Halis ECE

Kur‘ân-ı Kerim'in birçok yerinde Cenâb-ı Hak, “namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin” buyurarak namazla zekâtı birlikte zikretmiştir. Bu da İslâm'da zekâtın, aynen namaz gibi mühim bir ibâdet olduğunun bir nişânesi/göstergesidir... Müslüman'ın mal varlığı üzerine tahakkuk eden bir hak, yani mâlî bir mükellefiyettir, İslâm'ın beş şartından birisini teşkil eder.

O bakımdan Müslümanlar, zekât mükellefiyetini bir angarya bir külfet gibi değil; bir borcun ödenmesi, hak sahibine hakkının iâde edilmesi olarak îfa eder; bu hâlis niyetle ibâdet neşvesi içerisinde yerine getirir. Zekâtın, malında-servetinde bir eksilmeye sebep olmayacağını, bilakis malının-mülkünün temizlenip bereketlenerek artacağını bilir. Çünkü gerek Kur‘ân-ı Hakîm'de ve gerekse hadîs-i şeriflerde, öyle beyan olunmuştur, ona inanır. Ayrıca zekât, Kendilerine verdiğimiz rızıktan, maddî-mânevî şeylerden infak ederler, Allah yolunda harcamada bulunurlar, mealindeki İlâhî beyan icabınca, kulların kulluktaki sadâkatlerine delâlet ettiği içindir ki, ona sadaka da denilmiştir.

Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) namazı dînin direği olarak bildirdiği gibi, zekâtı da “kantaratu'l-İslâm”(1) yani İslâm'ın köprüsü olarak vasıflandırmış... Böylece zekâtın ana gâyesini açıklamıştır. Buna göre varlıklı olan insanlardan sosyal adâlet, emniyet ve huzurun sağlanması maksadıyla fakirlere-yoksullara ve diğer sınıflara bir mal transferi, servet akışı temin edilecek; servetin muayyen yerlerde toplanmasına meydan verilmeyecektir. Bu maksada hizmet etmeyen, bu gâyeyi gerçekleştirmeyen bir zekât, şeklî ve sembolik bir tatbîkattan öteye geçemez.

Allâh'ın emrini yerine getirmek maksadıyla sırf onun rızâsı için verilen zekât, mükellefin bir taraftan malını temizlediği gibi, öbür taraftan da nefsini cimrîlik illetinden/hastalığından tezkiye eder, temizler.

İslâmiyet, bazı dînî mükellefiyetleri zengin olma şartına bağlayarak zenginliği teşvik etmiştir. Mal hırsı da zaten cibillî bir haslet olarak bünyemize konmuştur. Bu ise maddî-mânevî hayatımızın i‘mârı için, kontrol edilebilir olmak şartıyla, haddizâtında gereklidir.

Dînimizce, alan el olmak yerine veren el olmak matluptur; çünkü veren el, alan elden üstündür.(2)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, “Fakirlik, kâfirlik olayazdı!”(3) buyurarak her ikisinden de Allâh'a sığınır. Bununla birlikte zenginlik aslâ gâye değildir, sadece bir vâsıtadan ibarettir. O bakımdan, “ne pahasına olursa olsun zengin olmak” gibi bir düşünce ve anlayışa asla müsaade edilmez, musâmaha gösterilmez.

İslâm dininde öncelikle her hakkın sahibine verilmesi esastır, haksızlığa göz yumulmaz.

Bir ülkede bir kısım insanlar açlıktan bunalıyor ve insan haysiyetine yakışmayan bir hayat sürdürmek zorunda kalıyorsa, o ülkede yaşayan varlıklı insanlar, elbette ki bu durumdan sorumludurlar.

İşte zekât, bu mes‘ûliyet yükünden kurtulma vâsıtalarından biri olarak dinimizin esasları arasında yer almış mâlî bir ibâdettir.

Yüce dinimiz, hiçbir zaman kişinin kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu kimselerin temel ihtiyaçlarını bir kenara bırakıp, başkalarının yardımına koş dememiştir.

Bu itibarla temel ihtiyaç malları yani zâtî eşyalar; mesken, meskeni olmayanların mesken için aldıkları arsalar, ev eşyaları, binek vasıtası zekâta mevzû teşkil etmez. Bunların dışında kalan ve iktisadî değer taşıyan bütün menkul ve gayri menkul mallar, nakit (altın-gümüş-para) ve her türlü kazanç ve gelirler ise zekâta tâbi olur.

DİPNOTLAR
(1) el-Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb (Terc.) 2, 183. Taberânî Evsat ve Kebîr’inde rivayet etmiştir.
(2) Buhârî, Sahîh, Zekât, 18; Müslim, Sahîh, Zekât, 94.
(3) Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 7, 445.

Go to top