Halis ECE

Rabbimiz Hak celle ve alâ buyuruyor ki,

"وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ ۖ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

Meali: (Düşünün) hatırlayın ki Rabbiniz size: ‘Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım… ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz / muhakkak ki benim azabım çok şiddetlidir! diye ilan etmiş/bildirmişti." (İbrahim suresi, 7)

Ulemânın ve evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ hazretleri (d?-v. H. 311 veya 319), bu ayet-i celileyi şöyle tefsir etmişlerdir:

“Eğer sizler benim hidâyetime şükrederseniz, ben de size hizmetimi artırırım, ihsanımı bol yaparım. Eğer hizmetime şükrederseniz, ben de size müşâhedemi artırırım. Şayet müşâhedeme şükrederseniz, ben de size velâyetimi (dostluğumu) artırırım. Eğer sizler velâyetime şükrederseniz, ben de size ru’yetimi (Cemâlimi görmeyi/seyretmeyi) artırırım.” [Hikemü’l-Ataiyye: el-Muhkem fî Şerhi’l-Hikem, Tercüme ve Şerh: Kastamonulu Balıklızâde Ahmet Mahir Efendi]

***

Tefsirde geçen mefhumların/kavramların açıklamasına gelince…

Dilerseniz öncelikle şükr’ü ele alalım.

Şükür: Kelime olarak teşekkür, nimeti dile getirme manalarınadır. Tasavvuf lisanında ise;

a) Yapılan iyiliğin makbule geçtiğini dile getirme, iyiliği yapanı övme, demektir. (Ta’rifat-ı Seyyid Şerif Cürcânî) Yani kul, Allah’ın lutuf ve nimetlerini dile getirir, onu överse şükretmiş olur.

b) Nankör olmamaktır. (Nankörlük, küfrân-ı nimettir; yani nimetin kıymetini bilmemektir.)

Şükürde üç esas vardır: İlim, hâl, amel. Yani nimeti bilme, nail olunan nimetten ötürü sevinme, nimete karşılık olarak yapılması gerekeni dil, beden ve kalp ile yerine getirme... Allah’ın nimetini dile getirme, bu nimeti ibadette ve sevap kazandıran işlerde kullanma, iyiliğe ve hayra niyetlenme gibi… Bir organın şükrü onunla günah değil, sevap işlemektir.

Şükür, nimetten evvel onu vereni düşünmektir.

Şükür sızlanmamaktır.

Şükür sevap, şekva (yakınmak, şikayette bulunmak) ise günahtır.

Şükredene şâkir, şükürden âciz olduğunu idrak edene şekûr denir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا ۚ وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ

Meali: “(Ey) Davud ailesi!.. Amel edin, şükür için çalışın (verdiğim ni’metleri yerli yerinde ve gereği gibi kullanın)... Kullarımdan, şükürden âciz olduğunu idrâk eden çok azdır”. Şükür, nimetin artmasına vesile olur. (el-Gazali, İhya, IV, 78; Kuşeyri 313)

***

Bir başka ifadeyle şekûr; çok şükreden, bütün gücünü şükretmeye harcayan; kalbi, dili ve diğer organları hem itikad, hem itiraf, hem çalışmakla ve çoğu zamanda şükür ile meşgul olandır.

İbnü Abbas'tan (r.anhüma) bir rivayette şekûr, ‘Bütün durumlarında şükredendir’ diye anlatılmıştır.

Neml Sûresi'nde geçtiği üzere,

وَقَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَىٰ وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ

Meali: Ey Rabbim! Bana, ana-babama lutfettiğin nimetine şükretmemi ve senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de salih kullarının arasına koy." (Neml, 27/19) duasını vird edinmiş olan Süleyman (a.s.), o az olan şekûr kullardandır.

Rivayet olunuyor ki Hz. Ömer (r.a.) bir adamın,

"Allâhümmecalnî mine’l-kalîl, birahmetike yâ erhamerrâhimîn: Ey rahmet edenlerin en merhametlisi olan Allah’ım, beni o azdan kıl." diye dua ettiğini duymuş:

- "Bu nasıl dua!" diye sormuş. O zat,

"İşitiyorum ki, demiş, Allah ‘Kullarım içinde çokça şükreden azdır’ buyuruyor. Beni de o azlardan kılmasını istiyorum." Bunun üzerine Hz. Ömer,

- "Herkes Ömer'den daha âlim/bilgili" demiş. [Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili ilgili ayet tefsiri]

***

Hidayet: Maksada giden yolu gösterme, gayeye vardıran yolu tutma. (Tarifat) Hâdî ise rehber ve mürşid anlamına gelir. Hâdi-i ezel: Ezelde hidayete erdiren demektir.

Bakınız divan şairimiz Nâbi ne güzel söylemiş:

"Bulmaz reh-i Hakk’ı (Hak yolu) meğer ol kimse ki ona
Tevfikini Haadi-i ezel rehber eyler
(Bulmasında / başarmasında Cenab-ı Hak kılavuzluk eder)"


***

Hizmet-hıdmet: Sofilere ve fakirlere hizmet etmek, onların maddi ihtiyaçlarını karşılamak.

Allah Teala Hz. Davud’a, “Bir tâlib görünce ona hizmet et” buyurmuştur.

Allah için insanların hidayeti için hizmet etmek, nâfile ibadetten daha sevaptır, mükâfatı çok daha büyüktür. Bir gün seferde bulunan sahabelerden bazıları oruç tutmuş, diğerleri onlara hizmet etmişti… Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bunun üzerine,

Bugün oruç tutmayanlar oruç tutanlardan daha çok sevap kazandı” buyurmuştur. (Bz. Buhari, Cihad, 71)

Tasavvuf dilinde, “Falan şeyhin hizmetinde” ifadesi, “Falan şeyhin huzurunda” anlamına gelir.

***

Müşâhede: Görme, perdenin açılması, temâşâ ve seyretme manalarına gelir. Tasavvuf lisanında ise, Cenab-ı Hakk’ın gönüllerde hazır olmasıdır. Müşahedenin doğru ve sağlıklı olması için, şâhidin meşhûd (temaşa edenin temaşa edilen) ile kaim ve onda fâni olması şarttır. Cüneyd-i Bağdadi (k.s.) bu hali,

a) “Sâlikin kendisini kaybedip Hakk’ı bulmasıdır” diye tarif eder.

b) Zatî tecellî,

c) Eşyayı tevhid deliyle görmek,

d) Ayn-i cem makamı,

e) Hakka’l-yakin hâli. (Kuşeyri, Risale, 40)

Nakşibendiye şeyhleri ve velileri mana âleminde gördükleri ve bu âlemle ilgisi bulunan ulvi ve ruhi hallere de müşahede adını verirler. (Risale-i Bahiyye, 64)

***

Velâyet-vilâyet: Velilik, Allah dostu olmak demektir; Cenab-ı Hakk’ın kulunu, kulun Mevlâsını dost edinmesi, Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. Şu ayet-i kerimede ifade edildiği üzere umumi manada bütün mü’minler Allah’ın dostudur.

إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَٰذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُوا ۗ وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ

Meali: İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü’minlerin dostudur. [Ali İmran, 68]

Allah Teala’nın hususi manadaki dostları ise, müttakilerdir. Nitekim ayet-i celilede buyrulmuştur ki:

ۚ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

Meali: Allah’ın velileri, takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez. [Enfal, 34]

Özetlemek gerekirse, kabaca bir tasnifle velayet üçe ayrılır:

Velâyet-i âmme: Umumi velayet, bu anlamda bütün mü’minler Allah’ın velileri, dostlarıdır.

Velayet-i hâssa: Hususi/özel velayet. Bu anlamda sadece Allah’ın mustafa-mücteba (seçkin) kulları Allah’ın velileri/dostlarıdır. Bunların en açık ve belirleyici vasıfları/nitelikleri ikidir:

a) İlhama mazhar olmak,

b) Keramet sahibi olmak.

Velayet-i enbiya ise, peygamberlerini velayetidir. Peygamberler nebi oldukları gibi velidirler de. Velayet onların Hakk’a dönük yüzleri, nübüvvet/Nebilik de halka dönük yüzleridir. Bu hususta bazıları peygamberlerin velayet yönü nübüvvet yönünden üstündür demişlerse de, bu görüş fazla taraftar bulmamıştır. Doğru olan; nübüvvet cihetlerinin üstünlüğüdür.

İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerine göre ise velayet üç kısımdır: Suğrâ, kübrâ, ulyâ…

***

Ru’yet: Kelime olarak görmek, görülmek anlamındadır. Akaid ve Tasavvuf ıstılahında / terminolojisinde ise;

a) Ahirette Cennet-i a’lâda Allah’ı görmek… Yani Ru’yetullah, öbür âlemde Allah’ın görülmesidir. Zat-ı Bâri, dünyada baş gözüyle görülmez.

b) İlahi tecellileri bu dünyada temâşa etmek, görmek, seyretmek...

c) İlahi tecellileri ruh âleminde kalp gözüyle temâşa etmektir.

Go to top