Selamun aleykum hocam, kimileri hatemül enbiya gibi hatemul evliyadan sözediyorlar, peygamberlerin sonuncusu gibi evliyanında sonunucusmu var, bu ne kadar doğru? buse nermin akkoyunlu - istanbul
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Evet, eserlerde o ünvanla anılan bir zat var. “Hatemü’l-evliya” ya da “Hatmü’l-evliya” diye kendisinden bahsedilen zat, velîlerin sonuncusu olan bir şahıstır. Bu şahıstan, ilkönce Hakîm-i Tirmizî (rh.), “Hatmü’l-evliya” adlı kitabında bahsetmiş ve, "Onun yoluna karşı gelen, vereceği hesabın şiddetinden tir tir titreyecektir.” “ Onu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur" demiştir.
Daha sonra Muhyiddin İbn Arabî (k.s.), “Ankaau Mağrib” isimli eserinde bu mevzuyu geniş bir şekilde incelemiştir. Bu kitapta, “Hatemü’l-evliya”nın Hz. Mehdî aleyhirrahmeti verrıdvân olduğunu gösteren ifadeler yanında, onun farklı bir şahıs olduğunu / olabileceğini gösteren beyanlar da vardır.
Bununla beraber, İbn Arabî (k.s.), Fütûhât’ında daha açık bazı ifadelere de yer vermiştir. Buna göre; “Hatmü’l-evliya” makamı iki kısma ayrılır:
Birincisi, mutlak olan “Hatmü’l-velâye” makamıdır. Bu makam Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) nübüvvet kanadından gelen bir velâyettir. Bu velâyetin sahibi, Hz. İsâ aleyhisselamdır. Kendisi, kendi döneminde bir peygamber olmakla beraber, âhir zamanda yeryüzüne inip Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmetinden olarak, onun şerîatiyle amel eder. Böylece, artık velâyet-i nübüvvete hatime çeker / mühür vurur. Kendisinden sonra nübüvvet kanadından gelen bir velâyet artık söz konusu olmaz.
İkincisi, “Hatmü’l-velâyeti’l-Muhammediyye”dir. Bu makam, Rasûlullah Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) velâyet yönünü temsil eder. Bu zat, Arapların en asil bir ailesine mensup olup, günümüzde var olan bir kimsedir. Bu makam sahibiyle 595 hicrî yılında görüştüm. Fas’ta kendisini tanıdım ve gizli olan bu makamının nişânını müşâhede ettim.” [A.g.e. ve m., 2, 49]
“Bu zat, Hz. Mehdî’den ayrı bir şahıstır. Çünkü Hz. Mehdî, soyca Âl-i Beyt’tendir. Hatmü’l-evliya ise, manevî cephesiyle Âl-i Beyt’ten sayılır.” [A.g.e. ve m., 2, 50]
Bütün bu izahlara rağmen mesele, diğer bazı hususlarda olduğu gibi kimileri tarafından gene istismar edilmeye çalışılmıştır. Mesela ne idüğü belirsiz Ömer Öngüt nam bir kişi, Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerinin Fütûhu'l-Gayb’ın 33. Makale’nin (o mektup diyor) son kısmında bahsedilen zatın kendisi olduğunu söyleme cür’etinde bulunabilmiştir. Güya Abdulkadir Geylânî hazretleri, orada anlattığı o bütün güzel hasletlerin sahibi hatemü’l-evliya olarak Ömer Öngüt’ü haber vermişmiş… Heyhat! Yazık ki ne yazık! Zavallı ki ne zavallı! Nefs-i emmâre ve Şeytan-ı aleyhillâne insanı ne hallere sokuyor işte böyle… Herhalde şimdi öğrenmiştir hatemü’l-evliya’nın kim olduğunu… Ya da dünyanın halısının-kiliminin kaç arşın, bir okka samandan kaç okka duman çıktığını…
Mevzumuza geri dönecek olursak, mutlak manada velâyet; Allah'a inanmak, emir ve yasaklarına titiz biçimde uymak demektir. Bir âyet-i celilede Allah’ın velî kullarına korku olmadığı, onların üzülmeyecekleri bildirilir. [Yunus suresi, 62] Takip eden âyette de bu velâyetin tarifi yapılır: İnanmak ve müttakî olmak… [Yunus suresi, 63] Başka bir âyet-i kerimede de müttakî insanın vasıfları açıklanır. Buna göre müttakî insan;
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygambere inanan, sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, kölelere harcayan, namaz kılan, zekât veren, yaptığı anlaşmanın gereklerini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreden müminlerdir. [Bakara suresi, 177]
Bu tarife göre velâyet hakiki manadaki bütün mü'minlerin ortak vasfı, müşterek mahiyetidir. Ancak derece-derece, mertebe-mertebe, seviye-seviye haliyle, öyle tek düze değil. Detaylı bilgi için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1405-ruhsat-azimet-fetva-ve-takva.html
Papazların elindeki islam düşmanı incili çöpe atsam bir şey icap eder mi? Hiç düşünebildiniz mi?... Sevgi selam... İsim mahfuz
*******
Ve Aleyküm Selâm Abi;
Muharref de olsa İncil’i çöpe atmak, hele hele bu fiili tahkir niyetiyle yapmak İslâm âdap ve ahlâkına muvafık bir hareket olmaz.
Âcizane mülahazam, bu hâl ve tavır, bir Müslüman için vebâlden uzak addolunabilecek bir davranış biçimi değildir.
Çünkü o kitap muharref, eksik ve yanlış da olsa, içinde Allah ismi bulunabilir, Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya inen tahrif olunmamış ayet, kelime ve cümleler mevcut olabilir. Binaenaleyh şeâirden / mukaddeslerden tamamen mücerret olduğu-olacağı düşünülemez. Mâlum-i âlîleriniz, mukaddeseta hürmet ise mü’minin takvâsıyla mütenasip ve onun manevi hayatında önemli bir yere sahiptir.
Meseleyi siyasi-idari-içtimai açılardan değerlendirecek olursak, böyle bir hareketin ona inanan topluma saygısızlık olacağı aşikârdır. Onlara, inancımız icabı saygı duymasak da, en azından saygısızlık etmeyiz. Bu iki ölçü arasında hayli fark vardır. Bu inceliğe dikkat etmek gerekir. Zira söz konusu davranış, bir nevi kendi mukaddesimize yapılabilecek saygısızlığın önünü de açmak olur. Nitekim Cenab-ı Hak bu noktada biz mü’minleri ikaz için buyuruyor ki:
“Maamâfih onların Allah’tan başka taptıklarına sebb de etmeyin (sövmeyin) ki, cehaletle tecavüz ederek (bilmeyerek haddi aşıp) Allâh’a sebbetmesinler.” [En’âm suresi, 108; Ayetin tefsiri ve meselenin izahı için bkz. Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili (Sadeleştirme), 3, 494]
Sadedinde olduğumuz meselede düşüncelerim bundan ibarettir.
Saygı ve selamlarımla…
Selamunaleyküm abi hürmet ve saygı ile bir sorum olacaktı. etinin yenmesi caiz olmayan bir hayvanın gübresi bir gıda tarım arazisine atılıp oradan ürün elde edilip yenilmesi caiz mi dir.(şu anda tavukhaneler de yetişen tavukları yemiyoruz onun gübresi misal kesim i uygun olmadığı için yemiyoruz fakat tavukların yediklerinde kurutulmuş hayvan kanı mevcut bunun üzerine cevaplarınız bizi aydınlatacaktır. Allah hayırlı uzun ömürler sağlık ve sıhhat versin. Selman Kurt - Biga
*******
Ve aleyküm selam kardeşim; bilmukabele bizden muhabbet ve hayır-dualar…
Görüldüğü üzre sorunuz biraz muğlak ve mutlak. Etinin yenmesi caiz olmayan hayvandan kastınız nedir, hangisidir, bilmiyoruz. Tabii bunun en ağırı malumunuz hınzırdır. Onun üzerinden konuşacak olursak, haliyle bir Müslümanın bilerek domuzun gölgesinden bile faydalanması düşünülemez, tecviz edilemez. Binaenaleyh domuz pisliğinin gübre olarak kullanması caiz olmaz. Zira hınzır mâl-i mütekavvim[*] olmadığı gibi, tersi (pisliği) de değildir; dolayısiyle bunun alım-satımı sahih ve meşrû olmaz. Alım-satımı meşrû olmayan bir şeyden faydalanmak da hükmen alış-verişi gibidir.
Geçenlerde, “Hayvan gübresiyle karışık insan dışkısı dökülen tarladan çıkan mahsul yenir mi? diye bir sual sorulmuş ve cevaplamaya çalışmış idik. Âcizâne mülâhazam; bu meselenin de onunla paralel değerlendirilmesinin isabetli olacağı istikametindedir. Yazıyı aşağıya aynen iktibas ile ıttılaınıza arz ediyorum:
Halis ECE tarafından yazıldı.
Kategori: Soru - Cevap
Gösterim: 482
Soru: Hayvan gübresiyle karışık insan dışkısı dökülen tarladan çıkan mahsul yenir mi? İsim mahfuz – İstanbul
*******
Cevap: Selamün aleyküm.
“İnsan dışkısı toprak ve kumla karışık (ve bunlar dışkıdan fazla) ise, onun alış-verişi geçerli olur”. Bu görüş, İmam Muhammed’den (rh.) rivayet edilmiştir ve sahih olan da budur. el-Mülteka’da “İnsan dışkısından yararlanmak da hükmen alış verişi gibidir” denilmiştir.
Bu itibarla insan dışkısını-necasetini satmak da, yalnız başına gübre olarak kullanmak da caiz değildir. Fakattoprak, kum veya başka şeyle, mesela hayvan gübresiyle karışık olarak satmak ve kullanmak caizdir.
İnsan veya hayvan necaseti karışık su ile sulanmış sebzeleri yıkayıp yemek caiz olur. Ancak lağım suyu ile sulanmış sebzeleri yemek caiz değildir.
Evet, insan dışkısının belirtilen şartlar dâhilinde tarımda gübre olarak kullanılmasında bitki açısından bir sakınca yoktur. Dışkının gübre olarak kullanılmamasının zâhirdeki en önde gelen sebebi, herhalde öncelikle tab’-ı selime, zevk-i selime, akl-ı selime (normal insan tabitına, zevkine, aklına-mantığına) uygun olmamasıdır. Ayrıca kolera faktörü gibi hastalık yapıcı mikroorganizmaların çevre ve insan sağlığını tehdit edebilmesidir. Zira bu usûlle gübrelenen bitkilerden elde edilen ürünlerinin tüketilmesi, başta kolera olmak üzere birçok sindirimle ilgili rahatsızlıklara sebep olabilir. Ve yine arazinin konumuna göre taban suyuna karışarak içme suyunun kirlenmesine de yol açabilir.
O halde bunu kullanmak zorunda kalanlar, bütün bu muhtemel olumsuzlukları mutlaka ama mutlaka dikkate almalıdırlar. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3148-insan-diskisi-dokulen-tarlada-yetisen-mahsul.html
D i p n o t
[*] Mâl-i mütekavvim; kıymetli maldır. İslâm hukukuna göre yenilmesi, içilmesi, kullanılması ve faydalanılması mümkün olan mal demektir. Müslümanlar için; şarap, domuz ve Besmelesiz kesilen veya kesmeden öldürülen hayvan, mütekavvim mal değildir. Alış-verişin sahih (doğru-geçerli) olması için malın da mütekavvim olması lâzımdır.
Selamün Aleyküm Abi,
Hazretimizin Aspirin ile ilgili tavsiyeleri varmıdır?
Bir arkadaşım Aspirin ile alakalı Hazret-i Üstazımıza ait olduğu iddaa edilen sözler göndermiş meselenin ehemmiyetine binayen size sormadan uygulamak istemedim.
"Hergün bir aspirin için Allah'ın izniyle hiçbir hastalıktan korkmayın""Yed-i Tũlâ sahibi üstatlarımızdan birinin Aspirin hapı için; “(Faydasını tam olarak) bilselerdi bu kadar ucuza satmazlardı ” dediğini ve içerken de; Asprin önce ikiye bölünmeli ve bir parçası alınarak o da ikiye bölünmeli ve çeyreğini sağ azı dişlerin arasına diğer çeyreğini de sol azı dişlerin arasına bırakarak kendi haline erimesinin beklenilmesini, eridikten sonra da kalan yarısını da aynı şekilde uygulanmasını tavsiye ettiğini ve bunun çok tesirli olduğunu biliyor muydunuz?"
Bu tavsiye ve sözler sahih midir abi?
Selamlar.
hadime hadime – gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Sorunuzu iki yönden ele almamızın uygun olacağını düşünüyorum.
1- Sözlerin, nakillerin sıhhati yönünden,
2- Kişilere göre aspirin kullanımı açısından…
Evet, sizin de naklettiğiniz gibi, Hz. Üstazımızın (k.s.) aspirin hakkında tavsiyeleri başlığı altında bazı sözler okuyoruz. Büyüklerimizin, bahusus Hz. Üstâzımızın (k.s.) her bir sözü-kelâmı bizim için dürr-i mercandır / incidir, ale’re’si ve’l-ayndır. Ama bunların nâkili kim ya da kimlerdir, “yed-i tûlâ” tavsifiyle kastedilen zat kimdir, kesin olarak bilmiyoruz. En azından şahsen bendeniz bilmiyorum. Ayrıca büyüklerin sözlerini nakletmek kolay da değildir. Hatta nakil, te’liften daha zordur. Söylenen sözle alakalı pek çok şeyin bilinmesi gerekir. Mesela sözün sahibi olan zâtın tarz-ı beyanı / üslûbu, bu sözü hangi zaman ve zeminde, ne vesileyle niçin, kimin için söylediği, yani mânânın mutlak mı, mukayyet mi olduğu nâkıl tarafından mutlaka çok iyi bilinmesi gerekir. Bu bir…
İkincisi, her olumlu ve faydalı şey gibi aspirinin de kişilere-bünyeye göre ebetteki olumsuz yönleri de vardır. Hz. Üstâzımızın (k.s.) beyanlarının, aspirinin mutlak mânâdaki faydaları bakımından olduğu aşikârdır. Binaenaleyh lüzûmu halinde meseleyi, gene zât-ı âlilerinin tavsiyeleri istikametinde, sahanın mütehassıslarıyla görüşüp istişâre etmenin isabetli olacağı da izahtan vârestedir. Bu anlattıklarımızın detayı için, Üstâzımız (k.s.) hazretleri hakkında, Ufuk gazetesinde neşrolunan yazılardan, Dâhiliye Mütehassısı merhum Dr. Kâmil Karakayalı beyefendi ile yapılan röportajı mutlaka okuyunuz. Ayrıca mesela bal faydalıdır, Kur’an-ı Kerim’le sabittir ki mahza şifadır. Lakin kime? Kendisine dokunmayana. Öyle değil mi? Su bile öyle… Kişinin durumuna göre hüküm değişebilir; içmesi farz, mubah, mekruh, hatta haram dahi olabilir.
Merhum Kemal Bey Ağabeyimize çay hizmetinde bulunma nimetiyle şereflendiğim günlerden birinde, kendileri, başlarının ağrıdığını ve bir ağrı kesici bulunup bulunmadığını sordular. Ben de, ‘aspirin var efendim’ deyip söz konusu tableti getirdiğimde, ‘hayır, onu almam-alamam, bana dokunur, zarar verir’, buyurdular. Ardından da, ‘eğer varsa efervesan (suda eriyen nev’i) onu alabilirim, o daha az zarar veriyor’ diye ilave ettiler.
Ayrıca gene bir gün çantalarında bahar temizliği yaparken, çıkan kartvizitlerden birini hatırlamakta zorlandılar ve ‘bu kim’ diye sordular. Orada bulunup o gün için şoförlüğünü yapan ve yaşça benden hayli büyük birileri, ‘efendim siz onu çok rahat hatırlayacaksınız; hani, kapanıp uyuyan 20 yıllık ülseri tek bir aspirin derhal uyarır’ diyen doktor, demişti… Demek ki ülseri olanların aspirin mevzuunda özellikle dikkatli olmaları icap etmektedir.
***
Bir Prof. Dr. hekimimiz de aspirinle alakalı şunları söylüyor:
“Tüm sağlıklı insanlar için aspirinin yan etkisi, hastaların risklerini azaltmaktan daha fazla olduğu için, artık sağlıklı insanlara tavsiye etmiyoruz.
Ancak semptomatik aterosklerotik bir hastalığı varsa, mesela beyin, karın, bacak damarlarına, koronere bağlı TIA (transiskemik atak) veya kladikasyo, angina, MI (myokard enfarktüsü gibi) aspirin 80-100 mg kullanmalı. Daha yüksek doza gerek yok.
Ayrıca ailede Mİ veya felç gibi sebeple genç yaş ölüm hikâyesi varsa ve kolesterol yüksekse, diabetikse, sigara varsa tavsiye edilir.
Son tıp kongrelerinde oluşan yeni görüş; yaşlı anne-babası olan ailelerde sağlıklı bir kişide aspirin gereksiz, hatta kanama riski açısından lüzumsuzdur.”
***
Son olarak meşhur Mecelle hukukumuzdan bir kaideyle sözlerimizi noktalayabiliriz:
“Der'ü'l-mefâsidi evlâ min celbi'l-mesâlih”, yani, "Def-i mefâsid celb-i menafi'den evlâdır".
Günümüz Türkçesiyle şu demek: Fesat çıkaran ve zarara yol açan bir şeyi gidermek, hayırlı veya yararlı olanı temin etmekten daha önemli ve önceliklidir. Çünkü ‘zarar verici’ giderilmeden ‘yarar vericiyi’ getirmek hem mümkün değil, hem de boşuna bir gayrettir.
Mâlum, aspirinin faydası müsellem. Bunu kimsenin inkâr etmesi kabil değil. Fakat kullanma hususunda öncelikle zarar verip vermediğini, mütehassıs hekimin ikaz ve tavsiyesini bilmek, ona göre kullanmak lazım.
s.aleyküm muhterem hocam. belirlenen hız sınırlarını aştıktan sonra kaza yapıp ölürsek intihar nedeni sayılır mı? selam ve dua ıle. Tunahan Yelken - Site
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
“Trafik kuralları” usûl-i fıkıh tabiriyle sanki mürekkep icma‘ gibidir. Yani uzmanların bu hususta, en azından o günün ahvâl ve şartlarında, aksi bir görüşün-tedbirin olamayacağında icma‘ / ittifak etmeleridir. Bu ise fıkıhta / hukukta genel kabul gören görüşe nazaran bağlayıcı bir delildir. Lakin bu durum, elbette daha sonra ortaya çıkabilecek ahvâl ve şartlar karşısında kuralları değiştirmeme anlamına gelmez, değişebilir, değiştirilebilir. Ve nitekim öyle de oluyor. Hatta kurallardaki ittifak örften kaynaklanmış ise ve bu örf de değişmiş ise, uzmanların ittifak ettikleri kuralların aksine görüş de ortaya çıkabilir. Her neyse, bunlar ayrı bir bahis tabii…
Kısacası trafik kuralları bir bakıma da ‘Evrensel ölçüler’dir. Doğruluğunda bütün insanlık ittifak etmiştir âdeta. Bu itibarla trafikte konulan mecburi kurallar, ciddi araştırmalar ve yaşanan tecrübeler sonucunda ortaya çıkmakta ve kanunlaşmaktadır.
İslâm hukukuna göre de bunlar, geçerli tesbitlerdir. Çünkü dinimiz de, bu gibi hayatî mevzularda tecrübenin, bilimin, istişârenin neticelerine uyulmasını âmirdir.
Bu sebeple, kuralları çiğneyerek mesela hız limitini aşarak ölen sürücülerin durumu kritiktir. Hız sınırı belli olan yerlerde bu sınırı bilerek aşan sürücülerin ölümü, âlimlerce sanki intihara isteyerek gidenlerin ölümü gibi görülmekte ve hem kendi ölümlerinden hem de sebep oldukları başka ölümlerden sorumlu olacaklarına işaret edilmektedir. Nitekim son senelerde toplanan bir Fıkıh Meclisi'nde, trafikte tesbit edilen hız sınırlarını aşarak kaza yapanların ölümlerinde şehitlik gibi mânevi mükâfatın söz konusu olamayacağına işaret edilmiş… Ölümlerine sebep oldukları başka kimselerin de sorumlusu olacaklarına dikkat çekilmiştir.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, “…Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın!” [Bakara suresi, 195] ikazları da yapılmaktadır.
Demek ki, trafik kurallarını çiğneyerek araba kullanmakta ısrar eden kimse, kendi eliyle kendi hayatını tehlikeye atmakla kalmayıp, yanındaki yolcuların ve trafikteki diğer insanların da hayatlarını tehlikeye atmakta, onların da katili durumuna girmesi söz konusu olmaktadır.
Anlaşılan odur ki; vasıta kullananlar, sizler-bizler-hepimiz mürekkep icma‘ durumunda-hükmünde olan trafik kurallarına mutlaka uymalıyız. Böylece hem dünyamızı hem ahiretimizi kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmekten kaçınmalıyız. Bu önemli ikazı da direksiyon başına geçtiğimizde hep hatırda tutmalıyız! Aksi halde müntehir durumuna düşebiliriz.
***
Meselenin bir başka açıdan değerlendirmesine gelince…
Trafik kazalarında ölenler şehit sayılır mı?
Malum olduğu üzere Allah yolunda dinini, vatanını, milletini, ırzını-namusunu korumak için yapılan savaşlarda ölenler şehit olurlar. Bunlara 'hakiki şehit’ denir. Bunda şüphe ve tereddüt yoktur. Yeter ki kişi imanla gitmiş olsun. Ancak bir de deniz, kara, hava kazaları, yangınlar, zelzeleler, salgın hastalıklar… gibi insanın elinde olmayan sebeplerle vâki olan ölümler vardır. Bu tür kaza-belâ-felaket ve hastalıklar sebebiyle ölenlere de 'hükmen şehit' denir. Bu hükmî şehitler de hadis-i şeriflerde sayılmıştır. Çünkü bu ölümler de, insanın kendi ihmâli olmadan meydana gelen irade dışı kaza ölümleridir.
Ancak, trafik kazalarında ölenlerin bu 'hükmî şehit'lerden sayılıp sayılmayacağı, kazada kendi kusuru, ihmâli olup olmamasına bağlıdır. Mesela yukarıda da belirttiğimiz gibi, hız sınırı belirtilmiş yerlerde, o sınırı bilerek aşan sürücülerin ölümü, âdeta bilerek-isteyerek-amden intihara gidenlerin ölümü gibidir. O bakımdan böylelerinin şehitliğinden söz edemeyiz. Aksine onlar hakkında, intihar gibi ağır bir vebâl bahis mevzuudur!