Selamunaleyküm değerli hocam. eski kurani kerimler tarihi eser diye satılabilir mi ? Emre Karkar – gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
‘Kur’an-ı Kerim Ticareti’ diye bir şey caiz olmaz. Ancak Kur’an-ı Hakîm’in yazılı bulunduğu Mushaf-ı Şerif üzerinden bir ticaret yapılması caiz olur. Mesela kâğıt, baskı masrafı ve sair harcamalar veya üzerindeki sanat emeğinin (tarihî eser niteliğinin) karşılığı gibi sebeplerle satılıp alınması caiz olur. Tabii bu alım-satım işi Müslümanlar arasında olması gerekir. Gayrimüslime satmak caiz değildir.
Söz konusu ticaret esnasında Kur’an-ı Mecîd’in azamet ve kudsiyetine de gereken saygının gösterilmesi icap eder, zira bu da bir iman ve takvâ meselesidir.
***
İkinci bir husus; yine bunun gibi, Kur’an-ı Mecîd’in yazılı bulunduğu kitap manasında olan Mushaf-ı Şerif’in, basılıp satılmasında da bir mahzur yoktur. Ancak âlimler, Mushaf’ın alım-satımında, “Kuran-ı Kerimin fiyatı, ederi kaç para?” yerine, “Hediye” tabiri kullanılması daha uygun olduğundan, bunun kâğıdını ve sair malzemesini kastederek, “Hediyesi ne kadar?" diye sormayı isabetli görmüştür.
Binaenaleyh aşağıdaki ayetlerde geçen “satma-değişme” ifadeleri, dinden taviz verme manasınadır. Yoksa Mushaf’ın alınıp satılması anlamında değildir.
“…âyetlerimi az bir bahâ ile (dünyaya ait değersiz bir kaç para, bayağı bir menfaat karşılığında) değişmeyin (satmayın).” [Bakara suresi, 41]
“Allah'ın indirdiği Kitap’tan bir şeyi gizleyip de bununla biraz [filasıl dünyadaki her şey ne kadar çok olursa olsun, Kur’an’ın değeri karşısında bir hiçtir] para alanlar, muhakkak ki karınlarına ateşten başka bir şey yemezler. Ve kıyamet günü Allah onlarla ne konuşur, ne de onları temize çıkarır; onlara sadece pek elem veren bir azap vardır.” [Bakara suresi, 174]
Evet, her ne kadar Kur’an-ı Hakîm’i ücretsiz dağıtmak hayır-hasenat, sadaka ve çok güzel bir hizmet ise de, kâğıt, baskı, cilt ve sair masrafları, son satıcı için emek verilmesi gibi sebeplerle buna imkân bulunmadığında, ücret mukabili satmak da caizdir. Çünkü;
“Ameller(in hükmü), ancak niyetlere göredir” [Buhârî, Sahih, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, Sahih, İmare, 155; Ebu Davud, Sünen, Talak, 11] hadis-i şerifine binaen, satıcı kişi bunu, geçimini sağlamak için yapıyor. Fakat başka yerlerden yeterli geliri olsa bunu maliyetine satacak ise, bu niyetinden dolayı da ayrıca sevap alır. Zira Kur’an-ı Kerim, okunması-öğrenilmesi ibadet olan İlahî Kitabımızdır. Dolayısıyla satıcının niyeti bu yönde ise, yine “hayra vesile olmak” sevabına nail olur.
Eğer satıcının başka yerlerden yeterli geliri oluyor, lakin Kur’an-ı Kerim’i de ondan gelecek kâr’a ihtiyacı olmadığı halde bir gelir aracı, bir ticaret vasıtası olarak görüyor ise, bu hâl en başta kâmil bir Müslüman’a yakışmayacak bir davranıştır, hele-hele takvâ sahibi mü'minlerle hiç bağdaşmaz.
merhaba
ahirete giden akrabalarımız eğer cennetlikse her istediği zaman bizi izleyebilir mi? mesela bir çocuk uyuşturuucu kullanıyor..ama annesinden saklıyor..annesi öldükten sonra kabirde bu çocuğun yalanını öğrenebilirmi ona bildirirlermi? bunu haber alıp ona hakkını haram ederse ne olur? (dünyadayken helal etmiş bütün haklarını ama)
yada mesela diyelimki adam birinin parasını çaldı ama haberi yok hakkını helal etti sonra öldü kabirde bunu öğrenip beddua ederse o parayı çalan adam imansız gidermi?
yani özetle dünyadayken birine bir yalan söylüyorsunuz ama o kişi öldükten sonra kabirde ahirete gidince sizin bu yalanınızı öğreniyor ve size kabir aleminde hakkını haram edip beddua ediyor bu olabilirmi olursa ne olur
lütfen beni bilgilendirin. tekinoğlu ailesi - gmail
*******
Merhaba,
En başta hatırlatmamız lazım; bunlar en kısa ifadeyle “lüzumsuz kuruntular”. Bakın ‘sorular’ demiyorum; kuruntular yani vesveseler... Şeytan’ın dürtüleri… At bunları kafandan, çıkart gönül hanenden… Sen istikamet üzere kulluk vazifelerini ifa etmeye bak. Dinimiz bize; yalnızca Allah’a ibadet, anne babaya iyilik etmeyi, onlara kötü davranmamayı, gönüllerini incitmemeyi emrediyor. [Bkz. İsrâ suresi, 23] Bu, hayatta iken böyle olduğu gibi, öldükten sonra da gene onların haklarına riayeti gerektirir.
Senin neyine gerek, bir insan ‘cennetlikse her istediği zaman bizi izleyebilir mi?’ izleyemez mi?
Ne demek bu?
Evinde koltuğuna yaslanmış TV mi izliyorsun!
Dünya hayatı değil artık orası… Berzah âlemi, kabir hayatı… Ahiretle dünya arası bir köprü. O kişinin hiç başka derdi kalmamış da, tek düşüncesi seni mi ‘izlemek’..? Herkesin derdi başından aşkın orada...
Çok merak ediyorsan, öldüğün zaman neyin ne olduğunu, orada nelerin izlenip izlenemediğini, hangi proğramların (!) tedavülde bulunup bulunmadığını, kısacası ‘bir okka samandan kaç okka duman’ çıktığını görürsün!
Bir defa "ruhlar âlemi" de denilen ölümden sonraki hayat, bizler için gaybî mevzulardan olduğunu hatırdan çıkartmayalım. Hayatta olan insan ile berzah âlemine göçmüş kişi farklı âlemlerdedir. Binaenaleyh ‘her istediği zaman’ bizi ‘izlemesi’ni bırakın, müstesnalar dışında dünyadakileri görme ve onlarla görüşmesi söz konusu olmaz. Ancak Mevlâ dilerse, buna da hiçbir şey engel değildir.
Berzah âlemindekilerin kendilerine göre bir hayatı vardır; hazzları-lezzetleri, elemleri-kederleri, ferah ve sevinçleri hissederler. Ve unutulmamalı ki; ölenin, ardında bıraktığı yakınları nasıl iyilik yaptıklarında ondan haberdar olup hoşnut oluyorsa, kötülük durumlarında da elbette ki rahatsız olacaklardır. Nitekim sadaka-i cariyelerden biri de, kişinin ardında bıraktığı kendisine hayırlı dua eden sâlih evlattır. Fakat henüz madde âleminde bulunan bizler, ruhun bedenden sonraki hayatını ve orada kişinin neler hissettiğini, nelerle karşılaştığını-karşılaşacağını normal duyularımızla hissedip bilemeyiz. Bu hususu, ancak İlahî hakikatlere vâkıf olan başta Rasûl-i Zîşânımız (s.a.v.) olmak üzere Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve onların varisleri olan ulemâ-i hakikatten öğreniriz.
Sonra kişinin, yaptığı çirkeflikler hakkında dünyada annesini kandırması neyi ifade eder ki? Mevlâ-yi Zû’l-Celâl’i kandırabilir misin -hâşâ-?! Ayrıca bu noktada iki türlü isyan-günah vardır:
1. Anne-babanıza iyilik edin, onlara hayırlı muamelede bulunun buyuran Allah Teâla’ya isyan…
2. Anne-babaya kötülük.
Bu itibarla aslında sen onları değil, kendini kandırmış oluyorsun, o yalancılıkla-sahtekârlıkla…
Öldükten sonra ise gözler keskinleşir. Dünyada göremediklerini orada görür insan. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de,
“Celâlim hakkı için sen (dünyada) bundan gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırıp açtık. Bugün gözün (ne kadar) keskindir!” [Qaaf suresi, 22] buyruluyor.
Elbette ki bazı şeyleri görür, bilir Allah Teâla’nın bildirmesiyle… Ve de rahatsız-huzursuz olur senin o sahtekârlıklarınla…
Dünyada iken hakkını helâl etmişse etmiştir. Bu, hayatta iken olan haklarıyla alakalıdır. Kendi tasarrufundadır, kendisinin bileceği iştir. Ama vefatından sonraki haklarına riayet etmezsen, gene mes’ul olursun. Çünkü onları kapsamaz o önceki helâl ediş.
***
Hırsızlığa gelince…
Kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ve Rasûlümüz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) en ağır günahlardan gördüğü bu çirkin fiilin de iki boyutu vardır:
1- Allah Teâla’ya karşı isyan boyutu,
2- İnsana karşı suç işleme boyutu… Bilindiği gibi biz buna dinî ıstılâhımızda daha çok ‘kul hakları’ diyoruz.
Binaenaleyh kişi bunu işlediğinde, hem Rabbine karşı nedametle tevbe ve istiğfarda bulunacak hem de hırsızlık yaptığı kişiden helallik alacak. Bu ya tam bir itiraf ve iade şeklinde olur, ya da bu mümkün değilse şayet, münasip bir yolla çalınan mal veya para geri verilir. Nasıl verilip ödenirse artık… Hak sahibi malına kavuşmadıkça hırsızlığın tevbesi / helalleşmesi olmaz.
Birilerinin parasını çaldıysan, onunla helalleşmek için öncelikle çaldığını ödeyeceksin o şahsa, firmaya… Maddi haklar, ancak iade etmekle ödenir. Yalancılıkla, sahtekârlıkla güya helâlleşerek değil. Hatta hak sahibi kendisi ölmüşse eğer, varislerine ödeyeceksin. Ne demek kabirde beddua ederse… Bırak sen kabirdekinin bedduasını filan, üzerindeki hakkı ödemeye bak. Sana düşen bu. Ölen kişinin, müstesnalar dışında duası da bedduası da olmaz. Onun ameli kesilmiştir artık. Hem niye imansız gitsin ki o kişi? İman başka günah başka… İnançla ameli birbirine karıştırma! Günahlardan kurtulmanın yolları da bellidir. Allah’a karşı işlediklerin için nedametle / pişmanlıkla tevbe ve istiğfar edeceksin, kullara karşı işlediklerin için de haklarını ödeyip helalleşeceksin… Bunun bir başka yolu yöntemi yoktur.
Selamun Aleykum Değerli Hocam,
Hocam aslında soruyu tam olarak nasıl soracağımı bile bilmiyorum, ama dilimin döndüğünce yazmaya çalışacağım.
Bazen namaz kılarken ya da Kur’an okurken çok zorlanıyorum, bunalıyorum. Bu rahatsızlığımın nefsimden geldiğini düşünerek ibadetime devam ediyorum. Bazen de namazda, diğer ibadetlerde çok rahat oluyorum; nefsime hiç zor gelmediğini fark ediyorum. Bu sefer de içime bir vesvese giriyor; acaba üzerimde bir necaset mi var ya da abdestimde mi bir sıkıntı var vs. Bu kalbî huzursuzluğumun sebebi ne olabilir? Ahmet Şahin - Site
*******
Ve aleyküm selam.
Kıymetli kardeşim;
Nefs-i mutmainne makamında olmayan hiçbir insan-mü’min manevi bakımdan devamlı aynı vaziyette müstakar (istikrar halinde) değildir, olamaz da… O manevi mertebeye ise asırlar içinde kaç kişi çıkabilir! Bir asırda belki de bir elin parmak sayısını geçmez bu mertebenin sahipleri. O bakımdan tabiri caizse denizlerdeki med-cezir hâli (iniş-çıkışlar), alt mertebelerdeki müridler ve avam mü’minler için de hayatın her safhasında pekâlâ geçerlidir.
Nitekim Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) kâtiplerinden Hanzala b. er-Rebi el-Üseydî (r.a.) kendi başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Bir gün Ebû Bekir’le (r.a.) karşılaştım. Bana:
“Ey Hanzala nasılsın?” dedi. Ben:
“Hanzala münafık oldu” dedim. O,
“Sübhânallah, sen ne diyorsun?!” dedi. Ben:
“Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda bulunuyoruz. O bize Cennet’i ve Cehennem’i hatırlatıyor, sanki (onları) gözlerimizle görür gibi oluyoruz. Fakat O’nun huzurundan çıkınca, hanımlarımızla, çocuklarımızla meşgul oluyoruz. Onların işleri ile uğraşıyoruz, (dinlediklerimizin) çoğunu unutuyoruz.”
(Bunun üzerine) Ebu Bekir (r.a.) şöyle dedi:
“Vallâhi mutlaka bizler de bunun (söylediklerinin) benzeri ile karşı karşıya kalıyoruz.”
(Hanzala r.a. anlatmaya devam ederek):
“Ben ve Ebû Bekir yola koyulduk. Nihayet Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna vardık.”
“Hemen ben, Hanzala münafık oldu, yâ Rasûlallah", dedim. Rasûlullah (s.a.v) bunun üzerine:
- “O nedir (o ne biçim söz)” dedi. Ben de şöyle dedim:
“Yâ Rasûlallah! Senin huzurundayken bize Cehennem’i Cennet’i anlatıp hatırlatıyoryorsunuz. Biz (onları), sanki gözlerimizle görüyoruz. Fakat huzurunuzdan çıkınca, eşlerimizle-çocuklarımızla oyalanmaya, mesleğimizi icraya başlayınca, çok (şeyi)unutuyoruz.”
Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- “Nefsim (kudret) elinde olan (Allah’)a yemin olsun ki; huzurumda bulunduğunuz hâl üzere bulunup zikre devam edebilmiş olsaydınız, melekler (evlerinizde) yataklarınız üzerinde ve yollarda sizinle musâfaha ederlerdi. Fakat yâ Hanzala, bir sâat (ahiretiniz için ibadet ve tâat ile) bir sâat (de dünya işleriniz ve geçiminizle uğraşınız)’ diye üç defa tekrarladı.” [Müslim rivayet etti; Bkz. Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Bâb: 14, Hadis no: 151] Ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2607-tasavvuf-adab-ile-teeddubun-neticesi.html
Hâsılı; halinizle alakalı husus, ortaya koyduğunuz manzara, endişe edilecek bir tablo değildir. Mü’min nefs-i emmâre, nefs-i levvâme ve nefs-i mülheme makamlarında bulunduğu müddetçe, bu gibi hallerden uzak olamaz. Sebepler değişebilir; işlediğimiz günahlardan dolayı olabilir, Şeytan’ın-hannâsın vesveselerinden kaynaklanabilir, ama netice değişmez. Bu noktada önemli olan; öncelikle içimizde varsa vesveseden kurtulmaktır, onu kafamızdan ve kalbimizden atmaktır. Mevzu ile ilgili geniş bilgi için bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1934-imani-takviye-ve-vesveseden-kurtulmak.html
http://www.halisece.com/islami-makaleler/859-seytani-bir-illet-v-e-s-v-e-s-e.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/544-zikir-aninda-kalbe-gelen-vesveseler.html
Ardından da tabii ki yapmamız gereken; farz-nafile ibadet ve tâatımızı, hizmetlerimizi gücümüz ve imkânımız nisbetinde eda ve ifa etmeye gayret etmektir. Nefsimizin üflediği vesveselere, Şeytan’ın kurduğu tuzaklara düşmemeye azami çaba göstermektir ki, siz bunun zaten şuurundasınız.
İşin özeti; bütün bunların rahatlıkla yapılabilmesi, zevk ve şevkle yerine getirilebilmesi aslında râbıta-i şerifeyle çok yakından alakadardır. O varsa, ondan zevk alabiliyorsan diğerleri de otomatikman düzelir. Ne tembellik, ne zevksizlik, ne isteksizlik kalır. Dolayısiyle bedende-ruhta sohbetler için, hatimler için, zikr u fikr için, Allah yolundaki hizmetler için karşı konulamaz bir arzu hâsıl gelir.
Râbıtadan hazz için de, feyz yollarının açık olması icap eder. Bunun da çaresi, Tesbih namazıdır. İhmâl etmemek, zaman zaman da olsa kılmak gerekir. Özellikle bu gibi haller on günü geçerse, mutlaka bir Tesbih namazı ile bu tıkanıklık (manevi inkıbaz) aşılmaya-açılmaya çalışılmalıdır. Bkz. http://www.halisece.com/namaz/323-tesbih-namazi-fazileti-ve-kilinis-usulu.html
Unutmamalıyız ki; mü’minler olarak kulluk vazifelerimizi nefsimiz isteyip istemediği için değil, Rabbimiz (c.c.) emrettiği için yapıyoruz. Binaenaleyh nefsimiz istese de istemese de, her hâl ü kârda bunları yapmakla yükümlüyüz. Hani Cenab Hak semâya ve arz’a hitaben, “İsteyerek veya istemeyerek (emrime) gelin’ buyurdu. Her ikisi de, ‘İsteyerek geldik’ dediler.” [Fussılet suresi, 11] O halde en güzeli, en doğrusu, en makbulü bu ibadet ve hizmetleri isteyerek, içimizden gelerek yapmaktır.
Selamün Aleyküm abi,
Öncelikle nasılsınız iki olmanızı yüce Allahtan niyaz eder,sağlıklı uzun ve hizmet dolu bir ömür geçirmenizi dilerim.
Abi,ilim yolunda bir kardeşiniz olarak izninizle bir kaç soru sormak istiyorum;
1- Geçenlerde bir arkadaşım telefon mesajı olarak Hazreti Ali Efendimize ithafen :
“Çocuklarınızı, kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” sözünü göndermiş.
Sorum şu abi Hazreti Ali Efendimizin bu sözü sahih midir? Bu sözün açıklaması nedir ve çocuk yetiştirilmesinde zamana nasıl uyacağız?
2- Peygamber Efendimiz (s.a.v.) İstanbul'un ikinci defa fethiyle alakalı bir hadis-i şerifi varmıdır, ikinci fetihin nasıl olacağını izah edebilirmisiniz?
Selamlarımla... İsmail İsmaile - gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Teşekkür eder, güzel dualarınıza mukabil hayır-dualar ederim.
1. “Çocuklarınızı, kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” sözünün sıhhati ve mefhumu hususunda tereddüt edecek bir şey olmasa gerek. Hafızam beni yanıltmıyorsa, yıllar önce Hz. Ali (r.a.) hakkındaki bir risalede de gördüğümü hatırlıyorum.
Açıklamasına gelince…
Hz. Ali (r.a.), “Çocuklarınızı, kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” anlayışı içinde ufukları tarayacak, ilmi ve hikmeti arayacak nesiller yetiştirmemizi tavsiye ediyor bizlere...
“Oğul atayı geçmezse işler yürümez.” diyor Yusuf Has Hâcib.
“Her insanın, kendisinden yüz sene sonrasının planını yapması lâzım...” diyor Hz. Mevlânâ.
Binaenaleyh gelecek nesillerin, gelecek yüzyılların hesabını yapacak her Müslüman; çocuğuna o göz ve gönülle bakacak, işine-eşine, dostuna-ahbabına, her şeye… Ve aynada kendisine o göz ve gönülle bakacak Allah için... Dünyaya neden ve niçin gönderildiğini unutmayacak asla!
Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî hazretlerinin büyüklüğünün sırrına bakarken, babası Bahâüddin Veled hazretlerinin yanında annesi Mü’mine Hatun’a da çok dikkat etmek gerek. İşte Mevlânâ’yı büyük yapan ince bir sır, annesinin ağzından yavrusunun ruh dünyasına şöyle giriyor:
- Babandan daha çok oku evladım! Evladı annesini ve babasını geçmeyen hiçbir millet yükselemez!
Dünyadaki problemlerin yarınlara uzanan çözümündeki sonuç alıcı en önemli hareket noktalarından, olmazsa olmazlarından birisi bu.
Bu çağda çocuk yetiştirmenin en kritik ve en hassas noktalarından biri; içinde yaşanılan zaman dilimini iyi okumak ve geleceği görebilmektir.
Bunun yolu ise öncelikle seçici ve şuurlu bir okuma, araştırma ve müşahededen / gözlemden geçiyor. Çünkü çocuğun okul ve arkadaş ortamında yaşadığı dünyayı, yükselen-yükseltilen değerleri-değersizlikleri, çekildiği alanları, düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu yeni tuzakları, problemleri, büyük fırsatları ve ihtiyaçları bilmeden ona ne kadar yardımcı olabilirsiniz?
Her mü’min çocuğunu en iyi kıvamda yetiştirmeye çalışmalı…
1- Zekâ seviyesi ve kabiliyetleri (yetenekleri) yönüyle;
2- Özellikleri; çalışkanlık, azim, sabır, sebat, metanet vb. cihetleri bakımından;
3- Hâli itibariyle, yani ellerini açtığında duâsı âdeta reddolunmaz ve girdiği her yerde güzel ahlâk örneği bir çocuk, bir genç olarak yetiştirmek suretiyle…
Görüldüğü gibi, en iyi yetiştirme yolu herkese açık; illâ da yüksek zekâ ve kabiliyet / yetenek şartı yok.
Hz. Ali (r.a.), asırlar öncesinden yolu gösteriyor: “Çocuklarınıza hedef gösterin...” diyor.
Çocuğun kendisine ve insanlığa gerçekten faydalı olması, ortaya çok değerli bir insan çıkması için, o hedefin büyük olması yanında faydalı da olması, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” Nebevî anlayışı içinde, insana yakışan o duygu ve düşüncenin çocuğa mutlaka ama mutlaka verilmesi gerekir.
Bu büyük hizmet yalnız annelerin-babaların, eğitimcilerin, hocaların vb. omuzunda değil; gücü yettiği oranda herkesin vazifesidir. Kur’ân-ı Kerim’e, Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) ve tarihimize baktığımızda bu mevzuda çok güzel örnekler görürüz. Bu cümleden olarak;
- Hz. Meryem’i kim yetiştirdi? Teyzesinin kocası Zekeriyya aleyhisselâm.
- Musa aleyhisselâmı kim korudu? Firavun’un zahirde eşi Hz Âsiye validemiz.
Evet o gözle bakarsak, bütün çocuklar, aslında bir bakıma bizim çocuklarımız gibidir. Tesisini istediğimiz iyilikler, güzellikler dünyasını kurmaya aday tertemiz fıtratlarla gönderilmiş cevherler ki, mücevhere çevirmek, Allah Teâla’nın bize lûtfettiği en güzel vazifelerdendir. Keşke kıymetini tam olarak idrâk edebilsek... Onları yetiştirme merkezli yaşayabilsek...
Zaman bulmaya gelince; tarihin en yoğun ve zamanı en değerli şahsiyeti olan Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), çocuklarına ve torunlarına ayıracak zaman bulmuşsa, herkes bulabilir… Kimsenin zamanı onun kadar yoğun ve değerli olamaz… “Arayan ve aramasında ısrar eden bulur.”
***
Günümüz dünyasında nasıl bir çocuk, nasıl bir genç yetiştirmeliyiz
a. Zekâsı ve kabiliyetleri işlenerek, her alanda âdeta rekabet edilemez şekilde fark oluşturan üstün maharetler / beceriler kazanmış;
b. Severek fikir üreten ve çok yönlü düşünen;
c. Ürkeklik, çekingenlik ve içine kapanıklıktan uzak, kendini rahatlıkla ifade edebilen, sorumluluk şuuru yüksek, medenî cesareti üst seviyede, kendisine verilen potansiyelin farkında ve kendine güven (özgüven) sahibi, gayet cesur ve hayata mütebessim gözlerle bakan;
d. İhtiyaç olan her türlü özel bilgiyi özümsemiş / kendine mâl etmiş;
e. Günlük hayatta ihtiyaç olan basit pratik bilgi ve maharetlere / becerilere sahip;
f. Sporla yeterince iç içe;
g. İslâmî, insanî, ahlâkî ve manevî değerlerle dinamik anlamda mücehhez; insanlığa faydalı olma arzusuyla yanıp tutuşan, insanlığa insanlığı hâkim kılma sevdasını yaşayan;
h. İçe dönük muazzam bir düşünce derinliğiyle beraber dışa karşı muhteşem bir açıklık içinde;
i. Dünya ile yarışıp rahatça öne geçecek âdeta rekabet edilemez harika çocuklar ve gençler yetiştirmek!
“Arayan ve aramasında ısrar eden bulur.” ve “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” anlayışıyla hareket edip çileye talip olan dert sahipleri, gerçekten isteyenler, yeterince isteyenler bu güzel özelliklerin nasıl kazandırılacağını da bulur.
O ümidin, o hayâlin gerçekleşmesi için hiş şüphesiz canımızı-ruhumuzu da fedaya hazırız!
Dert o, ümit o, sevda o! [Ahmet Maraşlı, Tefekkür, Tarih, Medeniyet ve Düşünce Dergisi, 04.09.2013, “İnsanlığın hasretini çektiği nesiller nasıl yetiştirilir?” başlıklı makaleden iktibas]
***
Sahib-i zaman (k.s.) hazretleri ise bu husustaki vazife, tavsiye ve tatbikatlarını şu enfes sözleriyle hulâsa etmişlerdir:
“Bizim vazifemiz, batağa düşmüş olan ümmeti bataktan kurtarmak... Gaye rıza-i ilahidir.”
Bizler de, zât-ı âlileri tarafından bu vazifeyle muvazzaf memurlarız. O halde çocuklarımızı da geleceğe hazırlarken, tek gayemiz gene rızâ-i ilahi olmalıdır.
***
2. “Peygamber Efendimizin (s.a.v.) İstanbul'un ikinci defa fethiyle alakalı bir hadis-i şerifi var mıdır, ikinci fetihin nasıl olacağını izah edebilir misiniz?”
O yönde rivayetler vardır. Çok merak ediyorsan araştırır bakarsın, dedikten sonra mevzuya bir nebze temas edebiliriz.
Pâk ceddimiz Sultan II. Mehmed (k.s.) hazretleri, hükümdar olduktan bir müddet sonra Edirne’de âlimler ve amirlerle, memleketin ileri gelenleriyle istişare ederek, İstanbul’un fethi hususunda fikir alış-verişinde bulunuyordu. Müşavere hey’etinde Molla Hüsrev, Molla Gürânî ve Akşemseddin hazretleri gibi büyükler de vardı. Müzakere sırasında meclisteki âlimler, ağırlıklı olarak görüş ve kanaatlerini şu istikamette ortaya koymuşlardı:
“Ashab-ı Kiram’dan itibaren nice hükümdarlar ve kumandanlar İstanbul’un fethine teşebbüs etmişler, fakat muvaffak olamamışlardır. Bazı hadis rivayetlerinde, Kostantıniyye (İstanbul) fethinin Benû Asfar ile yapılan bir savaştan sonra Rasul-i Ekrem’in (s.a.v.) soyundan olan bir zat (Hz. Mehdî) tarafından tesbih ve tehlil desteğiyle fetholunacağı haber verilmiştir. Binaenaleyh, İstanbul’un fethi Mehdî’nin işidir.” [Benû Asfar’la ilgili hadislere bkz. Özellikle Kıyamet’le alakalı olanlara. Rumlar, Romalılar, hatta Ruslar diyenler de var. Bizans üzerine yapılan Tebük seferini incelerseniz bir kısım münafıkların neden sefere katılmadıklarını izah için ‘Kadınlara za‘fiyetimiz var. Benû Asfar’ın kadınlarını görüp fitneye düşeriz’ mealinde bahaneler ileriye sürdüklerini görürsünüz.]
Sultan Mehmed’in (k.s.) danışma meclisindeki âlimler bu çerçevede görüş bildirmek suretiyle, İstanbul fethinin Sultan Fatih zamanında mümkün olmayacağını ileri sürüyorlar, Padişahı böyle bir teşebbüsten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Ancak mevcut rivayetlere daha farklı ve tutarlı bir te’vil / yorum getiren Akşemseddin hazretleri, hey’ette hâkim olan kanaatin aksine şu görüşü sunmuştur:
“Önce Kostantıniyye’yi Sultan Mehmed fetheder, daha sonra bir zaman gelir Benû Asfar (Sarı oğulları) İstanbul’u işgâl eder. Mehdî’nin fethi ise bu hadiselerden daha sonrasıyla ilgilidir.” [Bkz. Emir Hüseyin Enisî, Menakıb-ı Akşemseddin; Ali İhsan Yurd, Akşemseddin, s.134.]
***
Meselenin bir başka izahı da şöyledir:
“Fahr-i Âlem (s.a.v.) Ashâb-ı güzîne sohbet sırasında suallere cevap verirken, Ebû Zerr (r.a.) irtihal-i Nebî’den sonra zuhuru beklenen fitneleri sormuştu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) de, ‘Dehmâ fitnesi, Vehmâ fitnesi ve Summün, Bükmün, Umyün fitneleri zuhur ederek, ehl-i- İslâm’a saldıracaklar” buyurmuştu. Üstâzünâ Süleyman Hilmi Tunahan Efendi (k.s.) hazretleri bu üç fitneyi şöyle açıklamışlardır:
“Dehmâ fitnesi, Hz. Ali ve Hz. Muaviye (r.a.) arasında vaki ihtilaf veya İslâm âlemini yok etmek için yapılan Haçlı Seferleridir. Bunlar kılıçla def edilmiştir. Vehmâ fitnesi, İstanbul’un fethiyle bertaraf edilen Bizans’tır. Sultan Fatih’in Ehl-i Kur’an ordusu bu fitneyi def etmiştir. Summün, Bükmün, Umyün fitneleri ise, bir kısmı geçmiş, bir kısmı gelmekte, bir kısmı da gelir. Bu fitneler Zikir ve Râbıta nûrlarıyla def edilecektir.” [Bkz. Ali Erol, Hatıratım, s. 51-52]
Selamün aleyküm hocam, “Beni gören veya beni göreni gören Müslümana ateş dokunmaz” hadisi sahih midir, rüyada veya uyanıkken görenler de sahabeden sayılabilir mi? Sema Serap Akkaya – İstanbul / Messenger
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Mealini naklettiğiniz hadis rivayeti sahihtir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.),
"Beni gören veya beni göreni gören Müslümana ateş dokunmaz" buyurmuşlardır. [Bkz. Tirmizî, Sünen, Menâkıb, 57, Hadis no: 3858]
Başka bir rivayette ise şöyle buyrulmuştur:
"İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenlerdir, sonra da onları takip edenlerdir.” [Buharî, Sahih, Şehâdât 9; Müslim, Sahih, Fezâilü's-Sahâbe, 214]
Bu hadis-i şerifte yer alan “Müslüman olarak beni gören” kaydı önemlidir. Bu kayıt, “veya beni göreni gören” hükmü için de geçerlidir.
Söz konusu hadis-i şerif, bâhusus gerçek sahâbi ve tâbiînin faziletine dikkat çekmektedir. Binaenaleyh bunun izahı, “Asırların an hayırlısı benim asrımdır, sonra onun arkasından gelen, sonra da onun arkasında gelen asır...” manasındaki hadisin penceresinden bakılarak daha net görülebilir. Tirmizi’nin (rh.) “hasen-sahih” dediği bu hadisi, mevzumuz olan hadisin hemen arkasından zikretmesi de bu râbıtaya işaret etmektedir.
Hadis şârihleri de bu hadisi sahâbe va tâbiîne tahsis etmişlerdir. Tabii ki ‘imanla teslîm-i rûh edebilme’ şartına da dikkat çekmişlerdir. [Bkz. Mübârekpûrî (v. 1935),Tuhfetü’l-Ahvezî (Tirmizî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’ine yazdığı şerh), ilgili hadisin şerhi]
***
Rüyada Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) görmek bu hadisin muhtevasına girmez. Çünkü rüya çok farklıdır. Ehl-i Sünnet inancına göre “Rüya, ilham ve keşif dinî bir delil değildir. Bunlara dayalı olarak bir hüküm de verilemez. Bunları gören kimse, başkalarını o yolla elde ettiği bilgilere davet de edemez. Fakat gördükleri şeyler İslâm’ın ölçülerine / zâhir ve bâtınına aykırı değilse, görenlerin kendileri onlara göre hareket edebilir. Zaten bu durumda İslâm’ın mubah kıldığı dairede hareket etmiş olurlar.” Detaylı bilgi için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2590-ruya-ile-amel-meselesi.html
Sahabe olabilmek için, hayatta iken Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile görüşmüş ve mü’min olarak vefat etmiş olma şartı vardır. Hatta Silsile-i Aliyye’nin (k. Esrarahum) son halkasını teşkil eden Üstâzünâ Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri Sahâbi’yi şöyle tarif buyurmuşlardır:
“Sahâbi: Rasûlullah’ın (s.a.v.) dâire-i imkân ve dâire-i emkine-i külliye’nin tamâmını kendi letâifinden nazar ederek seyr-i sülûkünü bir anda itmâm ettiği kişi, demektir.” [Ali Erol, Hatıratım, s. 84]
O bakımdan rüya bir yana, Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) dâr-ı bekaye irtihal ettikten sonra uyanıkken bile gören sahâbeden sayılmaz. Nitekim İmam Süyûtî (rh.) gibi yakaza halinde (uyanıkken) Rasûl-i Zîşân Efendimizi (s.a.v.) görenler bile sahâbe tasnifine dâhil değildir.