Halis ECE

ALLAH YOLUNDA CİHAD VE DÎNÎ İLİMLERDE TEFAKKUH

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, cihâdı terk veya ondan geri kalanların durumunu ve acıklı sonlarını bize şöye haber vermektedir:

Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda cihâda çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Âhiret (hayatına) dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası, âhiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde, size emrolunan bu cihâda) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka (emirlerine itâat edecek) bir kavim getirir; siz (cihâda çıkmamakla) ona hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.”(1)

Unutmamak gerekir ki; Allah yolunda cihad, maldan-mülkten, candan-cânndan, eşten-dosttan, evlâd u iyâlden ayrılmak demek değildir. Aksine, fânilerin sonsuzluk sırrına erdiği; neticesinde, “cennet ve Cemâl-i İlâhî”nin bulunduğu kutlu, fakat zorlu bir yoldur.

Zaten Müslüman, İslâmî hüviyetini koruyabilmek, şahsiyetini muhâfaza edebilmek için, Allah yolunda bir takım sıkıntı ve meşakkatlere katlanmak zorundadır. O bakımdan cihad niyet ve arzusu, mü’minin kalbinde mutlaka yerini almalıdır. Resûlüllah (s.a.v.), “Cihâda iştirak etmeden veya cihad niyeti taşımadan ölen, bir çeşit nifak üzere ölmüştür”(2) buyururlar.

Bilindiği gibi İslâm’da Allah yolunda cihad bir farîzadır. Allah yolunda bir cihaddan, vaziyete göre, yine ancak Allah yolunda bir başka çeşit cihad ve hizmet için geri kalınabilir. Bunun dışında bir özür kabul edilmez. Cihaddan geri kalma hususu bir âyet-i celilede şöyle açıklanmıştır:

Mü’minlerin topyekûn sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan her topluluktan bir grup dinde (dinî ilimlerde tefakkuh etmek) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (cihaddan) döndüklerinde, (onları Allâh’ın azâbı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Olur ki böylece (dikkatli davranıp yanlış hâl ve hareketlerden) kaçınırlar.”(3)

Bu âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre, zâhirî savaş için bir milletin topyekûn cihâda çıkması doğru ve isabetli bir hareket olmaz. O bakımdan bir kısım insanlar cihâda çıkarken, diğer bir kısmının da ilmî faâliyetleri devam ettirmeleri gerekir. Kaldı ki bu hüküm, ilim tahsîlinin farz-ı kifâye olduğu vaziyete göredir. Çünkü o zaman, bir miktar âlim kâfidir.

Günümüze gelince...

Bugün düşman yani dinî cehâlet, evlerimize kadar hulûl etmiş; dolayısıyla bütün âile fertlerini ifsat etme, hak yoldan saptırma işi oldukça kolay hâle gelmiştir. Bu itibarla ilmî cihâdın zarûretini ve farz-ı ayn hâle gelişini anlamak, herhalde zor olmasa gerek...

Bilhassa dinî ilimlerde cemiyetin ihtiyacını karşılayacak seviyede ilim adamları yetiştirilmelidir ki, cemiyeti aydınlatıp, Allâh’ın emir ve yasaklarını onlara doğru-dürüst öğretsinler. Zira bir milletin ayakta kalabilmesi, hayatiyetini devam ettirebilmesi için din ve ilim adamlarının iman, ilim ve teknik bakımdan o cemiyeti beslemeleri ve desteklemeleri gerekir.

Bu sebeple, mecbur kalmadıkça yetişmiş elemanların, din ve ilim adamlarının zâhirî cihad alanına götürülmeleri doğru değildir. Çünkü bir millet için ilmî çalışma ve araştırma faâliyetleri de, hiçbir zaman terki câiz olmayan aslî cihâd cümlesindendir.

Bir millet, ilim ve teknik alanında geri kalmışsa, askerî alanda kuvvetli dahi olsa çabuk çöker. Ama ilim ve teknikte ileri gitmiş milletler, askerî alanda zayıf bile olsalar, noksanlarını çabuk telâfi edebilirler. Nitekim âyet-i kerimede de Cenâb-ı Hakk, maddî savaşın farz-ı ayn olduğu bir anda bile, topyekûn sefere çıkmak yerine, dinî ilimlerde tefakkuh gâyesiyle bir kısım ilim ehlinin geride kalmasının doğru olacağını beyan ediyor.

Bundan da anlaşılıyor ki; ilmî cihad, maddî kuvvetlerle yapılan cihaddan önde geliyor. O bakımdan, “i‘lâ-yi kelimetullah” gâyesine yönelik çalışmalara ve çalışanlara mâli imkân sağlamak da, aynen gâziyi techiz etmek gibidir, denilmiştir.

İman ve ihlâs sahibi her Müslüman, dünyaları aydınlatacak enerjiyi üretmeye hazır bir unsur gibi, “i‘lâ-yi kelimetullah” mefkûresini gerçekleştirmek potansiyeline sahip yegâne müsbet ve dinamik güçtür. Onun en bâriz vasfı; insanları aydınlatmak gâyesiyle çalışmak, bunun için de İslâm esaslarına tam bir teslimiyetin gerektiğine tereddütsüz inanmaktır. Zira din binâsının çatısı, kulluk gayretlerinin zirvesi demek olan Allah yolunda bedenî-ilmî-mâlî cihad, Müslüman’ın temel vazifeleri arasındadır.
***

ALLAH YOLUNDA YARIM GÜN YÜRÜMEK

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimizin mihmendârı, İstanbul’umuzun mânevî sultânı Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) hazretleri anlatıyor:

“Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ‘Allah yolunda bir sabah ya da bir akşam yürüyüşü, Güneş’in, üzerine doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır.”(4)

Allah Teâlâ insanı ve cinni, yalnız kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. Bu mükellefiyetlerine zemin olmak üzere de, dünya ve nimetlerini onların hizmet ve ihtiyacına âmâde kılmıştır.

İşte bu nimetlerden istifade süresi demek olan hayat ise, çok çeşitli faâliyetlerin yanında bedenî-ilmî-mâlî cihâda da sahne olmaktadır.

İnsan, muhtelif âmillerin tesiri ile hangi işinin en önemli, en kârlı veya en zararlı olduğunu her zaman doğru olarak tâyin edemez. Bu, inanan insanlar için de aynıdır; inandıkları ve yapmak istedikler işlerin, hakikaten hangisinin daha mühim olduğunu her zaman isâbetli olarak tesbit ve icrâ etmeleri mümkün olmayabilir.

Dünyada insanı, değer olarak kendine bağlayan bir çok şey vardır. Herkes ehemmiyet verdiği hususla daha sıkı, daha ciddî ve ısrarlı bir şekilde meşgul olmak ister. Yaptığı işin değeri mevzuunda kendi içinde belli bir kanaate sahip olmayan insan ise, işinde kâr etse bile huzursuzdur, memnun değildir. Başka işler ve mesleklere karşı daima açık bir ilgi içinde olmaktan kendini kurtaramaz.

Hadîs-i şerifte, Allah yolunda yani insanların İslâm’ın getirdiği hidâyetten nasibedâr olabilmeleri, iki cihan saâdetine kavuşabilmeleri maksadıyla yarım günlük bir hizmetin, “üzerine Güneş’in doğup battığı her şeyden”, bir başka rivâyette ise, “dünya ve dünyadakilerden” daha hayırlı olduğu açıklanmakta... Böylece Müslümanlar, bütün insanlığın saâdeti için, Allah yolunda hizmete teşvik edilmektedir.

Bir başka hadîs-i şerifte ise Resûlüllah Efendimiz, Hz. Ali’ye hitâben, “Senin vesîlenle bir kişinin hidâyete kavuşması, kırmızı develerden teşekkül eden sürülerin sahibi olmandan senin için daha hayırlıdır” buyuruyor.

Bu ve benzeri ifadeler, anlatılan meselenin kıymet ve ehemmiyetinden kinâyedir.

Ayrıca, mânevî meselelerin önemini anlatabilmek için, maddî değerler ile temsiller-tasvirler ve teşbihler yapmanın cevâzı yanında, bunun bir hizmete teşvik üslûbu olduğunu da göstermektedir.
***

KİMLER ALLAH YOLUNDADIR?

Ka‘b bin Ucre radıyallâhü anh anlatıyor:

“Bir adam Nebiyy-i Muhterem sallallâhü aleyhi vesellem’e uğramıştı. Resûlüllah’ın (s.a.v.) ashâbı, bu adamın kuvvet ve kabiliyetini görünce,

− Yâ Resûlellah, bu adam Allah yolunda cihad etseydi ne güzel olurdu, dediler.

Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

− “Bu adam, küçük çocuklarının geçimini temin etmek için çıktı ise, Allah yolundadır.

“Yaşlı anne ve babasına hizmet için evinden çıkmışsa, Allah yolundadır.

“Çalışıp nefsini dilencilikten korumak için çıkmışsa, Allah yolundadır.

“Âilesinin geçimini temin etmek için çıkmışsa, Allah yolundadır.

(Çalışıp kazandığının) çokluğuyla övünmek, (zenginliğiyle gururlanmak) için çıkmışsa, tâğutun (şeytanın ve nefs-i emmârenin) yolundadır.”(5)

Hadîs-i şerîfin bir başka rivâyetinde, sahâbîlerin yukarıda zikri geçen temennileri üzerine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz sözlerine, “Allah yolunda olmak, sadece ölmekle mi olur sanıyorsunuz?” buyurarak başlamıştır.
***

ASIL TEHLİKE NEDİR?

Müslümanlarla Rum ordusu arasında çetin bir harp devam ediyordu. Herkes kendi gücü-kuvveti nisbetinde gayret sarfediyor, dolayısıyla tehlikeli durumlar yaşanıyordu.

Kimileri Allah yolunda şehîd veya gâzî oluyor, kimileri de nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerine, şeytânın hîle ve tuzaklarına mağlup olup gidiyordu.

Bu cihad meydanında Müslümanlar’dan birisi, Rum ordusuna hücûm ederek aralarına daldı. Bunu gören mücâhidlerden bazıları şöyle dediler:

− Sübhânallâh! Adam kendi elleriyle kendini tehlikeye attı!

Bu sözü duyan büyük sahâbî Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) şu tarihî hakikatleri ifade etti:

− Ey Ensâr cemaati! Bu âyet-i kerime bizim hakkımızda nâzil oldu. Allâh celle celâlühû bu dîni kuvvetlendirip güçlendirdirirken, biz bazan ev, tarla, ticâret işlerimizi aksatıyorduk. Bazılarımız, ‘Biraz mallarımızla uğraşsak da kayıplarımızı telâfi etsek (dolayısıyla cihâda ara versek) dediler.
Bazıları da bu düşünceyi sağda-solda dile getirince, şu âyet nâzil oldu: ‘Mallarınızı Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsanda bulunun. [Yani Allah yolunda bedenen, ilmen mücâhede edenlere yiyecek-içecek-giyecek ve sâir yardımlarla iyilik edin.] Çünkü Allah, muhsinleri (iyilikte bulunanları) sever.’(6)

Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) hazretleri bu durumu ifade ettikten sonra sözlerine şunları ilâve etti:

Asıl tehlike; mallarla ve onların ıslâhıyla meşgul olup da Allah yolunda cihâdı terk etmektir. Asıl tehlike; mal ve mülk sevdâsına düşmektir... Ve bununla gaflete dalmaktır. Asıl tehlike; İslâm için canımızla, malımızla, bütün varlığımızla mücâdele ve mücâhede etmek gerekirken, bundan kaçınmaktır.

Yaşlı hâline rağmen, cihad meydanında kılıç sallayan Ebû Eyyûbi’l-Ensârî (r.a.) hazretleri şehid düşerek mübârek bedeni, âdeta İstanbul’un fethi için bırakılan bir tohum oldu...

... Ve fetih de böylece, mübârek ceddimiz Sultan II. Mehmed Hân’a nasip oldu ve Fâtih ünvanını aldı.
***

ALLAH YOLUNDA HİZMET İÇİN NE YAPMALI?

Temîmü'd-Dârî (r.a.) rivâyet ediyor:

Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki: “Kim Allah yolunda bir at beslemek üzere arpa hazırlarsa, sonra da atını onunla yemlerse, Allah Teâlâ her bir arpa tanesi karşılığında ona bir hasene yazar.”(7)

Bilindiği gibi Asr-ı Saâdet'te at, cihâdın vazgeçilmez bir unsuruydu. O itibarla bir ordunun kuvvetli veya zayıf olması, atlarının sayısına göre tesbit ediliyordu. Hatta bu vaziyet, sonraki devirlerde de bir müddet daha devam etti.

Bunun içindir ki Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, pekçok hadîs-i şeriflerinde ümmetini cihâdın en mühim unsurlarından biri olan at beslemeye teşvik etmiştir.

İşte yukarıdaki hadîs-i şerif de bunlardan sadece bir tanesidir.

Günümüzde ise cihadın, artık atla, kılıç-kalkanla ve okla değil, en modern silahlarla yapılmakta olduğu herkesin mâlumudur.

Daha da ötesi, cihad, büyük ölçüde maddî olmaktan çıkmış, mânevî bir alana kaymıştır. Yani top-tüfek yerine, ilimle-irfanla, eğitimle-öğretimle, fikirle yapılır olmuştur.

Bu sebeple ta‘lim-terbiye, tebliğ-telkin ve irşad faâliyetleri için adam yetiştirme, kısaca talebe okutma, ümmet-i Muhammed’in evlâdına dînini-kitabını öğretip onu ahlâklı bir nesil olarak yetiştirme gayret ve hizmetleri ön plana çıkmıştır.

Ayrıca basın ve medya da maddî ve mânevî cihâdın önemli unsurlarını teşkil etmektedir. O bakımdan gazete, dergi, kitap, radyo ve televizyon gibi vâsıtalar da göz ardı edilmemelidir.

Bütün bu sebep ve gelişmeler nazar-ı dikkate alındığında görülür ki, izâhını yapmaya çalıştığımız hadîs-i şerifi sadece at beslemeye hasretmek doğru olmaz.

O bakımdan bunun mânâsını, çok geniş bir muhtevâda düşünmek gerekir. Böyle olunca da, hadîs-i şerifteki sayılan hasene, ecir ve sevap; günümüzde ihlâslı bir şekilde, canla-başla vatan için, memleket için, insanlık için hizmet veren derneklere-vakıflara, basın-yayın yolu ile faâliyet gösteren müesseselere yardımcı olan insanlar içindir.
***

FAZİLET VE ŞEREF NE İLEDİR?

İçlerinde Süheyl bin Amr, Ebû Süfyan bin Harb (r.anhümâ) gibi Kureyş’in asilzâdelerinin de bulunduğu bir grup Müslüman; Hazret-i Ömer’in (r.a.) huzuruna girmek üzere kapısına gelmişlerdi. Onları Hz. Ömer’in (r.a.) kapıcısı karşıladı. Bilâl-i Habeşî ve Ammar (r.anhümâ) gibi Bedir Harbi’ne iştirak etmiş ashâb-ı kirâmın, içeri öncelikle girmelerine müsâade etti. Süheyl ve Ebû Süfyan hazretleri, herkesten evvel girmek için davrandılarsa da, kapıcının şu sözleriyle karşılaştılar:

− “Mü’minlerin Emîri Hz. Ömer, Bedir Harbi’ne iştirak etti. Bu sebeple, o savaşa katılanları çok sevmekte ve her yerde onlara öncelik tanınmasını istemektedir. Biraz sabredin, az sonra siz de girersiniz.”

Kapıcının bu sözleri Ebû Süfyan’ı (r.a.) çileden çıkarmaya kâfi gelmişti. Uzun yıllar Kureyş’e reislik yapan kendisi gibi soylu kimselere, Bilâl ve Ammar gibi kölelikten âzâd olmuş kişilerin tercih edilip öncelik tanınması, onun açısından hazmedilecek şey değildi doğrusu… Kapıcıya sert sert çıkışmaya başladı:

− “Ben, bugünkü gibi bir aşağılanmaya ömrümde hiç rastlamadım. Kapıcı, bu kölelere müsâade ediyor da, biz soylulara bakmıyor bile…”

Ebû Süfyan’ın bu sözleri, bir kısım yeni Müslümanlar’ı tahrik etmiş, bazı hoş olmayan konuşmalara sebep olmuştu. Havanın birden elektriklendiğini gören Süheyl bin Amr (r.a.), derhal duruma müdâhale etti ve Müslümanlar’a hitâben şunları söyledi:

− “Arkadaşlar, bazılarınızın yüzlerinde öfke alâmetleri görüyorum.
Eğer kızıyorsanız kendinize kızın.
Onlar İslâm’a çağrıldılar, derhal İslâm’ı kabul ettiler.
Sizler de onlarla birlikte İslâm’ı kabûle çağrıldınız; ama siz ağırdan aldınız, geç kaldınız.
Allâh’a yemîn ederim ki, din uğrunda sizden önce yaptıkları ile elde ettikleri fazilet; sizin bu kapı önünde övünmekte olduğunuz şereften çok daha üstündür.
Onlar bu faziletleriyle sizlerden şeref bakımından çok daha ileridirler.
Sizler, bir savaşı gözleyin ve ona mutlaka katılın. Belki bu vesîleyle, azîz ve celîl olan Allah Teâlâ sizleri de cihad sevabı ve şehidlikle mükâfatlandırır. Umulur ki böylece, onların faziletlerine yaklaşırsınız.”

***

HAYATI BOŞA HARCAMAMAK LÂZIM

Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarına meccânen bahşettiği hayat nimeti, en büyük fırsattır. Aynı zamanda bir imtihandır.

Öyle ise bu fırsatı, bu imtihanı iyi değerlendirmeli, sonradan pişmanlığı gerektirecek şekilde boşa harcamamaya gayret etmeliyiz.

Nitekim Kur‘ân-ı Kerim’de mü’minler, bu hususta ikaz edilerek, “İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece iman ettik demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”(8) buyuruluyor.

Evet, mü’minler cihad emriyle ve diğer bazı nefse güç gelen tekliflerle imtihan edilecek; öbür âlemde, itaat ve isyanları önlerine konulacaktır. O bakımdan, sadece iman ettik demek kâfi değil; hayatın ondan sonraki safhalarına da katlanıp, sıkıntılarına göğüs gererek, her türlü kulluk vazifelerini îfa için gayret sarfetmek gerekiyor. Aksi halde sonraki pişmanlık, feryâd ü figân fayda vermez. Zira hayata bir defa gelinir, gidildikten sonra da, bir daha geriye dönüşü yoktur. Bizlere bunu hatırlatan âyet-i kerimede buyuruluyor ki:

Nihayet onların birine ölüm gelip çattığında, ‘Rabbim, der, beni geri gönder. Tâ ki boşa geçirdiğim dünyada iyi amel (ve hareketlerde) bulunayım.’ Hayır, onun söylediği bu söz, boş laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecek güne kadar (süren) bir berzah vardır.”(9) Onun için bu fırsat iyi değerlendirilmeli; en faydalı, en güzel tarzda kullanılmalıdır.

Âyette geçen “berzah”, mânia-engel demektir. Ölüm ile başlayıp, yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi ifade eden dînî bir ıstılahtır.
Müslüman olsun olmasın, hemen her insan hayatını çok değişik ve farklı şekillerde değerlendirir. Kendisine sorduğunuz zaman da, dolu-dolu bir hayat yaşadığını söyler. Gayet tabii ki, hayat dolu dolu yaşanmalı; boşa geçirilmemelidir. Ama bu doluluk hangi yöndedir? Mühim olan bu! Müsbet mi, menfî mi? Öbür âlemde bize faydalı olacak neviden mi, yoksa bize bu hayatı bahşeden Yüce Mevlâ’mızın huzurunda, bizi mahcup edecek cinsten mi? İşin bu yönü çok önemli!

Peki bu durumda hayat fırsatını en iyi, en faydalı şekilde nasıl ve ne türlü hizmetlerle değerlendirebiliriz? Yani bize verilen bu hayatı nerede harcamalıyız ki, sonunda pişman olmayalım. Elhamdülillah, hayatımızı en iyi şekilde, en güzel yerlerde sarf ettik, diyebilelim.

Evet böyle diyebilmek için bakacağız:

İnsana hizmet etmiş miyiz? Şayet insana hizmet etmiş, ona yatırım yapmışsak, diyebiliriz ki; çok şükür Rabb’imize... Hayatımızı en kıymetli hizmetlerde değerlendirme imkânı verdi. En makbul amelleri yapmaya muvaffak kıldı. Bahşettiği ömür sermayemizi boş ve lüzumsuz yerlerde tükettirmedi...

Çünkü insana hizmet, onun yetişmesi için sarfedilen gayret, hizmetlerin en büyüğüdür. Neden? Her şey insana bağlıdır da ondan. İnsanı yetiştirdiniz mi, her şeyi düzelttiniz; onu ihmâl ettiniz mi, her şeyi berbât ettiniz demektir. Maddeten de böyledir bu, ma’nen de...
Dilerseniz yazımıza bir fıkra ile devam edelim.
***

HARİTA VE İNSAN

Baba, bir haftalık zorlu mesâiden sonra pazar sabahı kalktığında, haftanın bütün yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini aldı ve gün boyunca evde oturup dinleneceğini düşündü. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve müzeye ne zaman gideceklerini sordu. Çünkü baba oğluna söz vermişti, bu hafta sonu müzeye götürecekti onu. Ama hiç de canı dışarıya çıkmak istemediğinden, bir bahane bulması gerekiyordu. Tam bu esnada gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritasına gözü ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna:

– “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni müzeye götüreceğim” dedi. Sonra da, ‘Oh be... Kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez!’ diye düşündü.

Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi ve:

– “Baba haritayı düzelttim! Artık müzeye gidebiliriz” dedi.

Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde ise hayretler içindeydi. Harita tamamlanmıştı. Oğluna, bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk cevapladı:

– “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı... İnsanı düzelttiğim zaman, dünya kendiliğinden düzeldi.”
***

Evet, her şeyin başı insan. O bozulursa her şey berbât!.. Düzelirse her şey âbâd...

Hayatını insanların selâmet ve hidâyeti için harcayan insan, ömür sermayesini boşa harcamamış demektir. Çünkü bir milleti ıslâh eden de, ifsad eden de insandan başkası değildir.

Bundan dolayıdır ki, mâneviyat büyüklerinin hemen hepsi de, her şeyden önce insana yani onun yetişmesine ehemmiyet vermişlerdir. Onların kafalarını, gönüllerini tenvîr etmekle meşgul olmuşlar, ömürlerinin son demine kadar bu hizmetin îfası ile alâkadar olmuşlardır.

İnsansız hiçbir dâvâ, hiçbir iş neticeye ulaşamamış, yetişmiş insanlarla da hiçbir hizmet sürüncemede kalmamıştır.

Nerede bir kayıp varsa, yetişmiş insan yokluğundandır. Nerede bir kazanç varsa, yetişmiş insanların çokluğu ve onların iyi ve yerinde istihdâm edilmeleri bahis mevzuudur. Yetişmiş ve de gönüllerine hizmet şuuru yerleşmiş insanlar, başkalarına hizmet için onları ayaklarına beklemez. O daima hizmetin, hizmet olunması gerekenlerin ayağına gider. Onun lûgatinde; uzak-yakın, zor-kolay, doğu-batı, kuzey-güney mefhumları yoktur. Dünyanın hangi coğrafyası olursa olsun, onun hedefinde insan vardır. O sadece insana yapacağı hizmeti düşünür, kendisine nerede ihtiyaç varsa, oraya koşar.

Şu halde, hayatını en iyi şekilde değerlendirmek isteyenler; insan yetiştirmeye ehemmiyet vermelidir. Bu fırsat iyi değerlendirilmeli, son pişmanlığın fayda vermediği akıldan çıkarılmamalıdır.

Çünkü bu hayatı hepimiz bir defa yaşayacağız; reenkarnasyoncuların saçma düşünceleri gibi ikinci, üçüncü, dördüncü... defa değil. Sadece bir defa. Onun için kıymetini iyi bilip, en güzel şekilde değerlendirmeliyiz.
Dilerseniz yazımızı bir Doğu’dan, bir de Batı’dan iki güzel sözle noktalayalım:

◙ “Fırsat, yaz bulutu gibidir, tez geçer.”

◙ “Fırsatların kazâsı olmaz!”


DİPNOTLAR
(1) K. K., Tevbe sûresi, 9/38-39.
(2) Müslim, Sahîh, İmâre, 158.
(3) Kurân-ı Kerim, Tevbe sûresi, 9/122.
(4) Buhârî, Sahîh, Cihad, 7, 73.
(5) Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr, (Terc.) 2, H. no: 650.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 2/195.
(7) Ibn Mâce, Sünen, Cihad, 14.
(8) Kur’ân-i Kerim, Ankebût sûresi, 29/2.
(9) Kur’ân-i Kerim, Mü’minûn sûresi, 23/99-100.

Go to top