Halis ECE

Bu makale, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinin Mektûbât’ından 2. cilt, 57. mektubun tercemesidir.

Mektup, Molla Gâzî Nâib’e (k.s.) yazılmıştır.

Hak celle ve alâ’nın zikri’nin, –hakikaten kabûle lâyık bir zikir olması ve muktedâ (kendisine iktidâ edilen, uyulan kâmil ve mükemmil) bir mürşid’den alınması şartıyla– Hayru’l-beşer Rasûlüllah aleyhi ve alâ âlihi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz’e salevât getirmekten evlâ (daha üstün, daha faydalı) olduğunun açıklaması ve buna münâsip meseleler hakkındadır.

“Bir zamanlar, Hayru’l-beşer aleyhi ve alâ âlihi’s-salâtü ve’s-selâma salevât okumakla meşgul idim; hem de, salevâtın bütün kısımları ve nevileri ile... Bu okuduğum salevât-ı şerîfeler üzerine, daha dünya hayatında iken pek çok fayda ve neticelerin terettüp ettiğini (meydana geldiğini) gördüm. Onlarla, Velâyet-i Hâssa-i Muhammediyye (alâ sâhibihe’s-salâtü ve’s-selâmü ve’t-tehıyye) mertebesinin inceliklerine ve esrârına kavuştum.

“Bu amel üzerinden bir hayli zaman geçtikten sonra, bu meşgûliyette tam mânâsıyla bir fütûr (zevk alamama durumu) meydana geldi ve onlara devam edebilme muvaffâkiyeti kayboldu; dolayısıyla o salevâtı, ancak belli zamanlarda okuyabilir oldum. O zamanlar bana, salevât getirmenin yerine tesbîh, takdîs, tehlîl (sübhânallâh, elhamdülillâh, lâ ilâhe illallâh zikri) ile meşgul olmak daha güzel geldi ve bunun üzerine şöyle dedim:

'Umulur ki, bu işte bir hikmet vardır. Bakalım ne zuhûr edecek!’ Ve sonunda Allah Teâlâ’nın yardımı ile anlaşıldı ki; bu esnada zikir, –hem salevât getiren kişi hem de üzerine salevât getirilen Resûlüllah Efendimiz hakkında– salevâttan daha faziletlidir.

“Bu iki bakımdan böyledir:

1. Hadîs-i kudsîde buyurulmuştur ki, “Her kim benim zikrim ile meşgul olur da, o meşguliyeti benden bir şey istemesine mâni olursa, ona, isteyenlere verdiklerimin daha üstününü veririm.”(1)

2. Zikir, Peygamber sallallâhü aleyhi vesellemden alınmıştır. Bu zikrin sevâbı, zikredene nasıl ulaşıyorsa, onun bir misli de Efendimiz’e (s.a.v.) aynı şekilde ulaşır.

“Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Kim güzel bir sünnet (âdet) ortaya koyarsa, onun sevâbı ve onunla amel edenlerin sevâbı (kendi alacakları ecirde bir noksanlık olmaksızın, bir o kadar da bu güzel âdeti meydana getiren) o kişi içindir, (yani aynen onun hânesine de yazılır).’(2)

Ümmetin yaptığı bütün sâlih ameller de böyledir. O amellerin sevâbı, onu işleyene ulaştığı gibi, aynı şekilde ve aynı miktarda –amel edenin ecrinden hiçbir şey eksilmeden– bu ameli vaz‘eden (ortaya koyan) ve usûlünü gösteren Resûlüllâh’a (s.a.v.) da ulaşır. Amel edenin (yaptığı bu güzel ve hayırlı işi), Resûlüllah’ı (s.a.v.) düşünerek, o niyetle yapmış olması da şart değildir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsânıdır. Onda, amel edenin bir tesiri yoktur.

“Evet; amel eden kişide, Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.)için de niyet bulunursa, bu, o kimsenin ecrinin daha da artmasına vesîle olur. Ve fazladan elde edilen bu ecir, aynı şekilde Resûlüllah sallallâhü aleyhi veselleme de döner. “İşte bu, Allâh’ın fazl (ve keremi)dir ki, onu dilediğine verir. Allah, büyük fazl (lûtuf, ihsan ve ikram) sahibidir.”(3)

“Hiç şüphe yok ki, zikirden asıl maksat; Hak sübhânehû’yü yâd etmektir. Sevap talebi ise ona tâbidir, ondan sonraki iştir.

“Salevât getirmekte ise asıl maksat, ihtiyacın yerine gelmesi arzusudur ki, ikisi arasında çok büyük fark vardır! Zikir yoluyla Rasûlüllah sallallâhü aleyhi veselleme ulaşan feyzler; salevât-ı şerîfeler yoluyla erişen bereketlerden kat kat fazladır.

“Şunu da bilmek lâzımdır ki; bu rütbe, öyle sıradan her zikir için değildir. Bilakis bu derece, hakikaten kabûle lâyık olan zikre mahsustur. Böyle olmayan (kendi bildiğine göre yapılan, irşâda ehil bir zâttan alınmayan) zikirden ise, salevât okumak daha faziletlidir. [Zira salevât okumak aspirin almak gibidir, doktora da reçeteye de ihtiyaç olmaz. Ancak tesiri de, zikre nisbetle pansuman tedavisi kadardır.] O zaman bereketlerin hâsıl olması, (izinsiz-ruhsatsız yapılan zikirden elde edileceklerden) daha çok olur.

“Lâkin tâlibin, kâmil ve mükemmil bir şeyhten aldığı ve tarîkat şartları dâhilinde devam etttiği zikir ise, salevât okumaktan efdâldir. Çünkü bu zikir, kabûle lâyık olan zikre vesîledir; bununla meşgul olmazsa, öbürüne ulaşamaz.

Bundan dolayıdır ki tarîkat şeyhleri (kaddesallâhü teâlâ esrârahüm), yola yeni girenlerin zikirden başka bir şeyle meşgul olmalarına müsaade etmemiş; farzlar ve sünnetlerle yani sünen-i revâtıb(4)la iktifa etmelerini emretmişler ve onları diğer nâfile ibâdet ve amellerden men‘etmişlerdir.

“Bu açıklamadan da anlaşılmıştır ki; ümmet fertlerinden hiçbir kişi, her ne kadar kemâlâtta yüksek derecelere de ulaşsa, peygamberi ile eşitlik elde edemez. Zira ferdin elde ettiği bütün kemâlât, ancak o peygamberin şerîatine uyması vâsıtasıyladır. Halbuki o kemâlâtın tamamı, aynı şekilde o peygamber aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm için de sâbittir. Hem de ona tâbi olan diğerlerinin kemâlâtı ve kendisine mahsus olan kemâlâtla beraber...

“Yine aynı şekilde bu kâmil fert, asla peygamber mertebesine de ulaşamaz. İsterse o peygambere hiçbir kimse uymasın ve hiçbir fert onun dâvetini kabul etmesin... Zira bütün peygamberler, asâleten dâvet sahibi ve şerîati tebliğ ile memurdurlar; ümmetlerin inkârı, dâvette ve tebliğde bir kusur olduğunu gerektirmez.

“Bu meyanda şu da açıktır ki; hiçbir kemâl (mânevî olgunluk mertebeleri), aslâ dâvet ve tebliğ derecesine ulaşamaz. Zira Allâh’ın kullarının Allâh’a en sevimli olanı, Allâh’ı kullarına sevdiren; (insanları onun dinine) dâvet eden ve (o dini onlara) tebliğ edendir.

“Herhalde şu hadîs-i şerifi duymuş olmalısın:

“Kıyâmet gününde âlimlerin mürekkebi ile Allah yolundaki şehitlerin kanı tartılacak. Ama âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelecektir.’(5)

“Bu devlet yani bu büyük nimet, (peygambere tâbi olmadan elde edilmesi) ümmet için mümkün olmaz. Onlara hâsıl olan ne varsa, bu ancak (peygamberin sünnetine tebaiyet) yolu iledir. Aslın zımnında olan da asıldır. Feri‘ ise asıldan meydana gelmiştir. Binâenaleyh, burada anlatılanlardan da, a‘yân (ümmetin ileri gelenleri) ile tebliğcilerin üstünlüğü anlaşılmalıdır.

“Dâvette ve tebliğde farklı mertebeler olduğu gibi, a‘yân ve tebliğcilerin de dereceleri birbirinden farklıdır.

“Âlimler, şerîatin zâhirini tebliğ ile mükelleftirler.

“Sûfîler ise bâtına ihtimam gösterirler. Hem âlim hem sûfî olmaksa kibrît-i ahmer’dir... [Yani onun gibi çok kıymetlidir, fakat çok az bulunur; o da kâmil ve mükemmil mürşiddir.] Zâhiren ve bâtınen (dîn-i mübîn-i İslâm’ı) tebliğ etmeye lâyıktır... Peygamber sallallâhü aleyhi vessellem’in vekili ve vârisidir.

“Bir cemaat, ‘Resûlüllâh’ın (s.a.v.) hadislerini tebliğ eden muhaddislerin, bu ümmetin en faziletlileri’ olduğuna inandılar.

“Eğer bu cemaat, onların mutlak olarak (zâhiren ve bâtınen) faziletli olduklarına inanıyorlarsa, burada mânevî bir rahatsızlık bahis mevzuudur. Şayet onlar, (sadece şerîatin) zâhirini tebliğ edenlere nisbetle bu inancı taşıyorlarsa, buna müsaade edilir.

“Mutlak fazilet; ancak zâhirî ve bâtınî tebliği, zâhirî ve bâtınî dâveti bir arada toplayan içindir. Çünkü kısaltmada, faziletin ıtlâkına zıt bir kusur vardır. [Yani, zâhir ve bâtındaki dâvet ve tebliğden yalnızca biri ile meşgul olmak bir kusurdur, eksikliktir; dolayısıyla mutlak mânâdaki üstünlüğe aykırıdır.] Bunu anla! Sakın kısaltanlardan olma. [Sadece zâhir veya sadece bâtın ile meşgul olanları, hem zâhir hem de bâtınla meşgul olanlardan üstün görme.]

“Evet; her ne kadar zâhir umde yani esas alınacak unsur, kurtuluşun sebebi ve bereketi bol, menfaati umumî ise de, onun kemâli yani mükemmel hâle gelmesi bâtına bağlıdır. Bâtınsız zâhir tam değil, zâhirsiz bâtın da kıymetsizdir, bir şey addolunmaz. Zâhir ve bâtını birleştirebilen ise, (yukarıda da zikredildiği gibi) kibrît-i ahmer (kabilinden azın azı ve pek kıymetli)dir.

“Ey bizim Rabb’imiz! Bizim için nûrumuzu tamamla. Bizi mağfiret eyle. Muhakkak ki sen, her şeye kâdirsin.’(6)

“Selâm, hidâyete tâbi olanlara olsun.”


DİPNOTLAR
(1) Buhârî; İmâm Gazâlî, İhyâ, 1. cilt, 9. kitap, 1. bâb.
(2) Müslim, İlim, 15; Nesâî, Zekât, 64.
(3) K.K., Cum‘â sûresi, 62/4.
(4) Revâtıb, devamlı yapılan iş-amel, ücret-maaş mânâsına olan “râtıb” kelimesinin cem‘îsidir (çoğulu). Fkıh lisanında, beş vakit farz namazlarla birlikte kılınan müekked ve gayr-i müekked sünnetlere “sünen-i revâtıb” denir. Kuşluk, evvâbin, teheccüd gibi nafile namazlara ise, “regâib sünnetler” adı verilir.
(5) İbnü Abdi’l-Berr, Ebûdderda’dan (r.a.) rivâyet etmiştir; el-Gazâlî, İhyâ, 1. cilt, 1. kitap, 1. bâb.
(6) K.K., Tahrîm sûresi, 66/8.

Go to top