Hocam zekat konusunda internette dolaşan bazı anlamsız ifadeler var. Örneğin Peygamber Efendimiz Zaman'ında zekat miktarını çok bulan sahabe bunu vermek istememiş ve HZ Ömer döneminde bunun miktarının 1/40 a indirildiği gibi. Bununla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Selamlar Mustafa Yiğit - Facebook
*******
Selamün aleyküm.
Kıymetli kardeşim;
Ciddiyetten, ilim, akıl ve mantıktan uzak bu sözün, iddianın düşüncesi mi olur ki? Ayrıca İslâmî bir hükümde bizim veya birilerinin ne düşüncesi olabilir? Olsa ne ifade eder?
İslâmî hükümler bidayetinde ne ise nihayetinde de aynıdır. Bu diğer ibadetlerde olduğu gibi, zekâtta da böyledir.
Hiç akıl kârı mı yani, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) zamanındaki bir hükmün Hz. Ömer (r.a.) döneminde değişmesi, değiştirilmesi… Hem de bir sahabinin isteği ile… Bunlar boş lâflar.
Bunun tek kelimelik bir cevabı olur:
Saçmalık!
Zâhiri mezhebi Ehl-i Sünnet midir, yani saliki kalmamış Sevri, Evzai gibi kaybolan hak mezhepten midir, yoksa fırak-ı dalleden midir? Banisi Dâvud-i Zâhiri sanırım. Dâvud-i Zâhiri Ehl-i Sünnet midir? Emre Karkar – Gmail
*******
“Selâm kelâmdan öncedir” Nebevî düsturunca, Selâmün aleyküm.
Zâhiriye mezhebi fırak-ı dâlleden (sapık gruplardan) değil, hak mezheplerdendir. Bânisi / kurucusu olan Dâvud ez-Zahirî (rh. d.815 Küfe-v.883 Bağdad) hazretleri Sünnî, mezhebi de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dairesindedir. Günümüzde müntesibi-takipçisi kalmayan bu mezhep, sadece fıkhî değil, aynı zamanda itikadî bir mezheptir. Halen tesirini ve hizmetlerini, yetiştirdiği İbn Hazm (rh.) gibi büyük âlimlerin eserleriyle sürdürmektedir.
Sünnî İslam itikadında yaygın, meşhur ve el’an müntesibi olan amelî mezhepler, bilindiği üzere Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleridir. Binaenaleyh bu dört mezhebe zaman-zaman ‘dört büyük fıkıh mezhebi’ de denmiştir. Ancak Abdülvehhab-i Şa‘ranî (k.s.) hazretlerinin beyanlarıyla, Kıyamete yakın Hanefî mezhebi hariç, diğerlerinin de takipçisi-mensubu kalmayacak…
Sünnî mezheplerin karşısında olup da halen azımsanamayacak-küçümsenemeyecek denli bağlısı bulunan iki büyük dalâlet ve bid’at fırkası da, Şîilik ve Vehhâbiliktir. Küfür ve şirkten daha tehlikeli ve daha zararlıdırlar. O bakımdan sık sık söylediğimiz bir söz vardır:
“Sünnîliği yani Ehl-i Sünnet mezheplerini çek al, ortada ne İslâm kalır ne Müslüman!”
Onun için aman dikkat diyoruz:
Sünnî mânâda mezhepsizlik girdabına düşmeyelim! Zira âlimlerimizin sarih beyanlarıyla, ‘Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür!’ Bu köprüyü asla kullanmayalım.
‘Ben ne Sünnîyim ne Şîî, sadece Müslümanım’ gibi cerbezeli lâflar âmiyane tabirle, insanı okkanın altına sürükler!
Ehl-i Sünnet dışında bir fıka-i nâciye / kurtuluş yolu yoktur. Kutlu ecdâdımız hep bunun mücadelesini vermişler… O uğurda canlarını-mallarını, topyekün varlıklarını ortaya koyup feda etmişler… Gecelerini gündüzlerine katıp, Ehl-i Sünnet Müslümanlığının yayılması, muhafazası, gönüllere nakşolması için gayret sarf etmişler. Dalâlet ve bid’at fırkalarının zehirlerine karşı panzehir oluşturmuşlar. Ve nihayet bu günlere gelmişiz… Bu hizmetler, bu mücadeleler âdeta bir bayrak yarışı olduğuna göre, bundan sonraki sorumluluğun da bizim omuzlarımızda olduğunu unutmamalıyız elbette! Yoksa halimiz, hatta topyekün dünyanın hali duman olur! Onun için;
Bâhusus şu mübarek günlerde ilmî, bedenî, mâlî hizmetlerden, mücadele ve mücahededen geri durmayalım. Olabilecek olanın en iyisini, en güzelini, en a‘lâsını yapabilmek için azamî gayreti sarf edelim.
Selamunaleykum hocam size bir sorum olacakti evli kardesim bi adak kestirdi kendileri yemedi ama anne babasi yiyebilirmi yerse ne yapmamiz gerek hocam selamunaleykum. Hüseyin Turan – Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Adak kurbanından nezrin / adağın sahibi yiyemeyeceği gibi, usûl ve fürû tabir edilen yakınları da yararlanamaz. Yani o kişi ile birlikte anası-babası, dedesi-ninesi; hanımı, çocukları ve torunları da yiyemez.
Fakat şayet fakir ya da yoksul iseler kayın validesi-kayın pederi, gelini-damadı yiyebilir; çünkü onlar, usûl ve fürûa dâhil değillerdir.
Bu hayvanın etini fakirlere-yoksullara tasadduk etmek gerekir. Adak zenginlere verilmez.
Şayet bu etten adak sahibi ve yakınları yerse, yedikleri etin kıymetini tasadduk etmeleri gerekir. Ancak adak etinden istfade eden kimse, o etten adak sahiplerine ikram etse bu câizdir, o takdirde yiyebilirler.
Esselamü aleyküm Muhterem Hocam,
Verilen iftarlara karşılık iade-i iftar vermek şart mıdır?
Karşı tarafın bir beklenti içinde olması veya bizim iftar verdikten sonra beklenti halinde olmamız ne kadar doğrudur?
Geceniz mübarek olsun...
*******
Ve aleykümü’s-Selâm kardeşim;
İftar vermek bir nevi tasadduktur, tatavvudur, nafile sadaka vermektir. Yani kişinin gönlünden gelerek yaptığı bir hayırdır, iyiliktir. Bunun iadesi niçin şart olsun? Nitekim Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sâlih kullarından bahsederken, onların, ikram ve it’âm ettikleri insanlara; “(Biz) size sırf Allah rızası için yemek yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.” [İnsan / Dehr suresi, 9] dediklerini haber verir. Öyle de olması icap eder. Bir karşılık bekleyerek yapılmamalı iyilikler… Sırf Allah rızası için olmalı. Doğru olan budur.
Fakat bir nevi iade etmen gerekiyor, çevrende bu bir teamül halini almışsa, imkânını zorlamadan iade edebilirsin elbette...
Nitekim Zeyd ibn Halid el-Cüheni (r.a.) şöyle rivayet ediyor:
Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:
“Kim bir Müslüman kardeşine iftar vakti yemek yedirirse, onun sevabı kadar da kendisine sevap yazılır. Yemek yedirdiği kimselerin sevabından da hiçbir şey eksilmez.”
[Tirmizî, Sünen, Savm, 82; İbn Mâce, Sünen, Sıyam, 40]
Ramazan ayının girmesiyle iftar ziyafetleri, iftar davetleri de artar malumunuz. Dostlarımızı, yakınlarımızı iftara davet ettiğimiz gibi, biz de onların davetine gideriz, birlikte iftar ederiz. Bu güzel âdet, hem insanların birbirlerine yaklaşmalarını sağlar, hem de yardımlaşma ve cömertlik duygularını canlandırır.
Ancak davet deyince, hemen akla sofranın çeşitli ve mükellef olması gelir. Bu yanlış düşünceye kapılarak dostlarımızı davet edeceğimiz zaman imkânlarımızı zorladığımız, bütçemizi aşan masraflara girdiğimiz olur.
Malî durumu iyi olanlar için bu mümkündür, ancak olmayanlar için aynı husus uygun olmaz. Çünkü böyle bir hazırlık her zaman devam etmeyeceği gibi, farz olan dost ve akraba ziyaretlerine de engel teşkil eder.
Hadis-i şerif oruçluya yemek yedirmeyi teşvik ederken, başka bir hadisten öğrendiğimize göre Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bir yudum su, bir içim süt veya bir tek hurma ile de olsa iftar verilebileceğini ifade buyuruyor.
Böylece israfa, bol harcamaya gitmeden, pekâlâ, iftar verilebilir. İnsanın imkânı ne kadarını kaldırabiliyorsa, ona göre bir hazırlık yapar, ikram eder. Hadis-i şerifte Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) bunun en alt sınırını bildirerek az bir şey ikram etmekle de aynı sevabın elde edilebileceğini işaret buyuruyor.
Bundan dolayı, “İftar sofrasını hazırlamaya imkânım yok” diyerek dost ve akraba ziyaretlerini, Ramazan içinde iftar verip manevî mükâfatını elde etmeyi ihmal etmediğimiz zaman, çok şeyler kazandığımız gibi, güzel bir sünneti de işlemiş oluruz.
Bir kardeşimizin iftar davetine gidip, yiyip içtikten sonra ona dua etmek de bir sünnettir.
Nitekim Abdullah ibn Zübeyr’in (r.a.) anlattığına göre, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.), Sa’d ibn Muaz’ın (r.a.) evinde iftar yapmış ve onlara şöyle dua etmişti:
“Eftara indekümü’s-sâimûne ve ekele taâmekümü’l-ebrâru ve sallet aleykümü’l-melâikeh: Yanınızda hep oruçlular iftar etsin. Yemeğinizi iyi insanlar yesin. Melekler de size dua ve istiğfarda bulunsun.” [İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3,138]
Ramazan’da iftar verene meleklerin duası
Ebu’ş-Şeyh, İbn Hibban’ın (rh.) bir rivayetinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ramazan ayında kim helal kazancından bir oruçluyu iftar ettirirse, Ramazan’ın bütün gecelerinde melekler ona dua eder ve Kadir Gecesinde Cebrail aleyhisselâm onunla musâfaha eder (tokalaşır). Cebrail aleyhisselâm kiminle musâfaha ederse, onun kalbi incelir ve gözlerinin yaşı çoğalır.” Râvi der ki:
“Yâ Rasûlallah! Oruçluyu iftar ettirecek bir şeyi yoksa ne yapacak? Bana bildir(ir misiniz)” dediğimde;
“Bir avuç yiyecek de yeterlidir” buyurdu.
Ben, “Bir lokma ekmek de bulamazsa?” deyince;
“Birazcık su ile karıştırılmış süt ikram eder” buyurdu.
Ben, “Yanında o da yoksa?” deyince;
“Bir içim su” buyurdu. [Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, 2, 431]
Ramazan ayı girince meleklerin oruç tutanlara dua ettikleri hususunda Hz. Ali (r.a.) şu hadis-i şerifi rivayet eder:
“Ramazan ayı girdiğinde Allah Teâla, Arş’ın taşıyıcısı olan meleklere şu emri verir:
‘Haydi kendi tesbihlerinizi bırakın artık, Muhammed Ümmeti için istiğfarda bulunun!”
[Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadis no: 584] Böylesine büyük bir müjdeden-mükâfattan kim müstağni olabilir ki! Elbette her mü’minin buna ihtiyacı vardır.
Selamün aleyküm hocam.
Yusuf Sure-i Celilesi 24. Ayette:
Andolsun, kadın ona (göz koyup) istek duymuştu. Eğer Rabbinin delilini görmemiş olsaydı, Yûsuf da ona istek duyacaktı. Biz, ondan kötülüğü ve fuhşu uzaklaştırmak için işte böyle yaptık. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.
Hocam, yukarıdaki diyenet mealinde Hz. Yusuf (as.)'ın da Züleyha Validemiz'e istek duyacağından bahsediyor. Halbuki peygamberlerin ismet sıfatı var. Günahı işlemek şöyle dursun günah düşüncesini kalblerinden dahi geçirmezler. Bu mealde bir yanlışlık olup olmadığını merak ediyorum. Hayırlı geceler, Allah'a rmanet olun. Ahmet Sinan kaçar - Gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Zikri geçen ayet-i kerimenin uygun meâli şöyledir:
“Andolsun ki, o kadın (Züleyhâ) ona niyeti kurmuştu. Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı, o (Yûsuf) da onu dövmeyi kastetmişti...” [Yusuf suresi, 24]
Bu ayet-i celile aynı zamanda, râbıta-i şerifeyi bid‘at kabul edenlerin hatalarına-iddialarına cevap mahiyetindedir, onun meşrûiyetine dair bir delildir. Mâlum olduğu üzere râbıta-i şerife, ihlâs sahibi müridlerin ma‘rifet-i İlâhiye’yi tahsil için, kâmil ve mükemmil bir şeyhin rûhâniyetinden feyz alması ve o şeyhin de mürîde, rûhânî imdat ve nûrânî tasarrufta bulunmasıdır. Bunun böyle olduğu, sağlam tefsir ve sahih hadis kaynaklarında mesturdur / yazılıdır.
Bidâyetten / başlangıçtan beri devam edegelen bu râbıta-i şerife usulünün, bid‘at olması asla düşünülemez.
Nitekim işte Hz. Yûsuf’un (aleyhi’s-selâmü’l-melikü’l-münezzehi ani’-l-âlâmi ve’t-te’essüf) yüce haklarında, yukarıdaki ayet-i celilede “...Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı...” buyrularak buna işaret olunmaktadır.
Bu âyet-i kerîmenin tefsirinde Allâme Zemahşerî hazretleri şunları naklederr:
Yûsuf aleyhisselâm, kendilerini tahzir (sakındırma) sadedinde, müennes zamîri Züleyhâ’ya râci olarak “iyyâke ve iyyâhâ” diye bir ses işitti. Fakat îtimat edemedi...
İkinci defa işitti, yine îtimat edemedi.
Üçüncü defa aynı sesi gene duydu; fakat bu sefer de îtimat edemedi.
Daha sonra babası Hz. Yâkub’un (a.s.) mübârek sûretini gördü.
Diğer bir rivâyette de, Hz. Yâkub’un mübârek parmaklarının ucunu ağzına aldı.
Başka bir rivâyette ise, Yâkub aleyhisselâm şerefli elleriyle Yûsuf aleyhisselâmın kalplerinin üzerine vurarak zuhûr eyledi... Ve Hz. Yûsuf’a mürşidlik yaparak, nûrânî imdat ve rûhânî tasarruf buyurmuş oldular.
Şâzelî ulemâsından Ahmed b. Mübârek (k.s.) diyor ki:
Ümmî mürşidim Abdülazîz ed-Debbâğ (k.s.) hazretlerine,
- ‘Yûsuf aleyhisselâmın o kadına kast ve niyet ettiği şey ne idi?’ diye sordum. Derhal şu cevabı verdi:
- ‘Onu dövmekti.’ Bunun üzerine bazı müfessirlerin, bu bâbta zikrettiklerini açtım... Onları şiddetle reddederek dedi ki: ‘Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mâsûmiyeti nerede kaldı ya? Velîye bir feth (kemâl hâller, kalp müşahedesi, kalp gözünün açılması) vâki olduğu zaman, Allah onun yetmiş iki zulmet damarını söküp atar ki; onların bir kısmından yalan, bir kısmından kibir, kiminden riyâ, kiminden dünyâ muhabbeti, kiminden de şehvet ve zina sevgisi ve benzeri kötülükler neş’et etmektedir. Veliyyullah hakkında keyfiyet böyle olunca, ya ‘ismet’ sıfatıyla yaratılan (ma‘sûm olan, günah işlemekten uzak bulunan) zât, ancak bu sûretle neş’et eden (var olan) bir peygamber hakkında nasıl olması lâzım geleceğini düşün...” [el-İbrîz, s. 262-263’den naklen, Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 1, 350]
Evet, başlıkta da ifade ettiğimiz gibi, peygamberler ma‘sum, onların vârisi olan evliya ise mahfuzdur. Yani peygamberler kesin olarak küfür ve şirkten berîdir, küçük ve büyük günah işlemekten de ma‘sumdur. Kat’î surette küçük-büyük günah işlemezler, kendilerinden sadır olan hatalara da zelle denir. Peygamberler metbû, evliya ise tâbidir. Evliya ma‘sum değildir, ama onlar da mahfuzdurlar. Kötülük ve günah işlememeleri için Allah Teâla onları hıfzeder.
Velhâsıl, söz konusu mealin tam anlamıyla isabetli olduğunu söyleyemeyiz. Tabiri caizse, biraz kışırda kalmış, bâtına inememiş, perdenin arkasına vâkıf olamamış… Dolayısiyle bu sıkıntılı durum ortaya çıkmış. Ancak bunun için kimseyi itham etmemiz gerekmez, bu tutum doğru da olmaz. Herkes her şeyi vüs’ati nisbetinde ortaya koyar, koyabilir. Hatasız kul olmaz, kusûr-küsûr, eksik-noksan herkes için söz konusudur. Hele hele bahis mevzuu olan Kur’an-ı Kerim meali olunca, bu ve benzeri hatalar kaçınılmaz olur.
İşte bu tablo da gösteriyor ki, mübarek ecdâdımız boşuna uzak durmamış meal yazmaktan, topluma-avama meal okutmaktan… Şimdilerde mantar biter gibi ortalığı kaplayan “meal müçtehitliği” salgını ise, apayrı bir felâket mâlumunuz.
Cenab-ı Rabbi’l-âlemîn celle şânuhu bu ümmeti ve evladını / gelecek nesilleri nevzuhur müçtehit taslaklarının ve bilumum bid’at ehlinin dalâletlerinden muhafaza buyursun.
Vesselâm…
Mevzu ile ilgili detaylı bilgi için sitemizde mevcut olan Aynü’l-Hakîka fî Râbıtati’t-Tarîka isimli risaleye bkz. Hatta bu kitabı baştan sona mutlaka ve dikkatle okuyunuz.