Selamun Aleyküm Hocam bir sorum olacak Cennet hayatı ile ilgili şimdi Cennet hayatında her istediğimiz olacak ya şimdi benim bir Gezegenim olsun istiyorum ve o Gezegende insanlar olsun zaman yine 24 saat olsun Açlık ve Susuzluk olmasın Ölümde olmasın insanlar hiç yaşlanmasın ama sonra bunları Değiştirebilicem ordaki özellikleri değiştirebilicem falan yani ama tabikide Cennet Hayatınıda eksik etmicem yani bir isteğim olucak peki sizce Yüce Allah (C.C) bunu kabul eder mi Yeni bir gezegen istesem Kabul edip yapar mı madem Cennette her istediğim olucak buda olur diye düşünüyorum Şimdiden Teşekkür Ederim
Soru: Kral88 tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Hayallerinle ilgili âcizane mülâhazam ve tavsiyem;
Öncelikle yapman gereken, aklını başına toplayıp, bu gibi hayâllerle meşgul olmak yerine, Cennet’e girebilme, Cenab-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmenin yollarını araştırmak ve bu uğurda gayret sarf etmek olmalıdır.
Hâlik-ı zû’l-Celâl olan Rabbimizin rahmet ve re’fetinden ümidini kesme, zira hudutsuzdur-sınırsızdır. Dilediğine dilediği gibi verir. Sen O’na kul olamaya-olabilmeye bak. Azabından da sakın emin olma; çünkü çok elîmdir, pek çetindir, acıdır, acıklıdır!
…Ve şunu bil; O, her şeye kadirdir. Hülyalara dalmana gerek yok. Bir şeyin yaratılması, sadece O’nun ‘ol’ demesine bağlıdır, unutma! Yeter ki sen O’nun rızâsını tahsil edebilmeye bak!
Rızâ-i ilahinin ise nerede, nasıl, hangi amelde olduğu da gizlidir, bunu da unutma! Her daim iman, ihlâs, istikamet, itaat, salih ameller, tesbih-tahmid-tehlil, zikr u fikr üzere olmaya, hayr u hasenatta bulunmaya, Allah yolunda koşturmaya, hizmet etmeye azami gayreti göster. Ta ki ölüm sana gelinceye kadar…
O düşündüklerin, senin işin değil. Senin işin ve yapman gereken, bizim biraz önce anlatmaya çalıştıklarımızdır.
Dikkat edelim; şeytan ve nefs-i emmâre, sanki Cennet'i garantilemişiz ve böyle bir şey mümkünmüş gibi bu düşüncelerle bizi oyalamaya çalışır. Yanılıp aldanmayalım, kanıp tuzağa düşmeyelim. Bilakis Mevlâmızın verdiği nimetlere mukabil, ne kadar şükredebiliyoruz! Kulluğumuz ne durumda! Biz bunları düşünelim.
Her şey bitti, kapağı Cennet’e attın da tek gezegen sıkıntın mı kaldı, demezler mi insana! Oysa hakiki mü’minler, kâmil iman sahipleri kulluklarını ne Cennet sevgisi-sevdası ve oradaki nimetleri için, ne de Cehennem azabı korkusundan dolayı yaparlar. Râbiatü’l-Adeviyye’nin (k.sırruha) bu husustaki sözlerini hatırla… Onların tek hedefi vardır; Allahu Teâla’nın rızası… Zira Allah’tan küçücük bir rıza, o düşündüklerinden kaaat be-kat üstündür, yücedir. Her ne kadar bugün anlayıp idrâk edemesek de, ahirette bunun böyle olduğunu göreceğiz hiç şüphesiz. Buyuruyor ki Mevlâmız:
“Rableri onlara rahmetini, rızâsını (hoşnutluğunu), onlara içlerinde tükenmez ve ebedî bir naîm (ni'met) bulunan Cennetleri müjdeler.” [Tevbe suresi, 21]
Bundan büyük müjde olur mu?
Ama bu müjdeye muhatap olanlar kimler, hangi vasıflara / hasletlere sahip olan mü’minler? İşte orası mühim… Onu da şöyle açıklıyor yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim:
“Mü'min erkekler de, mü'min kadınlar da birbirinin velîleri (dostları ve yardımcıları)dır. Bunlar (insanlara) iyiliği emrederler, (onları) kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte bunları Allah, yarın rahmeti ile bağışlayacaktır. Çünkü Allah azîzdir (va'd ve vaîdini yerine getirmekten hiç bir şey Onu acze düşüremez), hakîmdir (her şey'i yerli yerinde, hikmetle yapandır).” [Tevbe suresi, 71]
Madem ebedî ve sermedî saadet ve selameti istiyoruz, aklımıza gelen her nimete sahip olmayı arzuluyoruz, o halde bu ayet-i celilede beyan edilen mü’minlerin vasıflarına da sahip olmalıyız. Yoksa düşüncelerimiz, isteklerimiz ham hayâl olmaktan öte geçmez.
***
Ayrıca aşağıda yer alan ayet-i kerime ve hadis-i şerif meallerinde de beyan edildiği üzere Cennet’te insana acı, elem ve hüzün verecek hiçbir husus olmayacaktır. İnsanın fıtratında bulunan menfî hissiyat sökülüp atılacaktır. Hal böyle olunca, Cennet’te elem, keder, kin, haset… gibi duygular da bulunmayacaktır.
“…size orada canınızın çektiği vardır ve size orada ne isteseniz vardır.”[Fussılet suresi, 31]
“Onlar nefislerinin arzuladığı (sayısız nimet) içinde ebedî kalıcıdırlar.” [Enbiya suresi, 102]
“Derler ki: Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir.”[Fatır suresi, 34]
“Eğer nasip olur da Cennet’e girer ve 'Kızıl yakuttan bir beygire bineyim' dersen, binersin. 'Uçayım!..' dersen uçarsın.” [Gümüşhanevî, Râmûzu’l-Ehadis, 1, 149/5]
“Allahu Teâla Hazretleri buyurdu ki: Ben Azıymuşşân, sâlih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayâl ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.” [Bkz. Buhari, Müslim, Tirmizi]
“Onlar şöyle diyecekler: Biz ebedîleriz, asla helâk olmayız, biz mes’ûd / mutlu kişileriz, asla kederlenmeyiz...” [Tirmizî, bkz. Büyük Hadis Külliyatı, 5, 409/10099]
“Orada hiçbir dert ve tehlike yoktur...” [Gümüşhanevî, a.g.e., 1, 170/1]
Ayrıca bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1146-cennette-her-istedigimiz-olucak-mi.html
Selamun Aleykum Hocam, Ebu Lehep'in azgın bir müşrik olduğunu ve adına sure indiğini biliyoruz. Ebu Leheb'i Ebu Lehep yapan ise kibri yüzünden islama girmemis olmasidir. Peki, akıllara şöyle bir soru geliyor; Ebu Lehep ya farkli bir zamanda ve mekanda dogmus olsaydi?(Bu Allahin takdiridir, bir sey diyemeyiz dersek, kader bağlaminda Ebu Lehep sucsuz olur. Çünkü onun oyle bir insan olmasina neden olan CEVRESİYDİ, ki psikolojide insan kisiligini sekillendiren faktorler arasinda en onemli olani cevredir. J. Watson der ki: Bana bir duzine cocuk verin onlari doktor, ogretmen, muhendis hatta hirsiz yapayim... Eger dersek ki O her durumda inkâr ederdi. O halde inkâr etme fitrati ona kabzolunmustur, yine kendisini sucluyamayiz) Suclu kim Hocam??
Soru: Hakkı tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Müslümanın aklına öyle saçma bir soru gelmez. Gelse gelse fırak-ı dâllenin, ehl-i bid’anın aklına gelir. Çünkü akaid ve kelâm ilminde şöyle meşhur ve mâruf bir kaide vardır:
“İlim mâluma tâbidir.”
Yani mâlum ilme tâbi değildir. Herkesin işi kendi ef’âl-i ihtiyarisine / hür olan irade-i cüz’iyesine bağlıdır. Binaenaleyh Allahu Teâla, olacağı da olmuş gibi bildiğinden, insanların ihtiyarî fiilleriyle alâkalı takdirlerini âdetullah plânında onların temâyül ve tercihlerine bağlamıştır. Bir başka ifadeyle; ilim vukûâta / olaylara tâbidir, yoksa vukûât ilme tâbi değildir.
Kader’i ve özellikle yukarda zikri geçen kaideyi daha iyi kavrayabilmek için, bu mevzuda kaleme alınmış bir makaleden nakillerle meseleyi biraz açalım.
“İlim, bir şeyin zihindeki şeklidir. Mâlum ise, o şeyin hariçteki gerçek halidir.
Mesela, bir elmayı ele alalım. Elmanın zihnimdeki şekli ilimdir, mâlum ise elmanın kendi şeklidir. Acaba, ben elmayı bu şekilde bildiğim için mi elma böyle; yoksa elma böyle olduğu için mi ben onu öyle biliyorum? Yani benim ilmim, mâlum olan elmanın şekline mi bağlı? Yoksa mâlum olan elma, ilim olan benim bilgime mi bağlı?
Biraz daha açarsak; eğer ben elmayı karpuz gibi bilseydim, elma karpuza dönüşür müydü? Elbetteki hayır. Çünkü mâlum olan elmanın şekli, ilmime bağlı değildir. Ben onu bu şekilde bildiğim için o bu şekle bürünmemiştir. Bilakis elma bu surette olduğu için ben onu böyle bilmekteyim. O halde ilim, yani elmanın zihnimdeki şekli, mâluma, yani elmanın gerçek haline tâbidir.
Bir başka misalle devam edelim...
Yüksek bir tepede oturduğunuzu farzediyoruz. Tepenin altında da kavisli bir tren yolu olsun. Siz tepenin tam üstünde olduğunuzdan, tren yolunun hem sağını, hem solunu, tamamını görebiliyorsunuz. Ve bir baktınız ki, aynı rayda karşılıklı ilerleyen iki tren var. Onların iki dakika sonra çarpışacaklarını gördüğünüzden, elinizdeki deftere “Bu iki tren iki dakika sonra çarpışacak.” diye yazdınız. Ve trenler iki dakika sonra çarpıştı.
Şimdi kazadan kurtulan makinistlere deseniz ki: “İşte bu benim defterim, ben sizin çarpışacağınızı, daha siz çarpışmadan önce bu deftere yazmıştım.”
Acaba makinistlerin size şöyle deme hakları var mıdır? “Biz senin yüzünden kaza yaptık. Eğer sen bizim kaza yapacağımızı yazmasaydın, biz çarpışmazdık, sen yazdığın için çarpıştık. Sen bu kazanın sebebisin.” Elbette diyemezler. Çünkü sizin yazınız yani ilim, onların çarpışacağına yani maluma tabidir.
Başka bir ifadeyle; siz, onların çarpışacağını ilminizle bildiğinizden dolayı bu yazıyı yazdınız, yoksa onlar, siz yazdığınız için çarpışmadılar. Siz yüksek bir yerde olduğunuz için, onların göremediklerini; aynı raydan ilerlediklerini gördünüz.
Hem sizin yazınız sadece bir tesbittir; zorlama ve kaza sebebi değildir. Eğer kaza, sizin yazınız yüzünden olsaydı, o halde şunun da olması gerekirdi: Siz, çarpışacak bu iki tren hakkında“çarpışmayacaklar” diye yazardınız, onlar da aynı raydan karşılıklı ilerlemelerine rağmen çarpışmazlardı. Eğer ilim maluma tabi olacağı yerde, malum ilme tabi olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde kazalar olmazdı. Bir adam defterine, “bugün hiç kaza olmayacak” diye yazardı ve kazaları önlerdi. Hâlbuki bu asla olmaz.
Şimdi bu misali şöyle özetleyelim:
Siz kaza yapacaklarını yazdığınız için onlar kaza yapmadı, bilakis onlar kaza yapacakları için siz yazdınız. Yani ilminiz ve yazınız, mâluma, “onların yapacakları kazaya tâbidir.”
Sizin yazınızdan dolayı onlar mes’uliyetten kurtulamaz. Zira onlar, yaptıklarıyla bu yazının yazılmasına sebep olmuşlardır..." [http://www.kadereiman.com/ilim-maluma-tabidir] Yoksa siz yazdığınız için kaza yapmış değillerdir.
***
Bu ve benzeri saçmalıklar, İslâm’ın ilk yıllarından beri devam ettiği gibi bugün de sürmekte, zaman zaman temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp toplum önüne konulmaktadır. O bakımdan bu meseleler kader mevzuu ile birlikte sitemizde daha önce de pek çok kereler ele alınmış ve cevaplanmıştır. Ama hatırınız kalmasın diye, vaktimiz nisbetinde gene bir nebze de olsa ele almaya çalıştık.
Bununla beraber sizden ve okurlardan ricamız; mevzu hakkında geniş ve etraflı bilgi için, aşağıdaki linklere de mutlaka bakmanız ve dikkatlice okumanızdır.
http://www.halisece.com/islami-makaleler/318-imanin-altinci-sarti-kadere-inanmak.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1173-imam-i-mubin-ve-kitab-i-mubin.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1267-iman-kufur-ve-munafiklik.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2057-rahmet-hidayet-dalalet.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2338-ecel-ve-kader.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2688-kaza-kader-intihar-etmek.html
***
İnsanoğlu ve imtihan
Evet, çevre faktörü de, diğer tüm unsurlar da hepsi insanoğlunu imtihan içindir. Zira bu dünya bir imtihan salonudur. Her gelen mutlaka buna tâbidir, bundan kurtuluş / kaçamak yoktur. Bu hususta gelen ayet-i kerime gayet açıktır:
“O (Allah) ki, sizi imtihana çekip hanginizin daha güzel amel (ve daha doğru hareket) edeceğini bildirmek için ölümü de, hayatı de takdîr edip yarattı. O, mutlak galiptir, çokça mağfiret edendir.” [Mülk suresi, 2]
Bütün mesele bu imtihanı kazanma veya kaybetmeye bağlıdır. Tabii ki her şey gibi bu da Allah’ın takdiri cümlesindendir. Onun takdirinin dışında zaten hiçbir şey yoktur, olamaz!
…Ve bu durumda Ebu Leheb ve şürekâsı niye suçsuz olsun ki?! Çünkü söz konusu imtihanı kaybetmişlerdir! Bu da kelâm-ı ilahi ile sabittir.
Elbette suçludur, çünkü kendisine-kendilerine hür / özgür bir irade verilmiştir. Fakat o, verilen bu iradeyi küfür yönünde kullanmıştır. Böyle olacağını, özgür iradesini dalâlet yönünde kullanacağını ise Mevlâmız tabii ki biliyordu. Bilmeyen zaten ilah olamaz! Allahu Teâla’nın bunu bilmesi ise, Ebu Leheb’i o yönde hareket etmeye zorlayan, icbar eden bir hüküm değildir. En başta da hatırlattığımız gibi, bilmek bilinene uygun olarak tezahür eder. Başka türlüsü zaten ceza ve mükâfat yönüyle âdil olmaz.
Binaenaleyh sizin, “Buna da bir sey diyemeyiz dersek, kader bağlaminda Ebu Lehep sucsuz olur. Çünkü onun oyle bir insan olmasina neden olan CEVRESİYDİ, ki psikolojide insan kisiligini sekillendiren faktorler arasinda en onemli olani cevredir” iddianız ve peşinden serdettiğiniz “J. Watson der ki: Bana bir duzine cocuk verin onlari doktor, ogretmen, muhendis hatta hirsiz yapayim...” deliliniz de, eskilerin, “Delîli iddiâsından bozuk”, “Özrü kabahatinden büyük” tabirlerinin tam mâsadakıdır. Bu sebeple bâtıldır, bozuktur, saçmadır, tutarsızdır, geçersizdir. Hiçbir aklî-mantıkî ve ilmî değeri yoktur. Çünkü dile getirdikleriniz, kader mevzuu ile alakalı değildir.
Evet, çevre de diğer faktörler gibi insanın şahsiyetini oluşturan-geliştiren unsurlardan biridir. Ama sadece biri… Başka faktörler de var elbette. Ayrıca o çevreyi seçmek, onların iyi ve kötü yönlerini tercih etmek de kişinin kendi elindedir, kendi iradesine bağlıdır. J. Watson’ın söyledikleri eğitim ve öğretimle ilgilidir, bu meseleyle, kader mevzuu ile uzaktan-yakından alakası yoktur. Kısacası kesbî haller, hasletler ve huylarla alakalıdır. Zaten tâlim ve terbiye de onun için vardır, önemi de bu yüzdendir. Yabanî meyvelerin ıslâhı, aşılanması, bakımı, gelişip yetiştirilmesi gibi… Sen aşılarsın da, aşı tutar veya tutmayabilir. O da ayrı bir mesele... Çalışıp çabalamak, gayret etmek senden, başırıyı, sonucu vermek ya da vermemek ise Mevlâ’dandır. O senin işin değil.
Biraz önce de belirttiğimiz gibi, çevrenin dışında da insanın kişiliğine tesir eden çok önemli faktörler / unsurlar mevcuttur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Cennet ehliyle Cehennem halkının muhaverelerinde / diyaloglarında bunu açıkça görüyoruz. Şöyle ki:
“Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir (rehin edilmiş, teminat olarak tutulmuş, mevkuf ve mahpus kılınmıştır. Yani hesap günü her insan yapmış olduğu bütün kötü fiiller için rehin olarak tutulacaktır.)
Ancak amel defterleri sağından verilenler hâriç (onlar rehin kalmayacaklar. Zira) onlar Cennetler’dedirler, günahkârların durumundan sorup dururlar...
- "Nedir sizi Seqar'a sokan?" diye.
Mücrimler / günahkârlar derler ki:
- "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula da yedirmezdik. Boş şeylere dalanlarla da dalar giderdik. [Çevreye, kötü arkadaşlara uyardık!] Ceza gününü (ahireti, hesabı-kitabı, mîzânı) de yalanlardık. Nihayet bize ölüm gelip çattı."
Artık onlara şefaatçilerin şefaatı da fayda vermez.
Şimdi o Kur'ân'dan yüz çevirirlerken ne mâzeretleri var?
Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri… Arslandan kaçmaktalar!” [Müddessir suresi, 38-51]
Evet, işte böyle…
İnsanoğlunda şahsiyetin tekvvünü-teşekkülü sadece çevreye de bağlı değil.
***
“Suçlu kim?”
“Eger dersek ki O her durumda inkâr ederdi. O halde inkâr etme fitrati ona kabzolunmustur, yine kendisini sucluyamayiz) Suclu kim Hocam??” cümlenize gelince…
Bu yanlış ve tutarsız ifadeleri de, eğitim tabiriyle ‘geriye ket vurma’ olarak değerlendirebiliriz. Çünkü bu durumda dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmiş oluyoruz. Cevabı ise yine yukarıda zikrettiğimiz o kaidenin şumûlünde mevcut.
Bir defa fıtratta / aslî yaratılışta bir problem yok. Her doğan çocuk gibi Ebu Leheb de bidayette İslâm’ı kabule uygun bir hilkatta yaratılmış. Yani senin ifadenle söylemek gerekirse, “inkâr etme fitrati ona kabzolunmamış”tır. Fakat Cenab-ı Hak hiçbir mahlûku / yaratığı hidayet veya dalâlete (iman ve inkâra) mecbur etmediği gibi, onu da kendi hür iradesine bırakmış. O da iradesini küfür ve dalâlet yönünde kullanmış. Elbette suçlu kendisi, yani EBU LEHEB! Zira buyuruyor ki Mevlâmız:
“Eğer küfr ederseniz, şübhesiz, Allah sizden müstağnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne râzî olmaz. Eğer şükr ederseniz sizin fâideniz için bundan hoşnut olur. Hiçbir günahkâr diğerinin günâhını çekmez. Nihayet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyle bilendir.” [Zümer suresi, 7]
Yine tekrar edelim, Allah (c.c.) tabii ki onun böyle yapacağını biliyordu… Bilmemesi gibi abes bir durum ise zaten düşünülemez! Ve hiçbir zorlama olmaksızın iradesini / arzusunu küfür tarafında kullandığı için muhakkak ki suçlu odur, cezalandırılması da İlahî adaletin iktizasıdır. Zira iradesini iman ve salih amel cihetinde kullanmış olsaydı, o zaman da ceza değil mükâfat görecekti. Bu da Cenab-ı Hakk’ın adalet ve rahmetinin icabıdır, neticesidir.
***
“Doğmamış çocuğa don biçilmez”
Türkçemizde “Doğmamış çocuğa don biçilmez” diye bir söz vardır. Bunun gibi ihtimâller, hele hele farz-ı muhâller üzerine hüküm yürütülmez. Onun öyle olacağını, iradesini o yönde kullanacağını hiç şüphe yok ki biliyordu Mevlâmız.
Hâsılı; bu iddialar tam bir “Kaderiye” saçmalığıdır! Kaderiyeciler de diğer dâl ve mudıll fırkalar gibi sapkındırlar. Şerlerinden sakınmak, uzak durmak gerekir. Yoksa uhrevî yıkıma sebep olurlar!
Ehl-i Sünnet akaidiyle alakalı eserlerde bu meseleler, arîz ve amîq bir tarzda (enine-boyuna, her yönüyle) ele alınmış, en hurda teferruatına varıncaya kadar çürütülmüştür. Bize bunları soru diye yazıncaya kadar, site içindeki makale ve cevaplara bakabilir ya da kaynaklara müracaatla pekâlâ bilgi sahibi olabilirdin. Vakit geçmiş değil, bunu gene yapabilirsin.
Ancak bu gibi kelâmî mevzulara, hele ki kader sahasına fazla dalmamanı tavsiye ederim. Zira bu kader meselesi, Hz. Ali Efendimizin (r.a.) ifade ve ikazlarıyla, uçsuz bucaksız bir derya gibidir, dalan boğulur!
Sahib-i özür (özürlü) bir insan ezan okunurken abdest alabilir mi? yoksa ezanın bitmesini beklemek mi gerekir? Yani ezan okunup bittikten sonra mı abdest almalı veya okunurken de abdest alsa sahih / geçerli olur mu?
Soru: İsmi bizde mahfuz bir okuyucu. Kategori: Soru - Cevap
*******
Özürlü hükmünde olanların ezandan önce, daha doğru bir ifadeyle vakit girmezden evvel abdest almamaları gerekir, alırlarsa abdestleri sahih olmaz / geçersiz olur.
Mâlum olduğu üzere ezan ve ikamet, vakit namazları için sünnet olduğu gibi, kaza namazları için de sünnettir. Çünkü ezan ile ikamet, vakitlerin değil, namazların sünnetidirler.
Ezan, bâhusus namaz vaktinin girdiğini belirler. O bakımdan özür sahiplerinin, vaktinde başlayıp okunan ezanla birlikte abdest almalarında herhangi bir mahzur olmaz. Aksine güzel olur.
Ancak 1982-83’ten itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı, vakit hesaplamalarında dikkate alınması gereken temkin’i kaldırdığı için, ezanların tam vaktinde okunduğu söylenemez. Bu sebeple özür sahibi olan kişilerin, Fazilet Takvimi’ni esas alarak orada gösterilen vakit girmeden abdestlerini almamaları en sıhhatli yoldur. Maamafih takvimin sonundaki fark cetvelinden, bulunduğu yerle merkez arasındaki farkın kaç dakika olduğuna bakıp, ikamet mahallinin gerçek vaktini tesbit ederek abdestini ona göre ayarlayabilir. Mesela;
İstanbul iline bağlı Şile ilçesinde oturduğumuzu farzedelim. Diyanet takvimine göre ezan okunmaya başladı. Bu vakit nedir? Merkezin vaktidir. Oysa Şile’de vakit, merkezden 4 dk. önce girmektedir. Şu halde bulunduğumuz yerde de vakit girmiştir, özür sahibi isek ezanla birlikte abdest almamızın bir mahzuru olmaz. Abdestimiz de, o abdestle eda ettiğimiz ibadetlerimiz de sahihtir.
Dilerseniz meseleyi bir de farklı yönden, şehrin öbür cihetinden ele alalım. Farzedelim ki Silivri’de oturuyoruz. Silivri’de vakit, merkezden 3 dk. sonra giriyor. Burada da gene Diyanet’in takvimi esas alınarak merkezin vakit cetveline göre okunduğu için ezanlar, tam vaktinde değil, 3 dk. önce okunmuş olur. Oysa bir namaz için daha vakti gelmeden ezan okumak caiz değildir. Böyle okunan bir ezanı iade etmek gerekir. Bu işin bir yönü...Bir başka yönü de, o esnada abdest alan özürlü, abdestini vakit girmeden almış olacağından abdesti geçersiz olur. O halde burada oturan özürlü bir Müslüman, abdestini en azından ezandan, bir başka ifadeyle Diyanet takviminde gösterilen vakitten 3 dk. sonra alması lazımdır.
Fakat anlatmaya çalıştığımız bu usûl / yöntem, bazılarına biraz karışık ve karmaşık gelebilir, herkesin kolaylıkla uygulaması zor olabilir. O bakımdan özürlü için bu işin en kolayı, en uygun yolu, Fazilet Takvimi’nde gösterilen sahih ve sağlam vakitlere göre abdestin ayarlanması / alınmasıdır.
Görüldüğü üzere Müslümanların ibadet vakitleriyle oynamak ne büyük ve ne onulmaz vebâllere mâl oluyor! Namaz ve oruçlar tehlikeye girdiği gibi, özürlülerin abdestini dahi sıkıntıya sokuyor. Buna sebebiyet verip önayak olanların ve onca ikaza rağmen bu tehlikeli duruma dur demeyip sürdürenlerin vay haline! diyerek, işin vahametini tekraren bir daha hatırlatmış olalım.
Sadedinde olduğumuz meseleyle ilgisi bakımından -lütfen- aşağıdaki linklere de mutlaka bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/164-ramazanda-takvim-ve-imsakiyeler-neden-farkliydi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3260-imsak-ve-sabah-namazi-vakti.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2547-temkinli-takvim-ve-gunumuz-takvimleri.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1838-hicri-kameri-aybaslarinin-hesaplanmasi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/645-abdulaziz-bayindir-ve-imsak.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/727-ozur-sahibi-ve-abdesti.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3509-sahib-i-ozur-saglikli-kisilere-imam-olabilir-mi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2806-burak0102.html
Selamün aleyküm.
Hocam;
1- Farzı kılanın tekrar toplanan cemaatle imam uyması caiz midir?
2- Erkek bir imam, kadınlara namaz kıldırırken, kadınların imamı görmesi veya arada perde bulunmaması caiz midir?
Soru: zahir tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Kıymetli kardeşim;
1. Farzı kılmış olan kişinin, tekrar cemaatle imama uymasının caiz olup olmadığı vakitler ve namazlar vardır.
Hanefî mezhebine nazaran sabah, ikindi ve akşam namazlarından birini münferiden (tek başına) eda eden bir kimse, sonra bir cemaate tesadüf ederse o cemaate iştirak edemez, onlarla birlikte o namazı tekraren kılamaz; diğer namazlarda, yani öğle ve yatsıda ise nâfile olarak o cemaate iştirak edebilir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar, ikindiden sonra da güneş batıncaya kadar nâfile, kılmayı yasaklamıştır.
Bu hadis-i şerif de Hanefîlerin görüşünü te’yid etmektedir. [Bkz. Buhari, Sahih, Mevâqîtü’s- Salât, 30; Ebu Davud, Sünen, İlim, 13]
Velhâsıl, Hanefîlere göre; evinde ya da herhangi bir yerde tek başına namazını kılan kişi, öğle ve yatsı namazını bilâhere karşılaştığı cemaatle birlikte tekrar kılar, bu nâfile olur, diğerlerini ise kılmaz. [Bkz. Eşref Ali et-Tehanevî, İ‘lâu's-Sünen, Karaçi/Pakistan, 4, 307-308; Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınları, 2, 411-415]
Meselenin detayı ve sebepleri için ayrıca bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/664-namazini-kilmis-olan-kisi-imama-uyarsa.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/747-sunnet-kaza-vs-kilana-uymak.html
***
2. Erkek bir imam, kadınlara namaz kıldırırken, kadınların imamı görmesi veya arada perde bulunmaması caiz midir?
Mâlum olduğu üzere cemaatle namazda ‘imamın görülmesi’ şartı yoktur, sesinin duyulması kâfidir. Ayrıca görülmesinin caiz olmaması gibi bir hüküm de söz konusu değildir. Yani kadınlar imamı görmekle, imam da kadınları görmekle namazları fasit olmaz. Bu sebeple kadınlara imamlık yapan kişi ile cemaat arasınada perde olması da şer’î bir şart olmamakla beraber, perdenin bulunması ihtiyat ve âdâba daha uygundur, vera’ ve takvâya daha yakındır. Binaenaleyh arada perde veya benzeri bir şeyin olması güzel olur, ihmâl etmemelidir.
Selamün aleyküm. hocam meleklerin sevabını yazamayacakları kadar büyük sevabı olan dua ve ibadetlerden söz ediliyor, bunlar nelerdir, bahsedebilir misiniz?
Soru: Atâullah tarafından yazıldı. Kategori: Soru – Cevap
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
Kur’an-ı Kerim’de buyruluyor ki: “Mallarını Allah yolunda infak edenlerin meseli / benzeri / durumu bir tâne meseli gibidir ki, yedi başak bitirmiş her başakta yüz tâne var. Allah dilediğine daha da katlar, Allah vâsi‘dir alîmdir.” [Bakara suresi, 261]
Evet O Vâsi‘, hudutsuz bir kuvvet ve kudret sahibidir; hazinesi sonsuzdur, ihsan ettiği şeyler O’na darlık vermez.
Alîm’dir; her şeyi, haliyle-hakkıyle, hakikat ve özüyle bilir. İnfak edenin niyetini, ihlâslı olup olmadığını, ihlâsının derecesini ve infak kudretini bilir.
“Muhakkak ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer bir hasene olursa onu kat kat artırır, bir de tarafından azîm bir ecir (pek büyük bir mükâfat) verir.” [Nisa suresi, 40] İşte, ayet-i kerimede geçen Mevlâmızın “tarafından-nezdinden-katından” verdiği o pek büyük mükâftın ne olduğunu melekler dahi bilemez ki yazsınlar… Onu ancak O bilir.
Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.) bu ayetleri şu mübarek sözleriyle şöyle tefsir ediyor:
“Allah azze ve celle buyuruyor ki: Kim huzuruma bir iyilik getirirse, ona getirdiğinin on misli mükâfat vardır. Hatta daha da artırırım.....” [Bkz. Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Hadis no: 412]
Ve yine Cenab-ı Mevlâmız buyuruyor ki; “(Ey insanoğlu!) Sana güzellikten her ne ererse, bil ki Allah’tandır; kötülükten de başına her ne gelirse, anla ki nefsindendir / sendendir…” [Nisâ suresi, 79]
Velhâsıl; İlâhî adâletinin iktizası olarak, insanoğlu, iyilik kendisinden olmadığı için, bunlara karşılık hiç sevap alması gerekmezken… İşlediği kötülüğün ise isteyeni ve fâili bizzat kendisi olduğundan, bir kötülüğüne karşılık bir günah alması icap ederken; amel defterinde, Allah’ın fazlı-keremi ve rahmetiyle, iyiliklerinin sevabını en az bire on, bire yetmiş, bire yedi yüz, bire yedi bin, yedi yüz bin… hatta sınırsız olarak buluyor. Kötülüğüne karşılık da kendisine sadece bir günah yazılıyor.
Demek ki, Allah’ın fazlı, rahmeti ve keremi sadece âhirette ve mahşerde değil; dünyada günahların ve sevapların yazılması esnasında dahî adâletinin ve gazabının önüne geçiyor ve kullarının sevap ve hayır defterini daha dolu hale getiriyor. Zira rahmet zâtının, gadap ise sıfâtının tecellisidir.
Keza bu cümleden olarak sabredenlere verilecek sevap da hesapsızdır. Sabredenlere o kadar çok sevap verilir ki, bunun miktarını Allah Teâla’dan başkası bilmez. Bu husus âyet-i kerimede şöyle beyan buyrulmuştur: “…sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.”[Zümer suresi, 10]
Yine meleklerin bilemedikleri-yazamadıkları râbıta-i şerife ve zikr-i kalbînin, hakiki ihlâs sahiplerinin amellerinin mükâfatı da bizzat Rabbimiz (c.c.) tarafından takdir buyrulacaktır.
Sadedinde olduğumuz husus, hadis-i kudsî ve hadsi-i şeriflerde de şöyle beyan buyruluyor:
“Âdemoğlunun her amelinin karşılığı kat-kat verilir. Bir iyilik on katından yedi yüz katına kadar mükâfatlandırılır.’ Allah Tealâ buyuruyor ki: ‘Ancak oruç müstesna; zira oruç, doğrudan doğruya bana edilen (kendisine riyâ karışmayan) bir ibadettir. Onun mükâfatını ben veririm. Oruçlu yemesini-içmesini ve cinsî arzularını benim için bırakmıştır…” [Hadis-i kudsî, Buhari, Sahih, 4,103-110, Hadis no: 1894; Fazlu Savm, H. no: 1904; el-Libâs, H. no: 5927;Tevhid, H. no: 7942; Müslim, Sahih, Hadis no: 1151]
“Her kim ki salih bir ameli / iyi bir işi işlemeye niyet eder de onu yapmazsa, ona tam bir iyilik olarak yazılır. Niyet eder ve yaparsa, on mislinden yediyüz misline kadar, hatta daha fazla bile yazılır. Kötü bir işe niyet edip, de, yapmayana tam bir hasene (iyilik) sevabı, niyet edip yapana ise bir günah olarak yazılır.” [Müslim, Sahih, İman, Hadis no: 207; Buhari, Sahih, Rikâk, Bâb: 31]
“Allah (c.c.) iyiliklerin ve kötülüklerin yazılmasını (meleklere) emretti. Sonra şöyle buyurdu: ‘Kim iyiylik yapmaya niyet eder, fakat yapamazsa; Allah (c.c.) onu kendi katında tam bir iyiylik olarak olarak yazar. Eğer o iyiliği yapmayı diler ve yaparsa, Allah onun defterine 10 kattan 700 kata kadar veya kendi takdir ettiği kadar sevap yazar. Şayet bir kötülük yapmaya niyet eder ve sonra vazgeçerse, Allah onun amel defterine o kötülüğü yapmadığı için 1 sevap yazar. Eğer o kötülüğü hem niyet edip hem yaparsa, amel defterine sadece 1 günah olarak yazar.” [Buhari-Müslim, Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihin, Hadis no: 11]
Yani Rabbiniz celle şânuhu, rahîmdir; bir iyilik yapmak isteyip de yapamayana, bir sevap veriyor. Yapana on mislinden 700 misline kadar veya daha fazla mükâfatta bulunuyor. Kötülüğü isteyip de yapmayana bir sevap, yapana ise sadece bir günah yazılıyor. Hatta Allah Teâlâ onu affederse hiç günah yazılmaz.
Meleklerin sevabını yazamadığı ameller olduğu gibi, dualar da vardır. Bunlardan biri şöyledir:
يَا رَبُّ، لَكَ الْحَمْدُ كَمَا يَنْبَغِى لِجَلَالِ وَجْهِكَ ولِعَظِيمِ سُلْطَانِكَ
Okunuşu: “Yâ Rabbi, leke’l-hamdü kemâ yenbağî li-celâli vechike ve li-azıymi sultânike”
Meali: “Ey Rabbim! Senin zâtının celâline ve senin saltanatının / hâkimiyetinin azametine lâyık şekilde sana hamd olsun.”
İbn Mâce, Beyhakî ve Taberânî’nin (rahımehumullah) Abdullah b. Ömer’den (r.anhuma) yaptıkları rivayette, Rasûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın kullarından bir kul; ‘Yâ Rabbi, leke’l-hamdü kemâ yenbeğî li-celâli vechike ve li-azıymi sultânike’ duasını okudu. İki melek bunun sevabını yazmakta zorlandılar; nasıl yazacaklarını bilemediler. Bu sebeple, göğe çıktılar ve dediler ki:
- ‘Ey Rabbimiz! Senin kulun öyle bir şey söyledi ki, onu nasıl yazacağımızı (onun ecrinin miktarını) bilemiyoruz’
Allahu Teâla, kulunun ne dediğini bildiği halde;
- ‘Kulum ne dedi?’ diye sordu.
Melekler:
- ‘Yâ Rabbi! O şöyle dedi:
‘Yâ Rabbi, leke’l- hamdü kemâ yenbeğî li-celâli vechike ve li-azıymi sultânike.’
Bunun üzerine Allahu Teâla,
- ‘Kulum ne söylediyse, siz onu olduğu gibi yazın; zaten kulum sonunda bana
gelecek ve ben onun mükâfatını vereceğim” buyurdu. [Bkz. Alâuddîn Ali el-Müttaqî b. Husâmuddîn el-Hindi el-Burhanfûrî, Kenzü’l-Ummâl, Hadis no: 5127]
Bu mevzuda daha geniş bilgi için ayrıca bkz.