Sünnet ve bid‘at mevzuunda kaleme aldıkları bir mektuplarında, hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri şunları yazmaktadır:

“Bazıları dediler ki: Bid‘at, hasene ve seyyie olmak üzere iki nevidir. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hulefâ-i Râşidîn (r.anhüm) devrinden sonra ortaya çıkan fakat sünneti yok etmeyen her güzel amel, bid‘at-i hasene yani güzel olan bid‘attir; sünneti ortadan kaldıran ameller de, bid‘at-i seyyie (kötü bid‘at)dir.’

 

Şu fakîr ise, bid‘at nev‘inden olan hiçbir şeyde güzellikten ve nûrâniyetten bir şey müşâhede etmedim... Onlarda, tarafımızdan, zulmetten ve bulanıklıktan başka bir şey de hissolunmadı. Kim ki bugün, basîret zayıflığı sebebiyle -farazâ- bid‘at sahibinin işinde bir hoşluk ve güzellik görse bile, yarın keskin görüşe sahip olduğunda anlayacaktır ki, o işin neticesi zarar-ziyan ve pişmanlıktan ibarettir. Seyyidü’l-beşer aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, ‘Her kim, işimizde (sünnetimizde) olmayan bir şey ihdâs ederse (ortaya koyarsa), o reddolunur” buyurdu. Reddolunan, kabul edilmeyen bir şeye ise, iyilik ve güzellik nereden gelir ki?!

“Yine Rasûlüllah Efendimiz buyurmuşlardır ki: ‘Sözün hayırlısı Allâh’ın Kitâbı’dır. Hidâyetin hayırlısı Muhammed’in hidâyetidir. İşlerin şerlisi, muhdes olan (dinde sonradan uydurulmuş) şeylerdir. Dinin aslında olmadığı halde sonradan ortaya konulan her şey bid‘at, her bid‘at da dalâlettir.’ ‘Size, Allâh’a karşı takvâ sahibi olmanızı tavsiye ederim. Dinleyiniz ve itâat ediniz; isterse (başınızdaki kimse, emîriniz) Habeşî bir köle de olsa... Aranızda benden sonra yaşayanlar, pek çok ihtilâflar görecek. (O zamanda) sünnetime ve hidâyeti bulan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine tâbi olunuz. Onları tutunuz ve azı dişleri ile yapışınız. Bilhassa (dininin aslında olmadığı halde) yeni ortaya konulan işlerden sakınınız. Zira dine sonrada sokulan her şey bid‘attir, her bid‘atse dalâlettir.’

Dinin aslında olmayıp sonradan ortaya konulan her şeybid‘at ve her bid‘at de dalâlet olduğuna göre, bid‘atte güzellik mânâsı nasıl olur? Bu mânâ yukarıda geçen hadîs-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi, her bid‘at sünneti kaldırır, yok eder. Bu sünneti kaldırma durumu ise, sadece bazı bid‘atlere mahsus bir şey de değildir. O bakımdan bütün bid‘atler kötüdür. Bunun içindir ki Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), ‘Bir topluluk, dinde yeni bir icad çıkardığı zaman, ancak ona benzer bir sünneti kaldırmış olur’ buyurmuşlardır. Elhâsıl, sünnete yapışmak bid‘at ihdâs etmekten çok hayırlıdır.

Hassan b. Sâbit (r.a.), Sevgili Peygamberimiz’den (s.a.v.) şöyle rivâyet etmiştir: ‘Bir kavim dinlerinde bir bid‘at icad ettikleri zaman, Allah Teâlâ, onun benzeri olan sünnetlerden birini alır; kıyâmete kadar da onlara onu geri vermez.’

Bilinmesi gerekir ki; âlimlerin ve mutasavvıfların, bid‘at-i hasene olarak anlattıkları şeyler üzerinde tam mânâsıyla düşünülecek olursa, bunların sünneti kaldırdığı anlaşılır. Bu cümleden olarak, meselâ ölünün başına sarık sarmayı bid‘at-i hasene saymışlardır. Halbuki o fiil, sünneti kaldırmakta; zira bu âdet, sünnet olan kefene bir fazlalık getirmektedir. Bilindiği üzere kefenin sünnet olan şekli üç kat olmasıdır. Bundan fazlası kaldırılmıştır. Neshedilen, yani hükmü kaldırılan bir şeyi yapmak ise, sünneti kaldırmakla aynıdır.

Meşâyihten bazıları da; namazda sarığın bir ucunu sol taraftan sarkıtmayı güzel görmüşler, yani bid‘at-i hasene kabul etmişlerdir. Halbuki sarıkta sünnet olan şekil, iki omuz arasından sarkmasıdır. Onların bu tatbikatının da sünneti kaldırdığı açıktır, kapalı bir yanı yoktur.

“Aynı şekilde âlimlerden bazıları, namaza niyette, kalbî irâde ile birlikte dille de söylemeyi bid‘at-i hasene olarak görmüşlerdir. Halbuki ne Peygamberimiz’den (s.a.v.), ne sahâbe-i kiramdan, ne de tâbiînin büyüklerinden niyetin böyle yapıldığına dair bir şey sabit değildir. Bu hususta sahih bir rivâyet olmadığı gibi, zayıf bir kavil dahi yoktur. Bilakis onlar, ayağa kalkar kalkmaz ilk tekbiri (iftitah tekbirini) almışlardır. Yani dille niyeti söylemenin bid‘at olduğu âşikârdır. Hâl böyle iken, bunun için de bid‘at-i hasene demişlerdir.

Fakîr der ki; bu bid‘at, sünnet bir yana, farzı dahi ortadan kaldırmaktadır. Çünkü bu takdirde insanların ekserisi, niyeti kalplerinde hazırlamadan ve kalpdeki gaflete de aldırış etmeden, sadece dille söylemekle iktifa ederler. İşte o zaman da, namazın farzlarından biri olan kalple niyet, tamamen terk edilmiş olur, namaz da fesâda gider. Diğer bid‘atler de buna kıyas edilebilir...

Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) sünnetine tâbi olmakla kalmalısınız; ashâb-ı kirâma uymakla yetinmelisiniz. Zira onlar, yıldızlar gibidir; hangisine uysanız, hidâyeti bulursunuz.”(1)

Sünnet ve bid‘atten her biri, diğerinin zıdıdır. Birinin varlığı diğerinin yokluğunu gerektirir. Birini ihyâ etmek, öbürünü öldürmeyi icap ettirir. O bakımdan sünneti ihyâ etmek, bid‘ati öldürmek olduğu gibi, tersi de böyledir.

Sünnetin kaldırılmasını gerektirdiği halde bid‘ate hasene ismini vermek yani güzel demek, nasıl doğru olur? Ancak bu ‘güzel’ tâbiri ile, nisbî bir güzellik murâd ediliyorsa, o zaman doğru olabilir. Mutlak güzelliğe imkân yoktur. Çünkü sünnetlerin tamamı, Hak sübhânehû ve teâlânın râzi olduğu amellerdir. Zıtları ise, şeytanın hoşnut olduğu şeylerdir. Bu sözler, bid‘atin yaygın olması sebebiyle, bugün birçoklarına ağır gelmekte ise de, yarın bileceklerdir: Biz mi hidâyet üzereyiz, onlar mı?

“Haberde şöyle bildirildi: Geleceği va‘d edilen Mehdî aleyhirrıdvân, saltanâtı zamanında dînin tervîcini (kıymet ve itibârını artırmayı) ve sünnetin ihyâsını murâd ettiğinde, bid‘at ile ameli âdet edinen ve onları güzel zannedip bu zannı sebebiyle dîne ilhak eden Medîne âlimi, hayretle şöyle diyecektir: ‘Şüphe yok ki bu şahıs, dinimizi ortadan kaldırmak ve şerîatimizi yok etmek istiyor!’ Bunun üzerine Hz. Mehdî aleyhirrıdvân, onun öldürülmesini (bid‘atlerinin ortadan kaldırılmasını) emreder. Böylece onun, güzel sandığı fiillerin kötü yani birer bid‘at olduğu da görülmüş olur. ‘Bu Allâh’ın fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah en büyük fazlın (lûtuf, ihsan-ikram ve inâyetin) sahibidir.”(2)

Nitekim bugün, hacca giden Müslümanlara, gerek Mekke’de ve gerekse Medine’de Vehhâbi zihniyetinin uyguladığı muameleler hemen herkesin mâlumu... Peygamber Efendimizin mübarek kabr-i şerifi başında ziyaretçilerin, “Şefaat yâ Resûlellah!” yakarışlarına dahi “Şirk yâ haci!” diyerek mâni olmaktadırlar. Çünkü tevessül gibi şefâati de kabul etmiyorlar. Halbuki Ehl-i Sünnet âlimleri, âyet ve hadislerde beyan edilen şefaati ittifakla kabul etmişlerdir. (Bu konuyu da inşaallah ayrıca ele alacağız) Ama onlar, bid‘atin manasını o derece genişletmişlerdir ki, o perspektiften bakıldığında, bid‘at olmayan bir şey bulmak neredeyse imkânsızdır.

***

İNSANI BİD‘ATE GÖTÜREN SEBEPLER

İnsanı, bid‘atlere ve bid‘atçiliğe götüren sebepleri şöyle özetleyebiliriz:

• Sünneti bırakıp uydurma söz ve amellere tutunmak,

• Aklın sâhasını aşan mevzûlarda akla güvenip mantığına göre hareket etmek,

• Temel İslâmî ilimleri bilmediği halde, âyetleri-hadisleri kendi kanaat-görüş ve tahminlerine göre tefsir ve te’vile (yorumlamaya) kalkışmak,

• Nefsinin arzu ve isteklerine meşru‘luk kılıfı bulmaya çalışmaktır.
***

İmâm Birgivî ve Hâdimî rahımehümallah, bid‘atlerin en çirkini olarak şunları saymışlardır:

• Namazda ta‘dîl-i erkânı terk etmek.

• Cemaatle namaz kılarken imamı geçmek. (Meselâ rükû ve secdelerde ondan evvel yatıp kalkmak.)

• Safları düzeltmeden namaza durmak.

• Kur’ân-ı Kerim okurken ve zikir yaparken lahn yapmak (sesi dalgalandırmak), sallanıp raks etmek.

• Hutbe okunurken salât ü selâm getirmek, “âmîn” demek.

• İsrafçıya ve mescitte dilenene sadaka vermek.

• Hatim için ve gösteriş maksadıyla ziyâfet vermek.

Bu sayılanlara zamanımızdaki bir takım bid‘atleri de ilâve edebiliriz...
Sözün özü; her bid‘at bir sünneti yok ettiğinden, kaybolan ve işlenmeyen bir sünnetin ihyâsı da dinimizce büyük ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Benden sonra ölüp kaybolmuş bir sünnetimi kim diriltir ve yaşatırsa, onu yapanların sevâbından bir şey eksilmeksizin o, onların sevâbı kadar sevap alır. Kim de Allâh’ın râzi olmadığı sapıklık, bir bid‘at ihdâs ederse, onu yapanların günâhından bir şey eksilmeksizin o da, onların günâhı kadar günah alır.”(3)

 

DİPNOTLAR
(1) el-Mektûbât, li’l-İmâmi’r-Rabbâni, 1, 186.
(2) el-Mektûbât, li’l-İmâmi’r-Rabbâni, 1, 255; Kur’ân-ı Kerim, Cum‘â sûresi, 62/4.
(3) Tirmizî, Sünen, İlim, 4, 16.

Go to top