Halis ECE

 

Sonbaharın son ayı, “pastırma yazı”nı içinde barındıran ay; kasım ayı…

Bu güzel ayın ilk haftasının birkaç günü televizyonlardan, haberlerden değilse de, uzaktım gazetelerden, tartışmalardan, gündem diye önümüze sürülen ıvır-zıvırdan, tartışma adına ortaya konulan kavga ve gürültülerden...

Bütün bunlar önümüzden çekilince perdeler açılıyor, hayat denilen gerçek görünür hale geliyor.


***

Bir mevsimden diğer bir mevsime geçiş öyle hemen anlaşılmaz, çoğu zaman...

Yazdan sonbahara geçtiğinizde havalar hâlâ sıcaktır...

Mevsim değişmiştir ama öyle büyük işaretler yoktur ortada...

Göçe hazırlanan küçük kuş sürüleri, hafiften serinlemeye başlayan akşamlar, yeni bir mevsime geçtiğine inandırmaz hemen insanı…

Başka bir mevsime geçtiğinizde, ilk başlarda eski mevsimin belirgin özellikleri, sıcağı-soğuğu aynı gibi gözükür.

Yeni mevsim ağır-ağır gelip yerleşir.

Yaz geldi derken aniden soğuk bir sağanakla, sonbahar geldi derken sıcacık bir günle karşılaşmak mümkündür. Kasım’ın ilk ve ikinci haftalarında yaşadıklarımız gibi…

Ama bu küçük sürprizler, havanın farklılaştığı gerçeğini değiştirmez… Yeni mevsim, eskisine geri dönülmez bir biçimde gelmektedir artık...

***

Harika bir güz güneşi düşüyor işte bu mevsimde hayatın üstüne…

Bakıra çalan, hatta altın kızıllığını andıran öyle tatlı bir rengi var ki bu mevsimde güneş ışığının…

Görmeli, fark etmemeli, kaçırmamalı onu insan...

Yağmurların canlı tuttuğu çimenlerin üstünde; yeşil, sarı, kızıl, kahverengi tonlarla bezeli ağaçlı tepelerde…

Durgun göl sularında…

Denizin bir fısıltı gibi kıyılara sokuluşunda…

Caddelerde-sokaklarda-meydanlarda, evlerin-apartmanların çatılarında…

İnsanların yüzlerinde seyretmeli o ışığın berraklaşan güzelliğini…

Çocuk cıvıltılarında dinlemeli o saf ve duru nağmeleri…

Kuşların, anlamadığımız o enfes tesbihlerinde bulmalı huzur ve sükunu…

Gözünü-gönlünü, tüm benliğini açmalı hayatta olup bitene…

***

Her iki baharı da sevdim yaşadığım yıllar boyunca…

Hem güzel ve müjdeli bir haber gibi bir sabah gelip bizi uyandıran ilkbaharı…

Hem esintisini dostça üzerimizde dolaştıran sonbaharı…

İlkbaharda dallarda yaprakların tomurcuklanışını da çok sevdim…

Sonbaharda o yaprakların hikâyenin sonunda sararıp dalından kopuşunu da…

Her ilkbahar ve her sonbahar, dilimin-kalemimin ucuna kadar gelen, klavyemin harflerine sinen kelimelerin gönlümden kopup baharı anlatması bundan...

Sözü bahara getirmeden edemiyorum...

Hangi baharı yaşıyorsak… İlk ya da son… Herkesin davetli olduğu güzel bir mevsim sofrası kurmadan edemiyorum orta yere...

***

Tabiatın uzun kış uykusundan uyanışıyla başlayan ilkbaharla…

Yeniden uzun bir uykuya hazırlanışı demek olan sonbaharın hikâyeleri…

Birbirlerine hiç benzemedikleri halde biri öbürünü çağrıştıran iki insanın hikâyesi gibi...

Çağrıştıranın ne olduğunu bilmeyiz ama, yine de iç dünyamızda hep bir arada tutarız onları...

Hayatla ölümü birlikte tuttuğumuz gibi...

***

Tabiatın dilinden dinlediğimiz bir hayat ve ölüm hikayesidir aslında bu iki mevsim...

İnsanı ve hayatı anlamak, anlamlandırabilmek için tabiatın hakikatiyle birlikte mecazlarını/kinayelerini iyi dinlerdi eskiden insanlar...

Şimdilerde hayatın bu berrak yüzüyle aramızda engeller oluştu nedense...

Zihnimizi, ruhumuzu, aklımızı meşgul eden birçok şey var...

Onların hoyrat varlıkları yüzünden hayatın berrak yüzünü göremiyoruz…

Görsek de tam anlamıyla idrak edemiyoruz…

Mevsimlerin, hayat ve ölüm arasındaki yolculuğumuzun sırrını kulağımıza fısıldayacağı hikâyelere kulak veremiyoruz.

***

İnsan, hayatı tabiiliği/doğallığı içinde bütünüyle göremiyorsa, kendini de göremez.

İnsanoğlu bugün her şeye hâkim olduğunu ve bu gezegende olan biteni kendisinin belirlediğini düşünüyor nedense...

Oysa mevsimlerin dağlara, denizlere, vadilere, ağaçlara getirdiği yeniliklere bakınca bunun böyle olmadığını rahatlıkla akledebilir insan...

Yani körlüğünden-sağırlığından kurtulup gönül perdelerini yırtınca...

Ancak o kadar kolay değil tabii bütün bunlardan kurtulmak...

Görmek, duymak, idrak etmek…

Her gün büyüyen bir hırsla etrafımıza ördüğümüz kaotik/karmaşık kozayı hayat sanmakla büyütüp duruyoruz çünkü o körlüğü, sağırlığı, anlayışsızlığı-kavrayışsızlığı...

Hiç değilse ara sıra zihin ezberlerimizi bozmamız gerekiyor, bu kısır döngüyü bir yerlerinden kırabilmemiz için...

Bakadurduğumuz yerlerden gözlerimizi almamız gerekiyor zaman-zaman…

Sadece gözlerimizi değil, aklımızı-fikrimizi-kalbimizi-ilgimizi-dikkatimizi de...

Perdeler azıcık da aralansa, ışık giriyor içeri o zaman…

Güz güneşinin şu bakıra çalan kızıl ışığı...

İlkbahar güneşinin berrak, bembeyaz, pırıl-pırıl aydınlığı mesela…

***

Bırakın bir parçacık da olsa düşsün o ışık hayatınızın üstüne…

Dağlarınızın, vadilerinizin, sonsuz gibi gözüken düzlüklerinizin, göllerinizin, denizlerinizin, şehirlerinizin, caddelerinizin, bahçelerinizin, evlerinizin üstüne...

Bırakın hayat en berrak çehresiyle gülsün yüzünüze… "Merhaba" desin kulağınıza… Sürur-sevinç akıtsın gönlünüze…

Varsın gelip geçsin, haberiniz olmadın akıp gitsin bütün o kuru gündem maddeleri... Dedikodular, kavgalar, gürültüler…

Buluşsun hayatla insan, hem ilkbaharında hem sonbaharında…

İlki ve sonuyla bütün baharlar insan için çünkü...

 

 

 

 

Go to top