Halis ECE

Kur’ân-ı Kerim’de, Fecr sûresinin 15 ve 16. âyet-i kerimelerinde, iki ayrı insan tipinden/örneğinden bahisle şöyle buyurulmaktadır:

“İnsan, ne zaman Rabbi onu imtihan edip kendisine ikramda bulunsa (bolca nimet ve zenginlik verse), o vakit der ki, ‘Rabbim bana ikrâm etti.’ Ama (yine) onu imtihan edip rızkını daralttığı vakit de der ki, ‘Rabbim bana ihânet etti.”

İlk âyette anlatılan insan, işleri yolunda, keyfi yerinde olandır... Hâlinden memnun ve mes‘uttur. Bu sebeple şurada-burada, “Rabbim bana ikrâm etti!..” deyip hâlini, böyle şükür, minnettarlık ve hamd ü senâ içinde ifade eder. Fakat devir hep böyle gitmez ya; günün birinde şartlar onu birazcık sıkıştırıp, keyfini kaçırır; işleri bozulur... İşte, sonraki âyette de insanın o hâlinden, “Rabbim bana ihânet etti!” diyerek şikâyette bulunduğu haber verilmektedir.

Nimet ve rahata nâil olduğu zaman, “Rabb’inin ikrâm ettiğini”; sıkıntı ve belâye mâruz kaldığı zaman da, “Rabb’inin ihânet ettiğini” söyleyen bu insan tipi, elbette ki makbul bir tip değildir. Çünkü makbul bir insanın, hakiki bir mü’minin yapması gereken şey; işleri yolunda gittiği zaman şükretmesi; işleri bozulup, belâya dûçar olduğu zaman da sabredip isyân etmemesidir.

Evet, kâinatta hiçbir şeyin hikmetsiz cereyan etmediğini bilen mü’minin vasfı; nimetlere şükredip, felâketlere de sabretmek... “Bunda da bir hikmet vardır. Bu da geçer yâhû!” diyerek, tevekkülle rızâ göstermektir. Nitekim bir gün Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, topluca oturup sohbet hâlinde olan ashâbının yanlarına geldiler. Ashâb-ı kirâmın, bilindiği gibi işleri-güçleri, geceleri-gündüzleri sadece Allah’ın rızâsını kazanıp, Resûlü’nün şefâatini düşünmekten başka bir şey değildi. Tek hedef, yegâne gâye; Allâh’ın ve Resûlü’nün rızâsı... Binâenaleyh, sohbetlerinin ekseriyeti de bu mevzû üzerinde cereyan ediyordu. İşte böyle bir sohbet esnâsında gelmiş bulunan Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), onlara şu suâli sordu:

“— Sizler kimlersiniz? Ashap cevap verdiler:

— Bizler mü’min kimseleriz. Resûlüllah Efendimiz tekrar sordu:

— Peki, mü’min olduğunuzun alâmeti nedir? Cevap verdiler:

— Mü’min olduğumuzun alâmeti odur ki; bizler, nimetlerin gelişine şükreder, gidişine de sabrederiz.

Bu cevap üzerine Server-i Âlem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular:

Öyle ise sizler, hakiki mü’minlersiniz.”

Evet, hakiki mü’min odur ki; bollukta Rabbine şükretmesini, darlıkta ise sabretmesini bilir. Başına gelen kazâ, belâ ve felâketlere sabır ve rızâ ile mukabele eder. Ve bilir ki, bu dünyanın nimetleri fâni olduğu gibi, sıkıntı ve meşakkatleri de geçicidir. Asıl mes’ele, ebedî olan âlemin mükâfat ve mücâzâtındadır. Zira burada çekilen zahmetler, orada mükâfat olarak çıkacaktır karşımıza... Nitekim bir hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki:

“Kıyâmet gününde bir takım insanlara kanatlar verilecektir. Bunlar, kanatlarını çırpa çırpa uçarak cennete gidecekler. Melekler onlara soracak:

— Sizler hesap verdiniz mi? Sırât’tan geçtiniz mi? Cehennemi gördünüz mü?

— Hayır.

— O halde sizler, hangi peygamberin ümmetisiniz?

— Bizler Muhammed sallalâhü aleyhi vesellem’in ümmetindeniz.

— Allah aşkına söyleyin; sizlerin dünyada nasıl bir ameliniz vardı ki, böyle hesapsız-sualsiz cennete girdiniz?

Onlar diyecekler ki:

— Bizim iki hasletimiz, sadece iki vasfımız vardı. Bunlardan biri, takvâmızın devamlılığı... Yani gizlide de olsa, açıkta da olsa, tenhâda da olsa, kalabalıkta da olsa takvâmızı devam ettirir, dînimizi yaşardık! İkincisi de; uğradığımız belâ ve musîbetlere sabır ve tahammül gösterir, aslâ ümitsizliğe kapılmazdık. Rabb’imizin verdiği kısmete rızâ gösterir, bunda da hayır vardır, diyerek yolumuza devam ederdik. Melekler bu defa şöyle söylerler:

— Öyleyse sizler, bu mükâfata lâyıksınız, yolunuza devam ediniz.”


Hulâsa, cennete böylesine kolaylıkla girenler, bu dünyada mâruz kaldıkları felâket ve musîbetlere sabırla kulluk vazifelerine devam edenlerdir.


HER ŞEYİN BİR HUDÛDU VARDIR

Ebû Mûsâ’l-Eş‘arî (r.a.)’den rivâyet edilmiştir:

“Her şey için bir hadd/sınır vardır. İslâm’ın hudûdu da vera‘, tevâzu‘, sabır ve şükürdür.

Vera‘ ve tevâzu‘, işlerin kıyâm ve sebâtına; sabır, cehennem ateşinden kurtuluşa; şükür de, cennete nâil olmaya sebeptir.

***

Hasenü’l-Basrî (k.s.) hazretleri, Mekke-i Mükerreme’de, Hz. Ali’nin (r.a.) oğullarından, arkasını Kâbe’ye dayayıp insanlara va‘z eden bir gence,

“— Dînin sebat ve kıyâmına vesîle olan şey nedir? diye sordu.

Genç,

— Vera‘dır! dedi.

Hasenü’l-Basrî hazretleri,

— Dînin âfeti nedir? diye sordu.

Genç,

— Tama‘dır, cevabını verdi.”

Avâmın verâ’ı, haramdan ve haram şüphesi bulunan şeylerden sakınmaktır.

Havâssın verâ‘ı, içinde hevâ ve nefs için şehvet ve lezzet bulunan şeylerden sakınmaktır.

Havâssın havvâssının verâ‘ı ise, içinde kendi irâde ve görüşü bulunabilecek her şeyden sakınmaktır.


Kısacası avam dünyayı terk ile, havâs cenneti terk ile, havâssın havâssı da, mâsivâyı (Allah’tan gayri her şeyi) terk ile verâ‘ı elde eder. (Abdülkadir Geylânî k.s., Gunyetü’t-Tâlibîn, 1/132)


TAKVÂ ALÂMETLERİ

Hazret-i Dâvud, oğlu Hz. Süleyman’a (aleyhimesselâm) şöyle demiştir:

“Mü'min bir kişinin takvâ sahibi olduğu üç şeyle anlaşılır:

1. Elde edemeyeceği şey hakkında güzel tevekkül,

2. Elde ettiği şeye karşı güzel şükür,

3. Elinden kaçan nesne hakkında da güzel bir sabır.



ŞÜKÜRLE İLGİLİ GÜZEL SÖZLER

- Besmele, hamd ve şükür’le yiyenin, bedeniyle beraber ruhu da doyar. (Lâ edrî)
- Nîmete şükür, belâya sabret! (Akşemseddin k.s.)

- Nimetler ürkektir. Onları ŞÜKÜR ile bağlayın. (İmâm Gazâlî k.s.)

- Şükretmesini bilmeyen her an şakavete düşme tehlikesiyle karışı karşıyadır. (Lâ edrî)

- Zekât, Cenâb-ı Hakk’a karşı mâli bir şükür’dür, servetin artmasına vesîle olur. İnsanı Şekûr olan Allâh’a yaklaştırıp cehennemden uzaklaştırır. (Lâ edrî)

- Kuş gibi âdemi pâbeste eder dâm-ı tama‘… (Müverrih Râşid merhum)

Açıklama: Tarihçi şâirimiz bu mısra‘ında; kuşların bir buğday taneciğine tamah ederek tuzağa yakalandıkları gibi, tamahın ve şükürsüzlüğün de insan için bir tuzak olduğunu ve âdemoğlunun hareket kabiliyetini kısıtlayıp, istidâdını körelttiğini söylemek istiyor.

Go to top