Halis ECE


İslâm'da bir ölçü: "Her şeyin ortası hayırlıdır." Yani en güzel ve en yararlı davranış, kendi cinsinden olan davranışların ortada olanıdır.


Okumayı hep bir sonraki günlere, haftalara, aylara, hatta yıllara ertelediğimiz kitaplar, metinler, makaleler, şiirler vardır… Hatta babanızdan ya da benim gibi dedenizden kalma eserler… Hem de nadide türden el yazmaları… İçlerinde önceki sahiplerine ait çok kıymetli notlar… Yahut önemli bir mevzuda yapılmış, güvenilir, araştırmaya dayalı bir yazı… Sararmış dergi sayfaları arasında kalmış edebi bir metin… Fotokopisi alınmış sayfalarca ilmî çalışmalar... Onların arasında bazısı tamamlanmış, bilgisayarınızdaki arşivinizde hatta forumlarda yerini almış; bazısı ise yarım kalmış, henüz tamamlanmayı bekleyen kendi çalışmalarınız…

Ne zaman kütüphaneme el atsam, onu düzeltmeye-düzenlemeye kalkışsam, hemen her seferinde birkaçı karşıma çıkar. Bu kez mutlaka ama mutlaka okumalıyım; bir kenara, bir köşeye ayırayım, gözden ırak durmasın derim. Ama sonrasında ne oluyorsa olur, yine hayatın hayhuyuna kapılırım, ya da daha önemli bulduğum çalışmalara dalarım. Onlar gene ayrıldıkları yerde bilmem kaçıncı kez keşfedilmeyi beklemeye başlar…

Kitaplar arasında neler yok ki… Klasik eserlerden tutun da günümüz yazarlarının taze çalışmalarına kadar… Hemen hepsi var. Bakalım ömrümüz vefa edecek mi onları okumaya, bazılarını ikinci-üçüncü kez tekrar gözden geçirmeye?

Şu an gecenin belli bir saati… Ahmet Kutsi Tecer'in Bir Pazar Günü adlı kitabındaki (tiyatro oyunu) şiirde geçen mısraları mırıldanıyorum:

Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar:
— Nerdesin?
Anıyorum yıllar var ki ben onu,
Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Bilirsiniz; hikmetli sözler, mana yüklü büyükler kelâmı, şiirler insanı tesiri altına alır. Hatta Efendimizin (s.a.v) mübarek ifadeleriyle, insanı teshir eder, büyüler. Şu an ben de öylesine etkilendim ki; adeta meçhul bir sesin, aynen bana da seslendiğini düşündüm bir an.

Bu düşüncelerle yine kütüphaneme, kitaplara, yazılara, şiirlere, farklı alanlarda ele alınmış inceleme-araştırma çalışmalarına daldım…

İçlerinde yarım yüzyıl öncesi, bir asır hatta asırlarca evvel kaleme alınmış olanları var… Tabii günümüz çalışmaları da… Ama hepsi bir başka güzel… Davetkâr. Çağırıyor her biri sanki çığlık çığlığa insanı… Bense bocalıyorum aralarında seçim yapma hususunda… Onlar beni anlıyor mu bilmem ama, ben onları anlamakta zorlanmıyorum. Çünkü vaktim, fırsatım olduğu müddetçe elbette el atacağım her birerine… Tek derdim “vakit fukaralığı”… Yoksa aramızda herhangi bir küskünlük-dargınlık-kırgınlık söz konusu değil. Yaşadığımız sürece olamaz da… Yeter ki Rabbim sağlık-afiyet noktasında lûtfunu-ihsanını eksik etmesin.

Evet, bir pazar sabahı… Ama nasıl bir pazar sabahı bu? Yaz mı? Sonbahar mı? Kış mı? İlkbahar mı? Elbette bu yazının ilk okurları bunu düşünmeyecekler… Çünkü içinde bulundukları mevsim “ilkbahar”… Her taraf yemyeşil, ağaçlar beyazlara-pembelere, al ve morlara bürünmüş… Çiçekler rengârenk açmış… Kuşlar cıvıl-cıvıl… Gül bülbülü çağırmış, o da icabette kusur etmemiş, gecikmemiş. Âşık maşukuna kavuşmuş. Arılar vızıldıyor, kelebekler uçuşuyor… Okullu çocuklar, onlara refakat eden anneler, hatta gençler… dört gözle yaz tatilini bekliyor.

İşte böylesine aydınlık bir ilkyaz günü bu pazar sabahı... Nisan yağmurlarıyla maruf sahici nisan; her şey pırıl-pırıl… İnsanın gözünü-gönlünü aydınlatırcasına… Tüm duygu ve düşüncelerini tazelercesine… Tefekkür dünyamıza yeni, yepyeni ufuklar açarcasına…

Aslında mevsim ne olursa olsun, özel bir durum yoksa genelde pazar günleri biraz daha geç kalkılır malum. Bütün aile sabah kahvaltısına birlikte oturulur... Hemen her hafta farklı mönülerle kahvaltılar yapılır… En güzeli de özellikle ekmekler kızartılır… Dileyen tereyağı, dileyen değişik şeyler sürer… Bilmiyorum gerek var mı, başka şeyler de sayıp dökerek iştahınızı kabartmaya..?

Elbette hemen herkesin, her kesimin programları bellidir… İmkânları nisbetinde, hayat tarzlarına uygun yönde o günü değerlendirir… Pazar sabahları böyledir işte hemen hepimiz için... Müstesnalar elbette ki vardır. Olmaya da devam edecektir mutlaka… Ama bunlar, zannederim bizim çizdiğimiz genel tabloyu bozmayacaktır, müstesnaların kaideyi bozmaması gibi…

İnsanların kimisi dinlenmeye ayırır bu günü, kimisi hafta içinde o güne ertelediği işlerini-okumalarını tamamlamaya, ziyaretlerini etmeye, belli yerleri gezmeye…

Şu an 1990'lı yıllara ait çalışmalarımı karıştırdım. Bunlar arasında gerçekten emek verilmiş, elden geçirildiğinde faydalı olabilecek araştırmalar-incelemeler var. Geçmiş zamanı canlandırmak isteğiyle bunları gene saklamayı sürdürüyorum. Bakalım tekrar el atış ve ele alış hangi vakte merhundur.

Bu arada pazar günlerine has önemli proğramlar varsa TV’de, onları da kaçırmak istemem elbette… Bilgisayarım-internet zaten söylemeye gerek yok; ben ona mı, o bana mı bağlı-bağımlı kestirmekse güç. Sadece ben mi, günümüz insanının hiç de azımsanmayacak bir güruhu aynı durumda… Deyim yerindeyse, bu vesile ve elektronik vasıtalarla dünyanın neresinde bir sinek kanadını kıpırdatsa haberdar oluyor insanoğlu…

Fakat bu pazar günü, akşam vakti, bir yerlerde olmam gerektiğini hatırladım şimdi. Ondan sonra, yine birilerine uğramam lazım. Eğer ajandamda yazılanlarda bir değişiklik olmazsa, eve gelmem hayli geç saatleri bulacak haliyle… Ama olsun. Onların her bireri de hayatın gerçekleri… Hatta insan olmanın gerekleri arasında sayılır.

Evet, belki de aradan yıllar geçecek, bu yazıyı o gün okuyanlar, hangi pazar günüydü diye düşünecek? Ama ne fark eder? Pazar günleri zaten birbirine benzer. Dolayısıyla sahne aynı, roller aynı, sadece oyuncular değişir. Bu hayat zaten bir oyundan-oyalanmadan ibaret değil mi?

Ahmet Kutsi’nin şiirindeki bu ses baharın ılık meltemlerine karışıp gitti diyecektim ki...

(...)

Ansızın haykırdı yine bana:

- Nerdesin?

Bugüne kadar yaşadıklarımızın hemen hepsi karışıp gitmiş rüzgârla, meltemlerle atmosfere… Çocukluğum, gençliğim… Hayali cihan değer nice günlerim, hatıralarım…

Hayal meyal hatırlıyorum: Konya’da okurken, Aziziye camiinin yanındaki kitapçı Müslim’in dükkânın dışına açmış olduğu tezgâhından almıştım şu an elimin altındaki kitabı... İlk çocuklukla gençlik arası yıllarımdı… Okuma oburuydum adeta... Kendime ait kitaplarım olsun istiyordum ve bunun için de harçlıklarımı kitaplara yatırıyor, yeni-yeni eserler devşirmeye çalışıyordum. Kütüphanem diyemiyorum, çünkü talebeydim...

Bir pazar sabahı sizler bu yazıyı okurken, bilemiyorum ne düşüneceğinizi… Ama “vakit fukarası” olduğum noktasında; dolayısiyle mümkün olsa günleri iki, hatta üç katına çıkartmaya çalışacağım hususunda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

Kısacası amiyane tabirle bir türlü “Yama yırtığa denk gelmiyor”. Vakitler az, ya da bereketsiz; yapılacak hizmetlerse sanki sınırsız. Bir taraftan okumak, öbür taraftan okuduklarını belli bir tasnifle arşivlemek, diğer taraftan günlük rutin yazma-çizme, tashih-tetkik-tanzim işlerini de beraberce yürütmek… MSN dahil gelen elektronik mesajlara-meselelere cevaplar yetiştirmeye çalışmak… Lüzumlu-lüzumsuz… Lüzumsuzsa neden lüzumsuz olduğunu anlatmaya uğraşmak...

Hayatın maddeci yaklaşımlarının yanında manevi yönünü de sergilemeye... Madde-mana, dengesini korumaya çalışmak… Günümüz dünyasında bütün değerleri belirleyen ya da değersizleştiren tek bir güç gibi gözüken “para”ya aldanmamak… Onun uğruna yaşanan hayatların ne olduğunu göz ardı etmeden dengemizi korumaya çalışmak... Her alanda ifrattan da tefritten de, hâsılı tüm aşırılıklardan uzak kalıp itidal yolunda yürümek… Orta yolu kaybetmemek... Maddî çıkar dünyasının sosyal hayatı-ahlâkı nasıl sarsacağını bir an bile hatırdan çıkartmamak…

Ne birini öbürü, ne de öbürünü diğeri için terk etmek... Asıl hedefe, gayeye-maksada yönelik olarak nice yollar-mesafeler almak ümidiyle… Hoşça kalın. Allah’a emanet olun.
Go to top