- Ayrıntılar
-
Kategori: Edebiyat
-
Gösterim: 5658
"İmam-ı Rabbani evladı"na ithaf
Susuyordu, mütevekkildi; mütebessimdi, mutluydu o
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ahu bakışların, içi kan ağlayan yüreklerin, yarın ne olacak endişesiyle telaşlı insanların ürkek nazarları arasında açtı gözlerini… Ama o, şairin dediği gibi “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir / Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir." diyerek... "Gün doğmadan neler doğar". "Geceler hamiledir.” "Sabah ola hayrola!" tabirlerini mırıldanarak yoluna devam etti. Onlardan güç aldı. Karanlıklardan korkmadı. Allah’ın, Rasûlüllah’ın, Kitabullah’ın ve feyz-i ilahinin tevzi/dağıtım memurluğundan hiç istifa etmedi. Bu âlemi Allah yolunda mücahit, O’nun Cemâline âşık olarak hem mecazen hem hakikaten terk edip gitti.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Susuyordu o. Kendi içine, kendi işine bakıyor; üzerine düşen hizmeti yapıyor, görev bildiği alanda bıkmadan-usanmadan koşturuyordu. Yapılan isnat-iftira, kışkırtma ve kumpaslara kulak asmadan, yoluna devam ediyordu.
Susuyordu o. Kucak dolusu köz misali yangınları yüreğinde taşıyarak susuyordu hem de…
İnsanların-kalabalıkların yüzlerine-gözlerine bakamayarak, ona çarpanlara, omuz vuranlara aldırmayarak, öfkelenmek yerine tebessüm ede-ede ilerliyordu yığınların arasında... Çünkü onun umdesi/ilkesi uzlet değil, "Zâhirde halk, bâtında Hak ile olmak"tı.
İçinde taşıdığı acıyı, çektiği sancıyı ifşa edememenin sıkıntısını yaşıyordu… İfşa etse de toplumun kaçta kaçı anlayabilirdi ki onun ıztırabını… Hem ne faydası olacaktı ki… Öyleyse bu sancı ifşa edilmemeliydi elbet. Yalnızca gereği yapılmalıydı. Zira aşk ve sevda, kelimelere-kavramlara sığdırılamazdı, anlatılamazdı tam olarak. Ne kadar anlatılsa eksik bir yerleri mutlaka kalırdı. O halde en güzeli, sükût edilmeliydi…
***
Kaybolan, izleri-eserleri yitik yangın yerlerini, aşk od’unda kavrulmuş yürekleri, ilahi feyizle tutuşmuş gönülleri, zikirle-tefekkürle aydınlanmış kalpleri, o kalplerin sahiplerini arıyordu dağ taş demeden. Onlarla aynı yolda yürüyebilmek, aynı mefkûreyi/ideali paylaşabilmek için. Bir elinde harita-pusula, öbür elinde ilahi aşk ve sevda ile yanıp tutuşan yüreği…
Yedi kat sema, Kürsi ve Arş-ı A’lâ sanki topyekün üstüne-üstüne geliyordu onun. O ise bunları hiç umursamadan, aldırmadan devam ediyordu yoluna… Durmak yoktu onun lûgatinde… Belki var olan, sadece değişik meşgalelerle dinlenmekti. "O halde boş kaldın mı, yine kalk (başka bir iş-hizmet ve ibadetle) yorul." (el-İnşirah, 7) buyurmuyor muydu Mevla-yi zû'l-Celâl ve'l-Kemâl?
***
Çilelerin birinden çıkıp öbürünün yolunu tutuyordu, "Allah yolunda" O'nun rızası uğruna hizmet için...
"Derviş" olamasa da "derviş sabrı" gerektiren havayı teneffüs etmişti yıllar yılı onların arasında…
Ona zor gelmiyordu bunların hiç biri…
Raûf ve Rahîm olanın-olanların (Allah ve Rasûlü ile O’nun vârsilerinin) şefkat ve merhamet toprağında Gül ve Zambak kokusuyla iman-irfan tohumları yeşermeliydi Ümmet-i Muhammed ve evladının sînesinde… Vuslat secdelerinde dua ve niyazlar olmalıydı, dillerden-gönüllerden dökülen…
Geceleri evinin mutena köşesinde, Allah’tan başka kimsenin muttali olmadığı anlarda, göğsüne-letaifine çekip doldurduğu nur-i ilahinin, feyz-i Muhammedi’nin tesiriyle, gözlerinin taşıyamayıp pınarlarından süzdüğü katreler-damlalar, düştüğü yerde çiğ tanesi, şebnem damlaları gibi sedef-sedef açılıyordu... İnci-mercan toplar gibi gözyaşlarını topluyordu vazifeli melekler... Ecir/sevap/karşılık olarak ne yazacaklarını bilemiyor, Rablerine soruyorlardı. Rabbü’l-âlemîn de, siz onu bana bırakın buyuruyordu. O ise, âdeta mil çekilen hasretlerine-özlemlerine, bağrına basarcasına kara taşlar basıyordu. Aşkından yuvarlanan taşlarsa O’nu arıyordu durmadan...
***
Hz. Musa’nın Şuayb aleyhisselamın koyunlarını suladığı, Hz. Yusuf’un kardeşleri tarafından içine atıldığı kuyuların başına geldi sırasıyla… Sonra Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) “Şakka’l-kameru bi-işâretihî” (işaretiyle ay ikiye ayrıldı) mucizesinin gerçekleştiği o mübarek yere ulaştı. Yüzünü-gözünü-gönlünü hâsılı tüm vücudunu gökyüzüne çevirdi; Dolunay’ı, lâ’l-i nâb gibi parlayan yıldızları içine çekerek, mehtâbın, müşriklere-münkirlere-münafıklara serzenişine ortak oldu. Nur oldu, tenvir etti âlemdeki küfür zulmetlerini… Mum oldu aydınlattı cehalet karanlıklarını… Aşkın huzmesiyle dağladı teskin etti günah ve isyanlarla sancıyan yürekleri… Doruklardaki çilelere, alazlanmış sevdalara, alevlenmiş tutkulara talip oldu. “Dünyada (değil) rahat, (rahatın hiçir cinsi-nev'i-türü) yok” diyen İki Cihan Güneşi'nin söylediklerine gönül kulağını vererek sıkıntı ve meşakkatleri tebessümle karşıladı hep… Gönül alıcı sözleriyle, göze hoş gelen huylarıyla, iç açan rayihasıyla mest etti kâinatın enmûzeci/misali/örneği/modeli olan insanı…
Bir fecir vakti dünyaya geldi ve kendisini “vatanım” dediği karyenin içinde buldu. İçi, âlem-i kebir'i taşıyan bir kundaktaydı o küçücük-minnacık öz haliyle... Firavun ve hempalarının, Nemrut ve yandaşlarının, Ebu Cehl’in ve kıyamete kadar onun izinde ve sözünde gitmeye kararlı avenelerinin öbeklendikleri yerlere, karanlığı aydınlatmaya doğru ilerliyordu. Biliyordu ki, kendisi varis-i Rasûl’ün yolunda olursa, Rabbi ona her türlü yardımı, zaferi ihsan ederdi. Biliyordu ki; “BİTTİM!” dediği yerde Rabbi, “YETTİM!” diyecek ve bütün sıkıntı ve ihtiyaçlarına kefil olacaktı. O ne güzel dost, ne güzel vekil, ne güzel yardımcıydı. Yeter ki O’na müracaat edilmeliydi.
***
Tam bir teslimiyetle teslim olmalıydı; ceddi Hz. İbrahim gibi… Çünkü hakiki bir imana erebilmenin yolu, teslimiyetten geçiyordu. Ancak o zaman ateş yakmaz, Hz. İsmail gibi teslim olursa bıçak kesmezdi. Yoksa söz’de kalan öz’e inmeyen teslimiyetlerin bir yararı olmazdı, olamazdı. Bunu biliyordu.
Çilenin-ıztırapların çığlık-çığlık damıtıldığı yağmurlar altında ıslanmaktan, sıkıntı ve meşakkatlerin ceviz gibi yağan dolular altında ezilmekten geçiyordu yolu... Hüznün-kederin-tasanın nağmelere dolandığı şiirler mırıldanarak, mana âleminde yakamoz gibi parıldayarak geçti bütün seyr u sülûk menzillerinden... Hiçbir an ye’se/ümitsizliğe kapılmadan, umutlarını hep ter u taze tutarak süzülüp yol aldı fecr-i sadıka doğru. Fecr-i kâziplere aldanmadı o... Hele şafak'ın kızıllığını sabah sanacak gaflette olmadı hiçbir an.
Zaman zaman yoruldu, bitap düştüğü anlar da oldu, çöl kuraklığında kalmış toplumlar karşısında… Yıldızlara tutundu o anlarda... Ashaba, ashabın yolunda-izinde giden hakiki âlimlere… Ömrünü adadığı bu aşkla rüzgârlara sesleniyor, Hz. Süleyman’a yaptığınız yardımı benden esirgemeyin, ben de bir Süleyman’ın bendesiyim diyordu.
***
Yaşadığı yeryüzünde yaratıldığı toprakla hemhâl oluyor, yaratılış sırrına-hikmetine uygun mütevazi bir mü’min olarak Rabbine kavuşmayı diliyordu. Onun sırrına erebilmekse, nefsi tezkiye edip meleki ruhu takviye ile hürriyete yelken açmakla mümkündü. Hür olmalıydı, nefsin köleliğinden mutlaka kurtulmalıydı. Manevi açlık-susuzluk yaşamamalı, şeytanın ve nefs-i emarenin zindanında esaret halinde bulunmamalıydı. Cevize-muza, şâşaa ve şatafata, saman alevi-sabun köpüğü nev’inden şeylere aldanmamalı, yollarda bunlarla oyalanmamalıydı. Gücünü, istidat ve kabiliyetini mutlaka asıl hedefe ulaşmak, kavuşabilmek için harcamalıydı.
***
Bütün bu duygu ve düşünceler kafasında-gönlünde geçit resmindeyken… İşte o an uykuyla uyanıklık arasında bir köprüden geçtiğini, hatta bu köprünün sırat köprüsü olabileceğini hissetti. Hürriyet ile esaret, hakikatle sahte, nurla zulmet, hüviyet ile mahiyet, sonsuzluk ile sonlular arasında kanat çırptığını gördü. Eceline doğru hızla ilerliyordu. Ama ölüm onu korkutmuyor; çünkü o, şeb-i arus olarak görüyordu bu fani âlemden ayrılığı…
Ahu bakışların, içi kan ağlayan yüreklerin, yarın ne olacak endişesiyle telaşlı insanların ürkek nazarları arasında açtı gözlerini… Ama o, şairin dediği gibi “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir / Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir." diyerek... "Gün doğmadan neler doğar". "Geceler hamiledir.” "Sabah ola hayrola!" tabirlerini mırıldanarak yoluna devam etti. Onlardan güç aldı. Karanlıklardan korkmadı. Allah’ın, Rasûlüllah’ın, Kitabullah’ın ve feyz-i ilahinin tevzi/dağıtım memurluğundan hiç istifa etmedi. Bu âlemi Allah yolunda mücahit, O’nun Cemaline âşık olarak hem mecazen hem hakikaten terk edip gitti.
***
İnsanlar arasında tebessümle dolaşan o, dünyadan ayrılırken de mütebessimdi. Adeta Havz-ı Kevser’in yanıbaşında, İki Cihan Serveri’nin elinden su içercesine mes’uttu/bahtiyardı/mutluydu…
Dünyadan ayrılışı, sanki ismi var cismi yok Anka Kuşuna veda edercesineydi...
Gönlünde-dilinde, bülbül gibi bin bir esmayı şakıyarak, kelime-i şehadeti kalbiyle tasdik-diliyle ikrar ederek, yüreği serçe yüreği gibi titreyerek doğruldu ve penceresindeki kumrunun-güvercinin o sürekli tesbihi “subbûhun kuddûsün”le bahtiyar oldu.
Allah yolunda mücahid, Cemalullah’a âşıktı o…