Toplumda bazıları, ‘Mevlâna ile alakalı şöyle sapık düşünceler var; Kabak hikayesi gibi falan…’ diyerek yanlış bilinen şeyler söylüyorlar. Bu mevzuyla alakalı neler söylenmesi icab ediyor? Nasıl savunmalıyız? Ne derecede bir evliyadır? Bunlarla alakalı bilgilerinizden istifade etmek isteriz efendim. Selâmetle hayırlı cumalar... Ömer Değirmenci - İstanbul

******* 

Selâmün aleyküm.

Bilmukabele hayırlı cumalar Ömer hocam...

***

Kelâm-ı kibârı ihmâlden, i'mâl evlâdır”. 

(1) Hz. Mevlâna ile alakalı elbette ki söylenecek, konuşulup yazılacak çok şey vardır. Edebî yönden, şeriât-tarikat-hakikat-marifet penceresinden… Dilerseniz bunlara, sözünü ettiğiniz “Kabak hikâyesi” ile başlayıp önce edebî cihetten yapılan tenkitlere, daha doğrusu karalamalara cevap vermeye çalışalım. Sonra da öbür hususları ele alıp değerlendirmeye gayret ederiz.

Ancak mevzuya girmezden evvel şunların bilinmesinde fayda olacağı mülâhazasındayım; edebiyatta hakikat-mecâz-istiâre-kinâye-teşbih-tasvir-tenkid nedir bilmeyenlerin, bırakınız Hz. Mevlâna gibi tasavvuf erbabı bir zatın Mesnevî’sini; Avnî, Muhibbî, Fuzûlî, Bâki, Rûhi gibi divan sahibi büyükşairlerimizin şiirlerini de anlamaları mümkün değildir. Şiirde-edebiyatta metafor önemlidir. Bundan haberi olmayan birileri, edebî bir eseri hakkıyla-lâyıkıyla tenkit edemez. İşin en kötüsü de, bu hâl-i pür melâlini anlayıp, “İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez” deyip kenara çekilmez. Atalarımızın, “İslâm’ın 6’ncı bir şartı olacak olsaydı, haddini bilmek olurdu” sözlerinin hilâfına, tam bir had bilmezlikle onları kınamaya-karalamaya kalkışır! Dolayısiyle “Şefcaat arz ederken sirkatin söyleyen merd-i kıptî” misâli, kendi cehaletini meydana koyar...

Tasavvufî mânâ ve muhteviyata sahip şiirleri anlamak, anlatmak ya da tenkid edebilmek içinse, edebiyattaki metaforik bilgilerin ötesinde ayrıca tarikat-hakikat ve marifet ilimlerine-hâllerine de vukuf şarttır. Yoksa, âmiyâne tabirle, kavanozun dışını yalamakla balın tadı anlaşılamaz!

Bir defa Hz. Mevlâna Mesnevi’sinde cinsiyet ihtiva eden hikâyelere neden yer veriyor? Bunu görelim, öğrenelim. Onun için de önce şu soruya cevap arayalım:

- Şeriata göre cinsiyet hakkında konuşmak yazmak veya cinsiyetle alakalı hususları, yerinde ve gereğince mevzu etmek yasak mıdır, günah mıdır? Mutlak manada, günah değildir elbette. Çünkü bunlar da insanı ilgilendiren meselelerdir. Ancak bu meseleler istismarla gayri ahlakî hususlara mevzu edilirse, yasak sınırlarına girilmiş olur. Üslup temiz, maksat ve niyet halis, gaye talim ve terbiye, telkin ve irşad olduğunda niçin yasak ve günah olsun?

Hz. Mevlâna Şeriatı en ince teferruatına kadar bilip hayatında uygularken Şems-i Tebrizî hazretlerinden “hakikat ilmi”ni öğrenmiş, o günden itibaren de davranışları bu ilme-marifete, yani şeriatın bâtınına göre olmuştur.

Hakikat ilmini öğrenen kişinin gâye ve değerleri, mutlaka zâhirî ilim erbabından farklıdır. Onun maksadı, sadece kendi başına iyi ahlâklı bir kişi olmak değildir. İnsanların-çevrenin itibarını kazanmak hiç değildir. Tek gayesi vardır; Allah’a giden yolda mesafe alıp / seyr u sülûkünü tamamlayıp O’nun rızasına nail olabilmektir. Maksadı da matlabı da O'dur.

Tasavvufla ilmen ve hâlen alakadar olmayanlar, diğer velileri lâyıkıyla anlayamadıkları gibi, Hz. Mevlâna’yı da asla hakkıyla anlayıp tahlil edemezler. Nitekim Hz. Mevlâna da önceleri Hz. Şems’in davranışlarına bir mânâ verememiş ve sonunda, “Aklımı bıraktım (yani teslim oldum) rahat ettim” demiştir.

Demek ki, hakikatte yol almanın yegâne düsturlarından biri; her şeyi akılla tartıp muhâkeme etmemek (yargılamamak), tenkid etmemek (eleştirmemek), neden-niçin’lerle sorgulamalarda bulunmamak, iyi-kötü kavramlarını bir tarafa bırakıp mürşide tam bir teslimiyetle teslim olmaktır.

Ekseriyetle insanlar, dindar / takva sahibi / maneviyat ehli bir kişinin cinsiyetle ilişkisinin olmayacağını, daha doğrusu olmaması gerektiğini düşünürler... Bakınız Hz. Mevlâna “Fîhi Mâfih” adlı eserinde ne diyor:

Velîler ve nebîler kendilerini mücâhededen alıkoymazlar. İlk mücâhedeleri nefislerini tezkiye etmek; arzu ve şehvetlerini terk etmektir. Bu büyük bir cihaddır. Vâsıl olup itmi’nân / emniyet makamına yerleşince, eğri ve doğru olanlar keşfolunur. Doğruyu eğri ile bilirler ve görürler”. [Çev., M. Ülker, 1954 s.196]

Talim-terbiye, telkin ve irşadda; bir hakikati muhatabına anlatmak en iyi ve en müessir şekilde nasıl mümkün oluyorsa, o yol seçilmelidir. Hz. Mevlâna da cinsî yakınlıkları ihtiva eden bir hikâyeyi, bir ulvî maksadı daha açık olarak anlatabileceğine karar kılmış olmalı ki, kullanmakta mahzur görmemiştir. Ayrıca başta da işaret ettiğimiz gibi muhtevasında cinsîlik bulunan hikâyelerin, mutlak manada günah olduğuna dair de bir hüküm yoktur. Hüküm; maksada, niyete, üslûba göre farklılık arz eder. Edebî sınırlar dahilindeki bu tarz bir ifade, eğri ile doğruyu bulma usûl ve üsluplarından sadece biridir.

Bu hikâyeler aslında, remzlerle (sembollerle-simgelerle) bazı hakikatleri mü’minlere anlatma-öğretme, onları ikaz gayesine matuftur. Bunu bilmeyenler, anlayamanlar, işin aslını da idrâk edemezler. Şimdi bu hikâyelerden çok konuşulup istismar vesilesi edilenlerden biri olan 'Kabak hikâyesi'ni ele almaya çalışacağız. Bunun için de, söz konusu beyitler üzerine yapılan güzel bir araştırmadan nakillerde bulunmak istiyoruz.

Başta da kaydettiğimiz gibi, “Kelâm-ı kibârı ihmâlden, i’mâl evlâdır”.  Yani büyüklerin anlaşılması güç olan sözlerini istismara açık bir tarzda terketmek yerine, te’vil ederek / iyiye hamledip yorumlayarak kullanmak daha iyidir. Bu sebeple Mesnevî’den söz konusu hikâyeyi aynen iktibas etmek yerine, onun tahlil ve tenkidi üzerinde durmanın uygun ve daha faydalı olacağını düşündük. Ki, zaten meraklıları hikâyeyi hemen her yerde arayıp bulur ve okuyabilirler…

***

 “MEVLÂNÂ’NIN MESNEVÎ’SİNDE ‘HAR (EŞEK)’ METAFORU”

“…3. Nefs

Nefsile ruh, insan bünyesi üzerinde sürekli bir hâkimiyet kurma mücadelesi vermektedirler. Ruh, insana, fıtratına uygun olanı; nefs ise hep aykırı olanı tavsiye ve teşvik  etmektedir. İşte bu durumu Hz. Îsâ ve eşek metaforlarıyla (mecaz-istâre-kinâye ve teşbihle) anlatan Hz. Mevlânârûhunun gıdâsını (zikir ve mânevî ilimleri) ihmâl edip sürekli nefsini (hayvânî ve şehevî duygularla) besleyeneşek mîzaçlı kimselere şöyle seslenmektedir:

“Sen, Îsâ'yı bıraktın da eşeği besledin. Hulâsa, eşek gibi perdenin ardında kaldın. / İlim ve mârifet, Îsâ’nın talihidir; ey eşek sıfatlı, eşeğin şansı değil! / Eşeğin anırmasını duyar, acırsın. Halbuki bilmezsin ki eşek, sana eşeklik telkin ediyor. / Îsâ"ya acı, eşeğe değil! Tabiatını aklına baş etme! / Bırak tabiatını, ağlayadursun. Sen, ondan al, canın borcunu öde! / Yeter artık, yıllarca eşeğe kul olduğun. Bil ki eşeğe kul olan, eşekten beterdir. /“Onları geride bırakın” sözünden murat, nefsindir. Nefs geride, aklın ileride gerek. / Bu aşağılık nefs de eşekle aynı mizâçta. Gece gündüz bütün düşüncesi, yem kaygısı. / Îsâ’nın eşeği gönül feyzini bulmuş, akıllıların makāmında konaklamıştır. / Çünkü akıl galebe çalınca, eşek zayıflar. Zira eşek, şişman ve kuvvetli biniciden dolayı zayıflar. / Ey eşeğe değer veren! Aklının azlığından dolayı bu hakîr eşek, ejderha kesildi. /Gönlün Îsâ’dan hastalandıysa, yine ondan iyileşir; sıhhat yine ondan gelir; onu bırakma!” (II/142).

Mevlânânefs eşeğini hak yola sokabilmek için, tasavvufun en temel nefsi terbiye usûllerinden biri olan, “onun isteklerinin zıddını yapma”yı şöyle tavsiye etmektedir:

“Eşeğin başını çek, onu yola sok! Doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür! / Onu boş bırakma, yularını tut! Çünkü o, yeşilliğe gitmeyi pek sever. / Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı, çayırlara doğru fersahlarca yol alır. / Eşek, yol düşmanıdır; yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden, ona kul olan niceleri telef olup gitmişlerdir. / Eğer yol bilmezsen, eşeğin dileğine aykırı hareket et! Doğru yol, o aykırı yoldur.” (I/237).

Bir başka yerde nefsi, “yükten kaçan eşeğe” benzeten Mevlânâ, onu terbiye etme yollarından biri olan “sırtına sabır ve şükür yükünü yükleme”yi de şu üslûpla tavsiye etmektedir:

“Mânâ odur ki, seni senden alır; faydasız sûretten müstağnî kılar. / Seni kör ve sağır edenin mânâ olduğunu sanma! Sûrete âşık olman, öyle eder. / Köre nasip olan, ancak gam arttıran hayâllerdir. Gözün nasîbi de fânî hayâllerden ibârettir. / Körler, Kur’ân’ın harflerini ezberlemişlerdir. Eşeği görmezler de semeri dövüp dururlar! / Gözün açıksa, kaçan eşeği gör! Ey (nefs) put(un)a tapan! Daha ne zamana dek semercilik yapacaksın?/Semer nasıl olsa bulunur; yeter ki eşeğin olsun. Canın oldukça, ekmeğin mutlaka az çok gelir. / Kaybolan eşek gitti; bir daha gelmez. Eşeğin sırtı olsun da, semer bulunur . / Eşeğin sırtı, mal ve kazanç elde edilecek bir dükkândır. Can ve gönül, yüzlerce kalıbın sermâyesidir. / Ey boşboğaz, eşeğe çıplak (semersiz) bin! Hz. Peygamber çıplak binmedi mi? / “Peygamber, çıplak eşeğe bindi; yaya yürüdü” de denmiştir. / Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla! Ne zamana kadar işten, yükten kaçacak? / İster yüz yıl olsun, ister otuz yıl; mutlaka sabır ve şükür yükünü ona yüklemeli.” (II/55-56; Nahîfî Terc., II/166-169). “Hoplayıp zıplayıp duran eşeğin sırtına taş yükünü vur! O kaçmadan, sıçramadan önce, sırtına yükü yükle!” (V/115).

Kötü huyların barınağı mevkiindeki / pozisyonundaki / konumundaki nefseşeklikten kurtarıp arındırabilmek için, mutlaka kâmil (u mükemmil) bir mürşidin terbiyesine sokmak lâzımdır. ZiraÖlmüş eşek tuz gölüne düşünce, eşekliği, murdarlığı geçmişte kalır.” (II/102). Burada tuz,koruyucu” ve “arındırıcı” olma hususiyetiyle, mürşidi remzetmektedir (sembolize etmekte / simgelemektedir).

Peki, bu nefs eşeğinin insana hiç mi faydası yok? Bu sorunun cevâbını Mevlânâ, Mesnevî’nin mevzumuzla ilgili en vurucu örneği olan kabak hikâyesinde (V/111-119; Nahîfî Terc., V/268-287) verir. Hikâye, bir câriyenin eşekle münasebetini anlatır. İç içe geçmiş iki türlü metaforik (mecâz-kinâye-istiâre-teşbih yoluyla) anlatımın ustalıkla örüldüğü bu hikâyeyi burada uzun uzadıya anlatmak yerine, yalnızca metaforik çözümlemesini (sonucunu) vermekle yetineceğiz:

Ön plândaki metaforik anlatıma göre, hikâyenin baş kahramanı olan eşek, nefsi remzetmekte... Esâsen bunu, Hz. Mevlânâ bizzat şöyle açıklamaktadır:

“Bil ki bu hayvan nefs, bir eşektir. Onun altına düşmekse, ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. / Eğer şehvet hırsıyla can verirsen, bil ki sen de o kadından daha alçaksın!/ Allah (c.c.), nefsimize eşek sûretini vermiştir; çünkü sûretler huylara uygundur./ Kıyâmet gününde sırların açığa çıkması, işte budur. Allah hakkı için, eşeğe benzeyen nefsten kaç!” (V/116).

Hikâyedeki câriyenin sâhibesi mevkiindeki kadın ise şehvet, hırs, sabırsızlık gibi yerilen nefsânî hasletlere kapılmışüstelik, bu gibi kötü huylardan kurtulmak için kendine bir yol gösterici arayıp bulmamış mürşidsiz kişiyi sembolize etmekte... Bu mânâya da Mevlânâ, şu beyitleriyle işâret etmektedir:

“Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı, eşeği bile Yûsuf gibi dünyâlar güzeli bir sevgili gösterir. /…/ Hırs, çirkinleri güzel gösterir. Yol âfetleri içinde de şehvetten beteri yoktur. /…/ Bir eşeği bile Mısır’ın Yûsuf’u gibi güzel gösterdikten sonra, o çıfıt, bir Yûsuf’u acaba nasıl gösterir?” (V/114).

Kadının mürşidsiz işe kalkışmasını da şu beyitleriyle yermektedir:

“Ustasız iş yapmak istedin, bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın. / Benden eksik bir bilgi çaldın; çaldın ama, tuzağın nasıl bir şey olduğunu sormayı ihmâl ettin. /…/ Yalnızca görünüşe kapıldın. Halbuki içyüzü senden gizliydi. Usta olmadan dükkân açtın. /…Fakat a harîs! Neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki, gözüne kabak görünmedi?!” (V/117).

Bu beyitlerden de anlaşılacağı üzere, hikâyenin üçüncü kahramanı câriye de işin ustası olan mürşidi sembolize etmektedir. O, nefs eşeğiyle nasıl münasebette bulunulacağını, onunla iyi geçinmenin ve hattâ onun faydalı yönlerinden yararlanmanın, bu sâyede de ondan zarar görmek yerine zevk almanın sırlarını iyi bilen, ehil kişidir. İşte, tasavvuf yolunda da yalan yanlış, eksik bilgisiyle ve “ben artık oldum” vehmiyle mürşidsiz yola koyulanın başına gelecek kaçınılmaz ‘son’, hikâyedeki “kabağı görmeden eşekle ilişkiye giren kadın” gibi olacaktır. Nihâyet hikâyedeki kabak ise, nefs terbiyesini temsîl etmektedir. İnsan ile nefsi arasında mesâfe” işlevi/vazifesi gören kabak (nefs terbiyesi / eğitimi) sâyesinde kişi, nefsinin zararlarından korunabilmekte ve onun faydalı yönlerinden istifâde edebilmektedir.

Söz konusu hikâyenin geri plândaki metaforik anlatım unsurlarını tahlil ettiğimizde ise daha farklı ve acâip / enteresan sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ana fikir olarak, olaylara yalnızca zâhir gözüyle bakmanın insanı sürükleyeceği felâketlerin sonuçlarının işlendiği bu çözümlemeye göre, baş kahramanımız olan eşek, “mânevî ilimlerden yoksun olmakla birlikte Cenâb-ı Hakk’ı, insanı ve kâinatı yalnızca dış görünüş bakımından, zâhirî bakış açısıyla yorumlamaya / anlamaya kalkışma ameliyesini sembolize etmektedir. Hâdiselerin bâtınını / içyüzünü ve birtakım inceliklerini kavramaktan uzak olan bu eksik zâhirî bakış, tıpkı hikâyemizdeki eşek gibi, sâhibini iğfâl ederek onun işini bitirir. Bu durumda hikâyedeki kadın ise, mânevî ilimlerden habersiz, yalnızca zâhirî bakış açısıyla hüküm veren zâhir ulemâsını ve onların fikirlerine kapılan kimseleri; câriye de işin derinliklerine ve inceliklerine vâkıf olan mânevî ilim sâhibi kimseleri temsil etmektedir. Nihâyet hikâyedeki kabak ise mânevî bakış açısını, yâni mârifet ve hikmeti ifâde etmektedir.

Burada metaforik çözümlemesini verdiğimiz Kabak hikâyesinin, M.S. II. yüzyılda yaşamış bir Latin yazar olan Apuleius’tan (d. 124 – ö. 170) alınmış olduğu da unutulmamalıdır. Onun, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından “Dünyâ edebiyâtından tercümeler–Lâtin klâsikleri” arasında 27 numarada yayınlanan Altın Eşek adlı kitabında [Lucius Apuleius, Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Nurullah Ataç, Ankara 1950. Aynı kitap, yakın zamanda tekrar tercüme edilerek yayınlanmıştır: Lucius Apuleius, Metamorphoses (Başkalaşımlar) Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yay., İstanbul 2006] aynı hikâyeyi anlattığı görülmektedir. Mevlânâ’nın kronolojik olarak kendisinden yaklaşık 11 asır [1100 sene] kadar önce yaşamış olan bir yazarın kitabında geçen söz konusu hikâyeyi alıp bize aktarması, Hikmet mü’minin yitik malıdır; nerede bulursa onu almya en hak sahibidir” [İbn Mâce, Sünen, Zühd, 15; Tirmizî, Sünen, İlim, 19] düsturunun bir icabı, yansıması ve sonucu olsa gerektir. Bu demektir ki, içinde yaşadığıDoğu kültürüne vâkıf olduğu kadar, hemen yanı başındaki Batı’dan da haberdar olan bir Mevlânâ ile karşı karşıyayız. Belki onun büyüklüğü, biraz da buradan kaynaklanmaktadır. Esâsen bu durum, Mesnevî’den veya Mevlânâ’nın başka herhangi bir eserinden herhangi bir kısmın –tabir caizse– “cımbızla çekilerek”, onun birtakım seviyesiz ithamlara mâruz bırakılmasının ne kadar yanlış olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Mevzu ile ilgili Şefik Can merhûmun değerlendirmesi, başka söze mahal bırakmayacak mahiyettedir:

“Bu arada, bir câriyenin eşekle sevişmesi gibi meşhur hikâye de, Latin şâir Apuleius’un Altın Eşek kitabından alınmıştır. … Apuleius’un Altın Eşekini okuyanlar, insan tabiatının süflî arzularını ifâde eden bu kitabı alkışlarken, aynı hikâye Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde olunca hor görülmüştür. Bu görüş tamâmiyle bîtaraf değildir. Garez gelince insanın gözü kör oluyor, hakîkati göremiyor.” [Şefik Can,Mesnevî Hikâyeleri, II. baskı, İstanbul 2004, s. 16]

4. Nefsânî / Bedenî Şehvet ve Sıfatların Esâretinden Kurtulamamış Kişi

Mevlânâ, nefsânî/bedenî şehvet ve sıfatların boyunduruğundan kurtulamamış kimseleri, kart eşekler” olarak tasvîr etmektedir. Çünkü onların elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğridir. Yâni onlar, nefs-i emmârelerinin güdümünden kurtulamadıkları için yanlış işler yaparlar; kötü yollara düşerler; gözleri hatâ ve kusurdan başkasını görmez; muhâtaplarına ihânet ve nefretle bakarlar; güzeli değil çirkini, doğruyu değil eğriyi görürler; durduk yerde öfkelenirler, sebepsiz yere kızarlar; savaşı bile kaidesini / kuralına göre yapmazlar; kalleşçe arkadan vururlar (I/206).

Mevlânâ, nefsânî şehvet ve arzuların esâretinden kurtulamamış, bedenen güçlü kuvvetli bir kişiyle; fizikî güç bakımından zayıf olmakla birlikte hırs, kin, nefret, şehvet, öfke gibi nefsin yerilmiş hasletlerinden kurtulmayı başarmış kişiyi kıyasladığı bir hikâyeyi (V/312-327) anlattıktan sonra muhâtaplarına şöyle seslenmektedir:

“Onda, eşeklerin erkeklik gücü (cinsî güç) yoktu; fakat peygamberlerin erliği vardı. / Hırsı, şehveti, hışmı terk etmek erliktir. Bu, peygamberlik damarıdır. / İşte, eşek şehvetini terk edeni, Cenâb-ı Hak beylerbeyi diye vasıflandırır. /…/ Erliğin özü budur; öbürüyse dışı, kabuğudur. Bu Cennet’e, öbürü ise Cehennem’e götürür. /… /…Erkek olan budur; eşeğin erkekliği ise hileden ibârettir.” (V/327; Nahîfî Terc., V/778-779).

Bir başka yerde de buna şunları ilâve eder:

“Ne arzu ânında bir hatâya düşüyorsun; dağ gibi aklın saman gibi uçuyor… / ve ne de öfke ve kin zamanında sabrın gevşeyip karar ve sebâtını terk ediyor! / Erlik budur işte! Yoksa adam, sakalla, tenâsül âletiyle erkek olmaz! Öyle olsaydı eşeğin âleti, erlerin şâhı olurdu.” (V/302).

Mevlânâ’ya göre, nefsin, kendini beğenme, gurur, kibir ve kendinde bir varlık görme” gibi yerilmiş hasletlerinden kurtulamayan eşekleri aslan parçalar (I/245).31 Nitekim Mevlânâ, insanları bu gibi yerilmiş nefsânî hasletlerden kurtarmak için çabalayan şeyhlerin (faziletli insanların, hikmet sahiplerinin) terbiyesinden, öğüt ve nasihatlerinden kaçan kimseyi, sâhibinden kaçan eşekmetaforuyla (teşbihiyle) îzah etmiştir. O şöyle der:

“Eşek, sâhibinden eşekliği yüzünden kaçar. Halbuki sâhibi, onun iyiliğini istediği için peşine düşer. / Onu, kendisi bir fayda elde etmek veya bir zarardan kurtulmak için aramaz. Kurt, yâhut yırtıcı bir canavar parçalamasın diye arar.” (II/145).

Allah’a giden yolda kurda-kuşa yem olmamak, türlü eziyet ve belâlara mâruz kalmamak için, ayrıca yol arkadaşlarına (ihvân’a) da ihtiyaç vardır:

“Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleriyle dopdolu bir yol… Dost nasıl dosttur? Akıl ve tedbir merdiveniyle seni yücelten dost. / Diyelim ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama, topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki! / Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse, birken yüz olur. / Eşek bile emsâliyle gezip dolaşsa, bir canlılık ve sevinç elde eder. / Kervandan ayrılıp, yalnız başına yol almaya kalkışan eşeğe o yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur. / O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer, kaç kere fazla nodullanır. / O eşek sana der ki: ‘Eşek değilsen, yola böyle yalnız düşme’ Sen de bu öğüdü iyi dinle! / Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden, şüphe yok ki dostlarla daha güzel gider.” (VI/43-44; Nahîfî Terc., VI/118-119).

Nefsinin esîri olması yüzünden hevâ ve heveslerinin peşine takılıp giden, dolayısıyla da ayağı tökezleyip yüz üstü yere düşen ve burnu bir türlü günah pisliğinden kurtulmayan kimseyi, bakınız, Hz. Mevlânâ nasıl tasvir ediyor:

“Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe kalkıştı mı, iki ayağı da boynuna bağlanır! / Eşek, ‘bana bir bağ kâfîdir’ dese de ona aldırış etme! Çünkü bu iki bağ, o aşağılık hayvanın kendi hareketi yüzünden bağlanmıştır!” (IV/122).

[(Tashih ve tanzimle) İktibas: http://akademik.semazen.net ]

***

(2) “Ne derecede bir evliyadır?”

Sorunuzun bu kısmına aslında bizim diyecek bir şeyimiz, söyleyecek bir sözümüz olamaz. Tamamen ilim ve irfan sınırlarımızın dışında ve fevkinde olan bir mesele. Bizim bu hususta anlatabileceklerimiz, olsa olsa, ancak pîrandan naklen duyduklarımızı aktarmak olur. Nitekim, Hz. Mevlâna’nın velâyet-i suğrâ mertebesinde bir velî olduğu, Hoca Nasreddin rahmetullahi aleyh’in de velâyet-i kübrâ makamında bulunduğu bildirilmiştir.

Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn silsilesinin 33’üncü ve son halkasını teşkil eden Üstâzünâ Süleymün Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri bir sohbetlerinde, atomdan basederlerken şu beyanlarda bulunurlar:

Atom, âfâkî ve enfüsî olmak üzere iki kısımdır. Bu günkü âfâkîdir. Eğer enfüsî atom patlatılsa, yer ve gök helâk olur... Celâleddin-i Rûmî, ‘Cenâb-ı Hak beni insan vücudunda yüz esrara vâkıf kıldı. Birini kullansamLe-ahragatü’s-semâvâtü ve’l-ardu: Yerler ve gökler yanardı, buyurmuştur. Tarîkatın çocuğu bu. Ya efendileri nelere muktedir değiller! 'İnne külle şey’in yesmau ve yeşhedü': Muhakkak ki (Allâh'ın izni ve verdiği istidat ile) her şeyi işitir ve müşâhede ederler.” [Ahbab merhum, Notlar, s. 53] Bir başka vesileyle kendilerine, 'Efendim Mevlâna'nın sema'sına ne dersiniz, onun bu hâli nedir, şeriata uygun mudur?' tarzındaki bir soruya da -yukardaki 'tarikatın çocauğu' ifadesine muvafık olarak- cevaben buyuruyorlar ki: 'Çocuktur, yeri gelir güler-oynar, yeri gelir ağlar; çocuğun kusuruna bakılmaz"!

Atom meselesi için aşağıdaki Mevlana'nın "şifrelerini çözen" Fransız felsefeci, başlıklı habere bkz

http://www.sabah.com.tr/fotohaber/gundem/mevlananin_sifrelerini_cozen_fransiz_felsefeci?albumId=26475&tc=21&page=1

***

(3) Daha önce mollacami sitesine gelen bir soruyu ve ona verdiğimiz cevabı da burada paylaşmak isterim.

Soru: Hocam, Mevlevilerin semasını izlemek günah mı sevab mı? Dinimizde Hz Mevlâna gerçekten dönerek mi zikir edermiymiş, böyle bir şey Mevlâna’nın sünneti mi? Konya’dan yazıyorum daha hiç katılmadım ama merak ta ediyorum.. Herkes buraya izlemeye geliyor ben hiç gitmedim.. Gitmek doğru mu yani? Ve Mevleviler diye bir cemaat var mı?

Cevabımız:

Hz. Mevlâna (k.s.) ve Sema

Mevleviler diye bir cemaat var tabii. Her şeyden evvel Mevlevilik sünni bir tarikat idi. Bugünkü gelinen nokta ise malumunuz. Rabbim herkesi, her yolu ve yolcusunu bid’atin her nev’inden uzak kılsın.

Mevlevilerin semasını izlemenin sevab değil, bilakis vebal olacağını, gitmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Çünkü bunun, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin kıstaslarıyla mâlâyiniden ibaret olduğu açık. Aşağıda izahı gelecek...

Hz. Mevlâna sema yapmış mıdır?

Evet, yapmıştır. Şöyle ki:

Mevlâna hazretleri Konya Karaman çarşısında Selahaddin Zerkubî’nin dükkanı önünden geçerken, içerden gelen çekiç seslerini duyar. Hz. Mevlâna, kendi halet-i ruhiyesi içinde çekiç seslerinin ritmi ile dönmeye başlar… İlk sema’dır bu. Bir süre bu şekilde devam eder o hâl.

Halk, Mevlâna’nın delirdiğini zanneder ve garip gözlerle seyrederler… İçlerinden sadece Selahaddin Zerkubî isimli zât bu hâli anlayabilmiştir kendince… Tabii nasıl anlamışsa… Ve halka dağılmalarını söyler. Mevlâna hazretleri sema’ı bitirip kendine tekrar geldiğinde, Selahaddin Zerkubî eğilir ve kulağına: “Gittiğin yere beni de götür…” der.

Aslında burada, sema bittiğinde mi kendine gelmiştir gerçekten, yoksa kendine geldiği için mi sema’ı bitirmiştir..? Bu da münakaşa götürür bir husustur. Her neyse… Bunun, ölçülü bir muhabbetin değil, ölçüsüz bir aşk’ın sonucu olduğu da aşikâr!

Şahsen ben de bu hadise vesilesiyle Hz. Mevlâna’nın sema yapmış olduğunu öğrenmiş oldum… Daha evvel tereddüt içerisinde idim; yapıp yapmamış olduğu hakkında kesin bir bilgi sahibi değil idim. Ve böylece aşk sarhoşluğunun ne kadar ince bir nokta olduğunu da ayrıca biz kez daha idrak etmiş olduk. Demek ki maneviyat yolunda aslolan, zikr-i hafî / gizli zikir erbabının dediği gibi aşk değil, muhabbet. [Bkz. http://halisece.com/muhtelif/278-ramazanda-kitaplar-arasinda-seyahat.htmlAşk ve Muhabbet” ara başlıklı yazı.]

Meseleye biraz daha müevvel / te’villi bir açıdan bakarak şunları söyleyebiliriz: Mevlâna hazretleri sema etmiş olsa bile, bu tamamen tarikatta mevcut bulunan heyecan ve coşkunluğun bir eseridir. Kadirî gibi bazı hak tarikatlarda da cehrî zikir ile kendinden geçme halleri vardır. Bunların hepsi Allah Teala’yı zikir esnasında ortaya çıkan coşkunun tezahürüdür. Yani sema bir ibadet olmayıp, tamamen şahsi-insani bir aksülameldir. Hatta kontrolsüz hareketlerdir de diyebiliriz.

Mesela bizler güzel bir haber aldığımızda çok sevindiğimiz zaman ne diyeceğimizi şaşırır, olmadık sözler söyleyebiliriz. Farkında olmadan ellerimizi birbirine vurur, havaya zıplayabiliriz vs. Bütün bu haller gayr-i ihtiyari reaksiyonlar / tepkilerdir. İşte sema da neticede böyle bir hadisedir. Yoksa Mevlâna hazretleri duyduğu bir ney veya bir çalıg sesi ile kalkıp da dönmemiştir. Bu iddia O’nun, Peygamberimizin (s.a.v.) çizdiği sünnet çizgisine olan bağlılığına da apaçık aykırıdır.

Hz. Mevlâna dönmüş ya da dönmemiş; ama bu mübarek zat adına yapılan organizasyonların talihsizliğine bakın ki; insanlar Japonya’dan, Amerika’dan ve daha birçok ülkeden Mevlâna hazretlerini ziyarete geliyor… Çoğunluğu gayrimüslim olan bu ziyaretçilere, sema gösterisi yapıyorlar. Mevlâna’yı tanımaya gelen insan, karşısında on tane durmadan dönen adam görüyor. Bu mudur Hz. Mevlâna gibi bir Allah dostunu ve onun takip ettiği yolu tanıtmak?

Bunu seyreden insan ülkesine gittiği zaman ne anlatacak? Başı külahlı, altı entarili on adamın dönüşünden başka aklında ne kalacak?

Bakın bu işi de artık o kadar sulandırdılar ki, kadınları da işin içine kattılar. Kadınlar da başlamış dönmeye. Bursa Mevlâna Kültürünü Tanıtma ve Yaşatma Derneği ile Osmangazi Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği organizasyonda kadınlar sema gösterisi yapmışlar. Mevlevi üstadı olarak bilinen Mustafa Özbağ da, kadınların sema yapmasında bir sakınca bulunmadığını vurgulayarak, “Kadın sema edemez, diye bir kaide yoktur” demiş.

Halbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kadının namazını bile evinde ve hatta evinin özel bölümünde kılmasını tavsiye etmiş ve buyurmuştur ki:

Kadının Rabb’ine en yakın olduğu yer, evinin iç kısmıdır. Kadının, evinin avlusunda kıldığı namaz, mescitte kıldığı namazdan daha faziletlidir. Evinde kıldığı namaz avluda kıldığı namazdan; evin iç kısmında kıldığı namaz evinin açık yerinde kıldığı namazdan daha faziletlidir.” [Ebu Davud, Sünen, Salât, 53; ez-Zebîdi, Sünenü Musa b. Târık, İthaf, 6/230]

Yani Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kadınların evinde ibadet etmelerini teşvik etmiştir. Sema ise bir ibadet bile değilken, kadınların bu gösteriye alet edilmesi de neyin nesi oluyor, düşünmek lazım!

Madem çok dönmeyi istiyor, gitsin evinde istediği kadar dönsün. Milletin önünde gösteri yapmak ve bunu Mevlâna adına yaptırmak ne oluyor? Bugün ayrı ayrı dönerler, yarın erkek-kadın beraber dönerler. Sonra başlarlar dans etmeye. Bu işler hep böyledir. Her taviz, yeni-yeni tavizleri doğurur…

Mevlâna hazretlerinin temiz yolu da işte böyle kirletiliyor. Artık her şeyi öyle bir sulandırıyorlar ki, insanların midesi bulanacak hale getiriyorlar.

Mevlânanın yoluna yakışanı yapın

Bu mevzuda sorumlu olan herkes çok dikkat etmelidir. Kendileri bizzat böyle şeylere karşı çıkarak bu yolu korumanın gayreti içerisine girmelidir. Özellikle gayrimüslimlere Mevlâna’nın Müslüman kimliği öne çıkarılarak, Peygamberimize (s.a.v.) olan bağlılığı, Allah’ın emirlerine olan bağlılığı ve yasaklarından kaçınması gibi hususlar işlenmelidir. Kanuni’yi lekeleyenlerin o yüce sultanın hakkına girdikleri gibi, Mevlâna’nın yoluna yakışmayan hareketler sergilemek ve insanlığa yanlış tanıtmak, hatta eksik tanıtmak, o Allah dostuna yapılan büyük haksızlıktır. Bu büyük bir vebaldir. Ahirette Mevlâna’nın yakamıza yapışmasını istemiyorsak, bu türlü yanlışlardan dönmemiz gerekiyor.

Dilerseniz asıl mevzumuza yani sema’ın hükmünün ne olduğuna dönelim…

Zikr-i hafî / gizli-sessiz zikir yolu büyüklerinin ifadeleriyle, sema ve benzeri hallere rağbet, onlarla meşguliyet, namazdan gerçek manada zevk alamamaktan, onun hakikatine nail olamamaktan ileri gelmektedir. Namazın hakikatine muttali olmayanlar ve namaza mahsus üstünlükleri bilmeyenler, idrak edemeyenler, hastalıklarının çaresini başka yerlerde aramakta… Maksatlarına ulaşmak için, farklı şeylere sarılmaktadırlar. [Daha geniş bilgi için bkz. http://halisece.com/fikih/13-namaz/273-muktubat-i-imam-i-rabbaniden-okuma-notlari-namaz.html

Keza raks-sema, teganni ve benzeri hallerle ilgili olarak şu açıklamalarda bulunuyorlar:

Sôfilerin ameli / yaptıkları-işledikleri şeyler helâllik veya haramlık noktasında bir delil teşkil etmez. Sôfileri bu işlerinden dolayı mazur görmemiz, kınamayıp durumlarını Allah Teala’ya havale etmemiz, onlara yeterli gelmiyor mu?

“Bu hususta muteber olan, İmam Ebû Hanîfe’nin İmam Ebû Yusuf’un ve İmam Muhammed’in (rahımehümullah) sözleridir/içtihatlarıdır… Şiblî’nin ve Ebû Hüseyin Nûri’nin (kadesallahu esrarahuma) sözleri/yaptıkları değildir.

“Bugünün kifâyetsiz / yetersiz sôfileri semâ ve raksı dinleri ve milletleri/şerîatleri yapmışlardır. Bu noktada şeyhlerinin amelini delil görmüş; bu işleri itaatleri ve ibadetleri olarak kabul etmişlerdir. ‘Onlar o kimselerdir ki, dinlerini boş iş ve oyun edinmişlerdir.’ [En’âm suresi, 70; İmam-ı Rabbani, el-Mektubat, 1, 266]

Daha geniş bilgi için bkz. http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-79.html

http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/658-mevlevi-tarikati-nasil-tahrif-edildi.html

 

 

 

 

 

Go to top