde hayır yoktur.
Şehid olmuş mudur, olmamış mıdır meselesi için, Necip Fazıl şöyle diyor: "Sahte Kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a (r.a.) adaletsizlik isnad eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden bu sapıklıklarından istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise şehid... Değilse, mücâdelesi kâfire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı!” [Bkz. N.Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları]
Gerek tefsirinde gerekse diğer eserlerinde ciddi manada ilmî yanlışları vardır. Mesela tefsirinde;
- “Ebâbil kuşları”na mikrop demesi...
- Milletin anlamayacağı hususları ölçüsüz bir şekilde “bana göre” mantığıyla yorumlaması...
- İslâmî hukukla idare edilmeyen bir devlette çalışan bütün memurların küfrüne hükmetmesi...
Bunlar olacak şey değil. Bırakın bir ilim adamını, sıradan bir Müslümanın bile söyleyemeyeği laflar...
İslâm hukukunun nerede, nasıl uygulanacağı, Müslümanların oralarda neye nasıl uyacakları bellidir. Dâru’l-İslâm ve Dâru’l-Harp hukukunu birbirine karıştırmamak lazım. Bunlar fukahamız tarafından en hurda teferruatına varıncaya kadar işlenmiş, tesbit edilmiş hukuk normlarıdır. Tekerleği yeniden keşfetmeğe kalkışmanın gereği de faydası da yok. Hele-hele bu şekilde kaş yarıp göz çıkartmanın kimseye bir yararı olmaz, zararından başka...
Seyyid Kutub, dikkat edilirse, usta bir edebiyatçı ve kıvrak bir gazeteci, söz ustası bir politikacı gibi yaldızlı ve heyecanlı konuşmaları-yazıları ile dinleyicilerini-okuyucularını vecde getirip coşturan bir hatiptir, yazardır. Bir bakıma hayranı olduğu İbn Teymiye gibidir. Yine o, kapalı bir hazineyi satılığa çıkaran bir tellal gibi, İslâmiyeti sadece övmekte, içini açıp cevherleri teşhir etmeyip, İslâm âlimlerini ve onların kütüphaneler dolusu eserlerini sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini yegâne geçerli din bilgisi olarak teşhir etmektedir.
Mûmâileyh, sanki bir sâhir rolünde okuyucularını teshire çalışırken, çok yerde tezatlara düştüğünü, kendi kendini yalanladığını dahi fark edememiştir.
İslâmiyeti ‘kendine göre’ yorumlaması, yazdıklarını benimseyenleri -Allah korusun- manevi açıdan sıkıntıya sokabilecek derecede sakıncalı ve tehlikelidir!
Mesela Maide suresinin 115. ayetini tefsir ederken, “Semadan sonra inme kıssası, Hıristiyan kitaplarında, Kur’an-ı Kerim'de vârid olduğu gibi zikredilmez. Hazret-i İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış olan bu İncillerde…” demektedir. “Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar” [Nisa suresi, 157] ayet-i kerimesini daha önce kendisi uzunca açıklamıştı. Görüldüğü üzere ayet-i kerime, İsa Aleyhisselâm’ın öldürülmediğini, tereddüde mahal kalmayacak tarzda belirtiyor. Seyid Kutub’un öldürüldü diyerek tefsir ettiği ayette ise şöyle buyruluyor:
“...Yâ Îsâ müteveffîke ve râfiuke ileyye ve mutahhiruke mine’l-lezîne keferuu ve câılüllezîne’t-tebaûke fevka’l-lezîne keferuu ilâ yevmi’l-kıyâmeti...:
Meali: Ey İsâ, şüphesiz ki seni öldürecek olan (onlar değil) benim, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz (kurtarıb) çıkaracak ve sana tâbi olanları kıyaamet gününe kadar küfredenlerin üstünde tutacak da (benim).” [Âl-i İmrân suresi, 55] Görüldüğü gibi ayette, göğe çıkarılma işinin tam olduğunu haber veriyor Cenab-ı Mevlâ-yi Zû'l-Celâl...
Burada, İsa aleyhisselâmın öldürüldüğünü savunan Seyyid Kutub’un, hakikatleri ne denli görmezden geldiğine şâhit oluyoruz.
***
İbni Teymiyye Hayranlığı
“Cihan Sulhü ve İslâm “ kitabında İbn Teymiyye’ye bağlılığını ifadeden geri kalmayan Seyyid Kutub’un yanlışlarını göstermesi açısında bazı misâller verelim. Bu misâller, yüzlercesi arasından seçilmiş sadece birkaçı...
Söz konusu kitabında şöyle diyor: “Devletçilik sahasında çalışmalar henüz pek azdır. İslâm'ın bu tarafı gereği kadar açıklanamamıştır.”
S. Kutub, İslâm'ın bu tarafını kendisi açıklayacakmış. Halbuki tek başına 600 senelik Osmanlı devletinin kanunları, arşivlerdeki fetvaları sayılamayacak kadar çoktur. İslâm’da devletin ne olduğunu, vazifelerini, sorumluluklarını anlatan binlerce belgeyi, kitabı incelemek için bir ömür yetmez. Söyledikleriyle neyi kastediyorsa... gerçekten anlamak güç.
“İslâm ve Medeniyetin Problemleri” adlı kitabında ise bakın ne diyor: “İslâm toplumunu inşa ederken, bağlı olduğumuz şey, İslâm fıkhı değildir. Bu fıkha yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey; İslâm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayışıdır.”
İslâm toplumunu inşa ederken dayanakları, fıkıh-hukuk kitapları ve asırlar boyunca yazılan devlet idaresi ve devletin fonksiyonları ile alakalı eserler değil de, Seyyid Kutub’un “İslâm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayış”ı imiş. Ne demekse..? Herhalde fukahanın içtihatları-görüşleri değil, “ona göre” olanlar muteber... Kendisi ne anlıyorsa o yani.
***
Bütün insanlar bir aile midir?
Yine “Cihan Sulhü” kitabında; “İslâm'a göre bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir ailedir” diyor.
Sosyalist düşünceye uygun çok mutlak bir ifade... Nereye uzatırsan oraya gidebilecek türden bir söz. Oysa Müslümanın Müslümanla olan münasebeti ayrı, gayrimüslimlerle olan ilişkileri farklıdır. İki milletin yakın bağlarla bağlı bir aile olabilmeleri için, ‘iman’ şarttır.
Mücâdele suresinin son ayet-i kerimesinde de, “Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin” [ayet: 44] buyrulmaktadır.
Yani Allah Teâlâ ve Peygamberi, mü’minler ile kâfirleri ayırmamızı, farklı kategorilerde değerlendirmemizi emrediyor. Yalnız mü’minlerin kardeş oldukları, bir kalenin duvarı gibi sapasağlam aile olacakları bildiriliyor.
Seyyid Kutub yine “Cihan Sulhü” kitabında şöyle diyor: “İslâmiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dini taassubu kabul etmez.”
Bu cümleler biraz tanıdık geldi değil mi? Hemen her zaman kendi çevremizde ve özellikle de medyamızda duyduğumuz nakaratlar... Her neyse, Seyyid Kutub bir nevi ‘kâfirleri sevmemeye’ taassup damgasını vuruyor.
İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin evladı, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn silsilesinin 24'ncü halkasın teşkil eden Muhammed Masum (k.s.) hazretleri Mektubat’ının 29. Mektub’unda şöyle buyuruyor:
“Kâfirleri sevmemek, onlara kalp ile buğz etmek ve dâru’l-harpte bulunanlarına sert davranmak ve onlarla mücâdele etmek Kur’an-ı Kerim’de sarih / açık olarak emredilmiştir.”
Tevbe suresi 94. ayet-i kerimede, “İman edip de hicret ederek mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mes'ûd / mutlu kullardır” buyruluyor. Cihad, usûlünce kâfirlere karşı emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker’de bulunmaktır. Cihadı en başta İslâm devleti yapar, sonra da sırasiyle âlimler-âmirler ve sair fertler...
İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri Mektubat’ın 2. cild 69. Mektub’unda buyuruyor ki: “Kâfirlere karşı muharebeye giderken, Allah Teâlâ’nın ismini ve dinini yaymaya ve din düşmanlarını zayıflatmaya niyet etmelidir. Müslümanlara böyle emredilmiştir. Cihad da bu demektir.”
Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Hâle, şartlara göre belli usûl çerçevesinde... Hiçbir devirde terki söz konusu değildir.
Bu mevzuda daha pek çok şey söylenebilir. Ancak meselenin özü budur
***
Zekâtta İbn Teymiyye’ye tâbidir
Seyyid Kutub “Cihan Sulhu ve İslâm “ kitabında şöyle diyor:
“Zekât, her sene esas servetten yüzde iki buçuk mikdarında tahsil edilir. Bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Sarf edilmesi ile vazifeli olan da, devlettir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydana gelen bir muâmele değildir. İşte zekât bir vergidir. Bunu devlet tahsil eder ve belirli yerlere sarfeder…. Eğer bugün bazı kimseler zekâtını bizzat kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, İslâm ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.”
Seyyid Kutub, zekât üzerinde de İbn Teymiyye’nin sözlerini tekrar etmekten kendini alamamıştır. Burada da Ehl-i Sünnet’ten ayrılmıştır.
Oysa zekâta tâbi olan mallar, emvâl-i bâtıne ve emvâl-i zâhire diye iki kısma ayrılır. Nakit paralarla, evlerde, mağazalarda bulunan ticaret malları, emvâl-i bâtınedir. Sâime denilen hayvanlarla bir kısım arazî mahsulatı ve madenler, yeraltındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret malları ile nukut da emvâl-i zâhiredendir. Bunların hepsi de birer muayyen nisbette zekâta tâbidirler. Tahsilatını da İslâm devleti yapar ve Kur’an’da belirlenen kişi ve yerlere sarf eder.
Bâtınî malların zekâtlarını vermek ise, sahiplerinin diyânetine (dindarlıklarına, İslâm'a bağlılık durumlarına göre kendi inisiyatiflerine) havale edilmiştir. Bunlar, bu malların-varlıkların zekâtlarını diledikleri fakirlere, muhtaçlara ve sair kişi ve yerlere bizzat verebilirler.
***
Devlet toplumun malını istediği gibi alırmış
Seyyid Kutub, “Cihan Sulhu” adlı kitabında hezeyanlarına devam ediyor:
“Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsi mülkiyetlerden ihtiyacın gerektirdiği miktarı karşılıksız ve iâde etmemek üzere alır. Toplumun umumi ihtiyaçlarına harcar” diyor.
Aslında tam da günümüzde bazı sözüm ona devletlerin-devletlûlerin arzu ettikleri bir fetva. Malum, onlar da nereden vergi alsak diye zaman zaman sıkıntıya düşüp kara-kara düşünüyorlar!.. Demek ki düşünmenize gerek yok, Seyyid Kutub’un aklına uyarak milleti soyabilirsiniz.
Oysa devlet, bir başkasının mülkünü kullanması için birilerine emredemez. Mesela filancanın malını, falanca kimseye ver diye birisine devlet tarafından emredilemez.
Nitekim İmam Ahmed’in (rh.) Müsned’inde ve Ebu Davud’da geçen bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Hiç bir Müslümanın malı, kendi gönül rızası bulunmadan helâl olmaz.” [Ebü Davûd, Sünen, Menâsık, 56]
Seyyid Kutub’un sosyalist yaklaşımı, İslâm fıkhından ne kadar uzaklaştığının da bir nişânesidir / göstergesidir. Çünkü onun savunduğu düzen, adaletin olmadığı sosyalist sistemlerde mevcuttur. İslâm’da ise kapitalist bir sistem yoktur. Herkes alın terinin, çalışmasının karşılığını bulur. Devlet de, reisleri de milleti sömürmez-sömüremez, adaletle hükmetmek mecburiyetindedir.
***
Hırsız soyar, devlete yararmış
Yine Cihan Sulhu adlı kitabında şöyle diyor:
“Yağma, soygunculuk, gasp, hırsızlık, rüşvet, hile ve faiz, ihtikar ve bunlara vesile olan yollardan şahsi mülkiyet meydana gelmez. Devlet istediği zaman bunu tamamen veya kısmen hazineye alabilir. Tarihi örnekler, bu hakkın tamamen devlete verildiğini göstermektedir.”
Haksız kazançlar elbette helâl değildir. Devletin bunları istediği zaman değil, tesbit ettiği an hemen geri alması lazımdır; fakat geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sahibine ulaştırması, vermesi gerekir. Devletin vazifesi, âcizin hakkını zâlimden alıp, mazluma vermek, ona yardımcı olmaktır. Bunu mazluma ulaştırmayıp hazineye alırsa, devletin o hırsızdan ne farkı kalır?
İbn Âbidin’de (bkz. beşinci cilt) şöyle denilmektedir: “haramdan elde edilen, mesela gasp edilen mallar sahiplerine geri verilir. Böyle mallar, Beytü’l-mâlin (hazinenin) olmaz. Bütün Müslümanların ortak malı da değildir.”
***
Sahâbe-i kirâma dil uzatması
Seyyid Kutub “İslâm da Sosyal Adalet” adlı kitabında sahabeden bazılarına olan kinini kusmaktan da geri durmamıştır. Bakın 247. sayfasında neler zırvalıyor:
“Benî Ümeyye’nin iktidara gelişi zararlı oldu. Hazret-i Ömer birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hazret-i Ali üçüncü halife olsaydı yahut Hazret-i Osman iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı, İslâm tarihinin çehresi daha başka olurdu. Hazret-i Ömer, zenginlerin artan mallarını alıp, fakirlere eşit tevzi ederdi.”
Bu yazılarında Hazret-i Osman’ın (r.a.), güya idaresiz, beceriksiz olduğunu ima etmek istiyor. Hazret-i Ömer (r.a.) ise, “Osman (r.a.) halife olamaya daha layıktır, muktedirdir” buyuruyor. O halde bu sözüyle Hazret-i Ömer (r.a.) yanılmış mıdır? Şimdi acaba hangisine hak vereceğiz?! Halbuki sen kimsin, Hz. Ömer kim? Arapların tabiriyle, “Eyne’s-serâ ve’s-süreyyâ”! Yani aralarındaki fark, yeryüzü ile Süreyya yıldızı arasındaki mesafe gibi âdeta...
Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ, doğru sözü Ömer’in dili üstüne koymuştur”… “İnsanlar Ebû Bekir ve Ömer’e itâat ederlerse doğru yola ulaşırlar.” [İbn Hanbel, Müsned, 5, 298]
***
Saymakla bitmeyecek hezeyanlar
Seyid Kutub’un hezeyanlarını “bana göre”lerini saymakla bitiremezsiniz. Günümüzde hem Müslüman hem sosyalist geçinenlerin ilham kaynağı olan Seyyid Kutub, yine birçokları tarafından övülmekte ve fikirleri gençlere aşılanmaya çalışılmaktadır.
Bize düşense, bu deformistlerin fikir kalıplarını çözmek ve kimliklerini olabildiğince iyi tanıyarak ortaya atılan düşüncelerin değerlendirmesini sağlıklı bir şekilde yapabilmek... dolayısiyle aldanmamak ve her yerde deşifre etmek olmalıdır. Bunu başarabildiğim zaman Ehl-i Sünnet’in her alandaki umdeleri-düsturları daha net olarak ortaya çıkacaktır.
Hocam S.A.
Sitenizi çok beğendim, Hz. Allah razı olsun. Tasavvufi bazı konularla alakalı sorularım olacaktı.
Bir mürid rabıta ve zikri kalbiye devam ettiğinde kalbin fenası ilk olarak zılal dairesinde vaki olduğunda bu kişi artık velayet-i suğra makamındadır denilebilir mi, yoksa diğer letaifatın tamamının da zılal dairesinde fena bulması gerekli midir ?
Bir müridin kalbi zılal dairesinde fena bulduğunda nefsi mutmainne olmuş mudur, yoksa bütün letaifin fena bulmasından sonra sıra nefsin fenasına gelir de ondan sonra mı nefs mutmain olur ? Eğer kalbin fenası nefsin mutmain olması demek değilse, her mürid için bu makamda nefsin mertebesi değişiktir mi denir ?
Nefsin zılal dairesinde mutmain olması da yine insanı kurtarır diyebilir miyiz, yoksa ille usul dairesinde mutmain olması mı gerekir?
Seyri suluk esnasında kalp fena bulmak için alem-i emirdeki diğer 4 latifeyi de geçmek durumunda mı ? Eğer böyleyse mesela ahfa makamı bu durumda 4 defa kat edilmiş olmayacak mı ?
Cevaplarınız için şimdiden teşekkür ederim.
Gökay Gülay