Selamün aleyküm hocam, Allahu Teâlâ’nın sübûtî sıfatları hakkında açıklayıcı bilgiler verebilir misiniz? Talebeye ve cemaata anlatabilmek için.. Tşk ederim Allah’a emanet olun Ahmet Faruk Çağlayan - Facebook/Avustralya

*******

Ve aleyküm selam daeğerli kardeşim;

Allah Teala’nın "Sübûtî sıfatları", zâtî değildir; fakat zarûri olarak, Cenab-ı Hakk’ın zâtıyla kaim olan (birlikte bulunan) sıfatlardır. Bu sebeple Hazret-i Allah, bunların zıdlarıyla da vasıflandırılamaz. Bir başka ifadeyle; Sübûtî sıfatlar zât olmamakla beraber, zâttan da ayrı düşünülemez.

Zira zâtının aynı kabul edildiği takdirde, sıfatları inkâra giden bir yol açılır; gayrı kabul edildiği takdirde ise, Allâh’ın zâtında bir kesret (çokluk) bahis mevzuu olur. Bu sebeple kelâm âlimleri, “Sübûtî sıfatlar Allâh’ın zâtının ne aynıdır, ne gayrıdır” demişlerdir.(1)


Allah Teâlâ’nın sübûtî sıfatları sekizdir

1) Hayat,
2) İlim,
3) Semi‘,
4) Basar,
5) İrâde,
6) Kudret,
7) Kelâm,
8) Tekvîn.

Bu sıfatların hepsinden, sırasıyla kısa da olsa bahsetmeye çalışalım.

1. H a y a t
   
Hayat”, Allah Teâlâ’nın diri olması demektir, ezelî bir sıfattır. Her türlü fiil, hareket ve faâliyeti ancak diri olan varlıklarda görebiliriz. Meselâ bir ölünün hareketi görülmez.

Allâh’ın diriliği, mahlûkatta (yaratıklarda) görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden meydana gelen geçici ve maddî bir dirilik değildir. Onun diriliği; başlangıcı ve sonu bulunmayan, bir dış tesir ve desteğe muhtaç olmayan diriliktir.

Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır. Allah celle celâlühû ise, her türlü noksanlıktan uzaktır.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, kendi hayat sıfatını şöyle beyan buyurmuştur:

“Allah, kendisinden başka ilah olmayan, dâima diri olan ve yarattıklarını koruyup idâre edendir.”(2)

“Ölmek şânından olmayan, dâima diri olan Allâh’a tevekkül et.”(3)

2.  İ l i m

İlim”; bilmek, idrâk etmek sıfatıdır, Allâh Tâlâ’nın her şeyi bilmesi demektir.

Allah alîm’dir; olmuşu, olanı ve olacak şeyleri gerek bütün hâlinde ve gerekse parça ve teferruât (ayrıntı) olarak bilir. Bu bilgi, bir âlet veya vâsıtaya bağlı değildir; Cenâb-ı Hak’la birlikte vardır, ezelî ve ebedîdir.

Onun ilmi insanların ilmi gibi sınırlı olmadığı gibi, tefekkür, muhâkeme ve mukayeseye de dayalı bir ilim değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Siz, sözlerinizi gizleseniz de, açıklasanız da birdir (fark etmez). O, kalplerde olanı bilir. Yaratan, yarattığını bilmez mi? O, lâtîftir; her şeyden haberdârdır.”(4) “Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi bilir.”(5) “O, gözlerin hâin bakışlarını ve kalplerin gizleyeceği her şeyi bilir.”(6)

Cenâb-ı Hakk’ın ilminin genişliği ise âyet-i kerimelerde şöyle ifade edilmiştir:

“(Rasûlüm) de ki: Eğer Rabb’imin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabb’imin sözleri bitmeden denizler biter, bir o kadar denizi yardım olarak katsak da...”(7) “Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve yedi deniz daha katılsa da yazılsa, Allâh’ın kelimeleri bitmezdi.”(8)

Topyekün mevcûdatın yaratılışında görülen ince hesap, denge, hikmet, fizikî ve kimyevî kanunlar-kâideler, elbette ki bunları yaratıp idare edenin her şeyi bilmesini gerektirir.

3.  S e m i‘

Semi‘”, Allah azîmüşşân’ın işitme sıfatıdır. O her şeyi işitir ve bilir; en gizli sesler, hareketler, hatta düşünceler onun işitip bilmesinin dışında kalmaz.

Allah Teâlâ’nın işitmesi, diğer canlıların işitip idrâk etmesine benzemez. Diğer varlıklar işitebilmek için kulak, ses, sesi ileten tel ve hava titreşimi gibi vâsıtalara ihtiyaç duydukları halde, Allah (c.c.) bir âlete, vâsıtaya muhtaç olmaksızın duyar.

İşitme sıfatı Kur’ân-ı Kerim’de ekseriyetle görme, veya bilme sıfatlarıyla birlikte zikredilir. Meselâ Bakara sûresinin 124, 127, 137, 181, 224, 227 ve 256’ncı; Âl-i İmrân sûresinin 34, 35, 38’inci; Mâide sûresinin 76’ncı âyetlerinde, “Allah işitici ve görücüdür” buyurularak, “Semi‘” ve “Basîr” sıfatları beraber gelmiştir. Kezâ İsrâ sûresinin 1, Hac sûresinin 61, Lokman sûresinin 28’inci âyetlerinde ise “Semi‘” ve “Alîm” sıfatları beraber zikredilmiş, “Allah hakkıyla işitici ve her şeyi kemâliyle bilicidir” buyrulmuştur. 

4.  B a s a r

Basar”, Allâh celle celâlühû’nun görme sıfatıdır.

Cenâb-ı Hak her şeyi görür; bazı şeyleri görmesi diğer şeyleri görmesine mâni değildir. O'nun görmesinden hiçbir zerre, hatta zerreden daha küçük de olsa, hiçbir şey gizli kalamaz.

Bu sıfatın zıddı, görmemektir. Şüphesiz görmemek ve bilmemek ise, büyük bir noksanlık ve âcizliktir. Allah Teâlâ bu gibi eksikliklerden uzaktır.

Diğer canlıların görmesi, sağlıklı bir göz organının ve yeterli derecede ışığın bulunması, arada görmeye mâni olacak bir engelin olmaması gibi şartlara bağlıdır. Hazret-i Allâh’ın görmesinin ise, bu ve benzeri şeylere aslâ ihtiyacı yoktur.

Kalbi iman dolu bir insan, Rabb’inin dâima kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir, düşünür; dolayısıyla hâl ve hareketlerini, gidişâtını, kısacası hayat tarzını ona göre tanzim eder.

5. İ r â d e

İrâde”, Allah Teâlâ’nın dilemesi demektir ve bu sıfatı da ezelîdir.

Bir şey üzerinde karar kılarak, onu yapmak için azmetmeğe “irâde” denir.

Cenâb-ı Hak irâde sahibidir ve yaptığı işlerde muhtârdır, yani hüküm kendi elindedir, dilediği gibi yapar. Onu, herhangi bir şeyi yapmaya zorlayacak bir güç yoktur. Allah (c.c.) tam ve kâmil bir irâdeye sahip olduğu için, bu kâinâtı ezelî olan irâdesine uygun olarak yaratmıştır.

Âlemlerde bildiğimiz-bilmediğimiz, olmuş ve olacak ne varsa, hepsi Allâh’ın irâdesi yani dilemesi ile meydana gelmiş ve öyle de olacaktır. Onun her dilediği olur, dilemediği hiçbir şeyin ise olması mümkün değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Senin Rabb’in dilediğini mutlaka yapar.”(9)

Hazret-i Meryem, bir erkekle yakınlığı olmadığı halde, nasıl çocuk dünyaya getireceğini sorunca, Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

“Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O bir şeyin olmasına hükmedince, ona sadece ‘ol!’ der ve o da hemen oluverir.”(10)

Bazan irâde yerine aynı mânâya gelen “meşiyyet” tâbiri de kullanılır. Nitekim İnsan sûresinin 30’uncu âyet-i kerimesinde, “Yüdhılü men yeşâü fî rahmetih... (O, dilediğini rahmetine dâhil eder...)” buyrulmuştur.

6.  K u d r e t

Kudret”, Allah Teâlâ’nın her şeye gücünün-kuvvetinin yetmesi demektir. Ezelî ve ebedî tam bir kudret, sadece Allâhü zû’l-Celâl’e mahsustur.

İrâde sahibi olan Cenâb-ı Hakk, her şeye yeten bir güç ve kuvvete sahiptir. Böylece dilediği şeyi, dilediği mâhiyet ve evsafta yaratmaya, yok etmeye muktedirdir.

Kâinatta meydana gelen veya yok olan her şey, Allâh’ın ilim, irâde ve kudretine uygun olarak tecellî eder. Bu muazzam kâinat, onun kudretine en parlak ve en kuvvetli bir delildir, şâhittir.

Allâh’ın kudretine nihâyet yoktur. Dilerse bir anda sayısız-hudutsuz âlemi yoktan var eder, dilediği kadarını da bir anda büsbütün yok eder. Çünkü, mümkinâttan olan herhangi bir şeyde, böyle dilediği gibi tasarrufa kâdir olmayan bir zât, kâinatın İlâh’ı olamaz. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

Göklerin ve yerin gaybını sadece Allah bilir. Kıyâmetin kopuşu, ancak bir göz kırpması veya daha kısa bir zaman kadardır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.(11) “O, yarattıklarını dilediği kadar arttırır. Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir.”(12)

Allah Teâlâ’nın bu büyük, sonsuz-sınırsız kuvvet ve kudretini güzelce düşünen her mü’min, onun azameti önünde boynunu büker ve onun kudreti karşısında titrer. Dolayısıyla ondan gelen bütün emirleri yerine getirmeye, yasaklarından da kaçınmaya gayret eder. Hata ve noksanlarından dolayı da, tevbe ve istiğfardan, duâ ve ilticadan geri kalmaz. Dünyevî-uhrevî bütün ihtiyaçları için de, dâima onun huzûru sırr-ı ehadiyetine münâcatta bulunur; bir başka yerden herhangi bir şey beklemez. Onun rızâsını kazanmaya, gadabını mûcip hâl ve fiillerden uzak durmaya çalışır.

7.  K e l â m  

Kelâm”, bir mânâyı ifade eden, bir maksadı anlatan söz demektir. Allah Teâlâ, kelâm sıfatının da sahibidir. Binâenaleyh burada “Kelâm”dan kastolunan mânâ, Cenâb-ı Hakk’ın konuşması demektir. Kur’ân-ı Kerim’deki, “Allah, Mûsâ ile de bizzat konuştu”(13) âyet-i kerimesi, kelâm sıfatının delilidir. Ancak onun konuşması; harf, kelime, cümle veya sesten münezzehtir, bu gibi şeylere ihtiyacı yoktur.

Süleyman Çelebi merhûm bu hususu Mevlid’inde şu güzel ifadelerle dile getirmiştir:

“Bî-hurûf u lafz u savt ol Pâdişâh
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh!”

Şu demek: Şüphe yok ki Hz. Allah; harfsiz, kelimesiz ve sessiz olarak Habîbi Muhammed Mustafâ'ya söyledi.(14)

Kur’ân-ı Mübîn, Allâhü zû’l-Celâl hazretlerinin Kelâm sıfatının tecellîsidir ve onun kelimeleridir. Diğer sıfatları gibi kelâm sıfatı da kadîm ve ezelîdir. Fakat ellerde dolaşan, okunan, yazılı Kur’an, lafız, harf, nazım ve hat olarak kadîm değildir.

Ehl-i Sünnet’e göre Kur’ân-ı Kerim, Zât-i İlâhî’nin kelâmı olması bakımından mahluk değildir, ezelîdir. O, kendi kadîm kelâmını dilediği zaman kendi şânına lâyık bir tarzda meleklerine bildirir, onlara işittirip anlatır. Kezâ peygamberlerine (aleyhimüsselâm) dilediği hususları vahiy ve ilhâm eder. İşte bu kelâm sıfatının tecellîsi ile semâvî kitaplar zuhûr etmiş... Bâhusus “Kelâm-ı Kadîm” denilen Kur’ân-ı Mübîn, Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e nüzûl ederek insanlık için asırlardan beri bir hidâyet rehberi olmuş, kıyâmete kadar da olmaya devam edecektir.

8.  Te k v î n

Tekvîn”; yaratmak, îcat etmek mânâsınadır. Allah Teâlâ’nın yoktan var etme sıfatıdır.

Cenâb-ı Mevlâ-yi zû’l-Celâl’in bu âlemleri yaratıp yok etmesi, bâhusus kullarını yaratıp yaşatması, yedirip içirmesi, sonra da öldürüp başka bir âleme (âhirete) götürmesi hep bu tekvîn sıfatının bir tecellîsidir. Zira yaratmak, rızık vermek, azap etmek, diriltmek, öldürmek gibi bütün fiiller tekvîn sıfatına bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, “Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, sözümüz ona, ‘ol!’ dememizdir ve hemen olur”(15) buyurmuştur.

Buraya kadar Allâh Teâlâ’nın mukaddes sıfatlarına dâir verdiğimiz bu bilgileri, dilerseniz şöyle bir hulâsa edip mevzûmuzu noktalayalım.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, ezelî ve ebedî oluşunu ve sâir ulvî sıfatlarını haber veren tecellîler-deliller her şeyden daha açık ve parlak bir şekilde ortadadır. Akıl sahibi insanlar için bunları inkâra, düşünüp tasdik etmemeye aslâ imkân ve mecâl yoktur. Bir kere düşünelim: Kâinatta hiçbir şeyin kendiliğinden var veya yok olmasının imkânsız olduğunu ve yine hiçbir zerrenin ve kürenin tesâdüf eseri hareket edemeyeceğini ilmî çalışmalar ortaya koymuyor mu? Bu vaziyet karşısında aklını kullanan bir insanın, bütün bunları var eden ezelî, ebedî bir Hâlik’ın (yaratıcının) varlığında, birliğinde şüphe etmesi mümkün mü? Elbette ki, hayır!


DİPNOTLAR
(1) İmam Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, Beyrut, 1970, s. 44.
(2) Âl-i İmrân sûresi, 3/2.
(3) Furkân sûresi, 25/58.
(4) Mülk sûresi, 67/14.
(5) Enfâl sûresi, 8/73.
(6) Mü’minûn sûresi, 23/17.
(7) Kehf sûresi, 18/109.
(8) Lokmân sûresi, 31/27.
(9) Hûd sûresi, 11/11.
(10) Âl-i İmrân sûresi, 3/47.
(11)  Nahl sûresi, 16/77.
(12) Fâtır sûresi, 35/1.
(13) Nisâ sûresi, 4/164.
(14) Bu şiirle ilgili bir fıkra: Zamanın önde gelen iki veziri, Âli Paşa ile Keçecizâde Fuat Paşa, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa'yı Pâdişâh Sultan Abdülmecid’e bir vesile ile birazcık çekiştirirler. Birkaç gün sonra vezirler heyeti toplantısında Mustafa Reşit Paşa onlara yüz vermeyip soğuk davranınca, Âli Paşa küçük bir kâğıda Süleyman Çelebi’nin yukarıda geçen beytini yazıp Keçecizâde’nin önüne uzatır... Ne güzel, ne kadar hoş bir nükte değil mi? Ancak buradaki ince espri ile yüksek zekâyı birleştiren engin kültürü, toplumumuzda bugün, değil taklid edecek, şöyle kabataslak anlayacak kaç kişi var, dersiniz..?
(15) Nahl sûresi, 16/40.

Go to top