Selamun Aleykum hocam;Hanefi mezhebini taklit eden bir kişi zaruret bulunmadığı halde sadece yeme-içme(deniz ürünleri) hususlarında şafi mezhebini taklit edebilir mi ? Selim Ateş – Facebook
*******
Ve aleyküm selam.
Herhalde ‘Hanefî mezhebine mensup olan bir kişi’ demek istiyorsunuz.
Bu noktada aslolan, herhangi bir “zaruret ve mecburiyet” halleri dışında kişinin kendi mezhebinin hükümlerine, hatta onun da müftâ bih olan görüşlerine uyması gerekir. Keyfi olarak mezhepler arası taklit olmaz.
Hanefi bir Müslümanın, deniz ürünleriyle alakalı ne gibi bir zarureti olabilir ki, kalkıp Şâfiîyi taklit edecek?!
Binaenaleyh taklit edemez, bu asla caiz olmaz. Kaldı ki; dinî ahkâmda içtihatları en isabetli olan Hanefî mezhebidir, bu durum deniz ürünlerinde de geçerlidir. Nitekim son yapılan ‘ilmî araştırmaları’ın sonuçları da ortaya koymuştur; Hanefîlerin haram ve mekruh gördükleri ürünler, sağlık açısından mahzurdan uzak değildir. Midye bunun en bariz örneğidir. Diğerleri de buna keza…
Mevzu ile ilgili detaylı bilgi için ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1058-mezhep-taklidi-ii.html
Hocam selamun aleyküm;Hocam biliyorum artık soruları buradan almıyosunuz ama nerden soracağımı bilemedim..Soru șu :Nur suresi 26.ayette vurgulanan temiz erkekler temiz kadınlar için ,kirli erkekler kirli kadınlar içindir ..Bu ayetin tefsirlerinede baktım ama anlayamadım,günümüzle kıyaslayarak açıklarmısınız.Allah razı olsun.
Hocam birde tevaffuk kavramını açıklarmısınız..teșekkürler
Mehmet Gürbüz – Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
1- “Kötü kadınlar (ve kötü sözler) kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara (ve kötü sözlere), temiz kadınlar (ve temiz kelimeler) ise temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara (ve temiz sözlere yaraşır / yakışır). Bunlar (o temiz kadınlar ve temiz erkekler), o (iftiracıların) dediklerinden / diyeceklerinden çok uzaktırlar. Onlar için mağfiret ve çok değerli / şerefli bir rızık vardır.” [Nûr sûresi, 26]
Bu ayet-i celiledeki ifadeler hususidir. Hz. Âişe (r.anha) validemiz ile ilgili “ifk hâdisesi”ne karışanların yalancı olduklarını göstermeye müteveccihtir. Binaenaleyh, bu ayetlerde geçen mukayesenin / karşılaştırmanın varmak istediği netice şudur: Hz. Âişe (r.anha), Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) yakışan-yaraşan, iffetli bir hanımefendidir.
İbn Abbas’a (r.anhuma) göre ise, bu ayette geçen karşılaştırmalar, “yalanın yalancılara, kötülüğün kötü kimselere yakıştığını” göstermeye yöneliktir. Buna göre, ayetin manası şöyledir: “Kötü sözler kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü sözlere yakışır. Temiz sözler, temiz erkeklere; temiz erkekler de temiz sözlere yakışır. Bu temiz kimseler (Fahr-i Âlem Efendimiz, Hz. Âişe validemiz ve Hz. Safvan) o iftiracıların söylediklerinden uzaktırlar.” [Bkz. İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, ilgili ayet tefsiri]
Evlilikte kefâet / denklik meselesi daha çok ahlakî değerlere bakar. Meselâ Hanefi mezhebine göre kocanın hanıma; nesepte, dindarlık ve takvâda, meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı olmaması gerekir. Fakat bu husus her zaman gerçekleşmeyebilir. Kader’in çok esrarlı hikmetleri vardır. Misâl: Günahlarından tevbe etmiş bir kimseye güzel bir karşılık olarak güzel bir eş verilmesi de bu hikmetlerden biri olabilir. Bu bir.
İkinci olarak da, dileyen dilediği yolu seçebilir, dilediğini tercih edebilir. Bu durumda da haliyle, Allah Teâla’nın istediği temizliği tercih edenler temiz olur, O’nun kıymet hükümlerine göre pisliği tercih edenler de pis olabilirler. Allah (c.c.) bu dünyada kimseyi zorlamıyor. Eğer Rabbimiz zorla, "benim dediğim gibi olacaksınız" buyursaydı hepimizi temiz yaratırdı, hattâ nefis vermezdi, melekler gibi ya da şu câmidat gibi hiç birimizi günâh işleyemez bir biçimde halk eder, olur biterdi. Ama Cenab-ı Hak böyle istememiş, mecbur etmemiş, imtihan sırrına muvafık halk etmiş... Bizleri hem tayyip hem de habis olabilme özelliğinde, ikisinden birini tercih edebilme iradesinde, hürriyetinde yaratmış ve haydi dileyen dilediğini tercih etsin buyurmuştur. Ve işte bunun kaderini de şöylece belirliyor Mevlâ-yi Zû’l-Celâl:
‘Habîs kadınlar habîs erkekler içindir, yani kötü kadınlar kötü erkeklere yaraşır. Habîs erkekler de habîs kadınlar içindir. Hayâsız-iffetsiz kadınlar hayâsız-iffetsiz erkekler içindir; namussuz erkekler de namussuz kadınlar içindir. İffetli-hayâlı kadınlar iffetli-hayâlı tertemiz erkekler içindir, hayâ ve iffetlerini Allah Teâla’nın koyduğu kanunlara-ölçülere göre ayarlayan tertemiz erkekler de, hayâlı ve iffetli tertemiz kadınlar içindir.’
Demek oluyor ki; temiz erkeklere temiz kadınlar, temiz kadınlara temiz erkeler yaraşır, onlar kendilerine ancak onları lâyık görürler. Kötü erkekler de aynen kendileri gibi kötü kadınları eş seçerler, kötü kadınlar da kendileri gibi kötü erkeklerden hoşlanırlar.
Veya kötülük, kötü söz, çirkin söz kötü erkekler hakkındadır, kötü erkeklere de kötü söz yakışır. İyi söz, tayyip söz iyi ve temiz erkeklere aittir, güzel sözler iyi erkeklere, temiz erkeklere yakışır. Kötüler, kötü sözlere dalarlar, iyilerin o kötü sözlerle asla bir ilgisi olamaz.
Evet, burada bir hususa dikkat çekelim. Bir delikanlı düşünün ki, Allahu Teâla’nın ortaya koyduğu temizlik anlayışından uzak bir hayat yaşıyor. İstediği yerlerde istediği kimselerle düşüp kalkıyor. Toplumun âdet haline getirip yadırgamadığı, kanunen suç saymadığı pis yerlere gidip geliyor. Namussuz ve iffetsiz bir hayat yaşıyor. Sonra nihâyet evlenme vakti geldiği zaman da iffetli ve namuslu bir kadın arıyor kendisine eş olarak... Peki, kadın için de aynı şey mümkün mü? Elbetteki hayır. Bırakın nikâh dışı bir ilişkide bulunarak bir günâh işlemeyi, sözlüsünden ayrılan, kocasından boşanan bir kadın bile sanki ebedîyen suçlu görülmektedir. Ama erkek delikanlılık döneminde istediği gibi yaşayacak, istediği şeyleri yapacak fakat evlenirken tertemiz bir kız arayacak ve onunla evlenecek… Tabii evlendikten sonra da yine aynı pislikleri yapmaya devam edecek, lakin evdekinin tertemiz kendisini beklemesini isteyecek...
İşte Rabbimizin bu âyetlerinde böyle bir anlayışa yer olmadığı beyan ediliyor. Hanımının temiz olmasını isteyen erkek, kendisi de temiz olmak zorundadır. Kocasının temiz olmasını isteyen kadın, kendisi de temiz olmaya mecburdur. Öyle değil mi? Sen Allah’a ihanet et, sen kendine ihanet et, sen a‘zâlarına-vücuduna ihanet et, sen kocana / hanımına ihanet et sonrada da karşındakinin tertemiz olması hususunda ısrar et. Olacak şey mi bu?
Öyleyse hanımımız hakkında istediğimizi kendimiz için de isteyeceğiz. Kocamız hakkında istediğimizi kendimiz hakkında da isteyeceğiz. Biz tertemiz olalım ki, tertemiz kadınlar bize gelsin. Biz tertemiz olalım ki hanımlarımız da tertemiz hayatlarını devam ettirsin. Allah’a hainlik yapan, Allah’a karşı gelerek bir hayat yaşayan ne erkeğin, ne de kadının tertemiz insanların kanına girmeye hakkı yoktur. Eğer sen Allah tanımaz, temizlik tanımaz, günah-pislik içinde bir hayattan hoşlanıyorsan, o zaman git keyfine göre yaşayan, Allah tanımaz kimselerle evlen. Niye temiz bir Müslümanın kanına girmeye çalışıyorsun?
Eğer namusluluktan, temizlikten hoşlandığın için temiz bir kadın arıyorsan, sen de namuslu ol. Niye Müslümanların tertemiz kızlarına, tertemiz erkeklerine ihanet ediyorsun? Niye kendi değer yargılarınla başkalarının kıymet hükümlerini sıfırlamaya çalışıyorsun? Ne hakkın var buna!
Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak âdeta;
‘Ey insan, eğer benim kıymet hükmüme (değer yargıma) göre habissen / pissen git dünyada benim kıymet hükümlerime göre yaşamayan birçok kimse var, onlardan biriyle evlen. Git dilediğin gibi yaşa, ama benim tertemiz kullarıma ilişme-bulaşma ve onları kötülüğe doğru çekip sürükleme, onların kanlarına girme. Zira sen buna yaraşır, yakışır ve lâyık değilsin’ buyuruyor.
2- “tevaffuk kavramını açıklarmısınız?”
“Tevafuk” lûgatta; birbirine uygunluk, muvafık oluş, nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak demektir. Günlük hayatta tesadüf kelimesini çok kullanmamıza rağmen, hakikatte tesadüf yoktur, tevafukvardır. Yaratılışta ve devam eden hadiselerde pek çok noktadaki benzerlikler tesadüf değil, tevafuktur.
Tevafuk bir tevhid mührü olduğu gibi, aynı zamanda kâinatın ve insanların başıboş olmadığını gösteren işaretlerdir. Cenâb-ı Hak şu muazzam kâinatı yaratırken, hem Yaratıcı’nın tek olduğunu göstermek, hem de kâinattan daha iyi istifade edilmesini sağlamak için birçok tevafuklarla yaratmıştır. Meselâ, atom ile güneş sisteminin birbirine bir tevafuku ve benzerliği vardır. Modelleri birbirine benzer. Atomun ortasında çekirdek, etrafında da elektronlar döner. Güneş sistemi de aynı şekildedir. Ortada güneş, etrafında da gezegenler döner. Misâller çoğaltılabilir…
Âlemlerin Rabbi olan Mevlâmız, ibda‘ (Hemze-be-dâl-elif-ayn ile; örneksiz olarak bir şey yaratma) ve ihtira‘ (Elif-hı-te-rı-ayn ile: Benzeri görülmemiş bir şey vücuda getirme) sanatını, yani icadını göstermek için her iki sistemde de detayda pek çok hârika farklılıklar yaratmıştır. Fakat ilminde sonsuz modeller olmasına rağmen ikisinde de aynı modeli kullanmıştır. Bunun birinci sebebi elbette tevhid mührüdür. Bu tevafuk zerreyi ve güneş sistemini yaratanın Allah (c.c.) olduğunun ve şirkin müdahalesinin imkânsız bulunduğunun ilânıdır.
İkinci bir husus ise bu tevafuk biz insanlara bir kolaylıktır. Güneş sistemini bilen bir ilim adamı, atomu incelerken, ister inançlı olsun ister olmasın, peşinen zihnindeki model ile atomu ve elektronları inceleyecektir. Model ve tevafuktan istifade ile yapılan bu tarz çalışmalar bilim dünyasına çok şeyler kazandırmıştır.
El ve ayak parmaklarının ve diğer uzuvlarının birbirine tevafuku da kâinattaki tevafuklardan birisidir. Aslında Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’i on parmaklı yaratarak, matematiği de yaratmıştır. On sahifelik de bir talimat vermiştir. Parmak sayısı sayesinde bütün medeniyetler birbirinden haberli habersiz, onlu sayı sistemini kullanmıştır. Yine insan vücudunun veya çiçeklerin, meyvelerin ve diğer mahlûkatın simetrik (mütenâzır) olması da güzellik ve estetikteki Hâlik-ı Zû’l-Celâl’in hâkimiyetinin ve isimlerinin tecellisinin bir göstergesidir. Yine heykeltıraşların ve ressamların sanatlarının icrasında asırlardır kullandığı altın oranlar, Cenâb-ı Mevlâ'nın adl ve hakem isminin birer tecellîleridir.
Bu tevafuklar eski çağların ilim adamları ve filozofları tarafından da biliniyordu. Bunu fark eden geometrinin kurucularından biri -hâşâ- “Allah daima geometri kullanır”demiştir. Gerçekten kâinata bu gözle bakılırsa, yüzümüzde, gözümüzde; ağaçta, meyvede; atomda, güneşte ve yörüngelerinde… velhâsıl kâinatın tamamında gizli bir pergel ve cetvelin ve diğer geometri aletlerinin sürekli çalıştığını fark ederiz. Zaten Kur’ân-ı Kerim’deki birçok ayette de, Cenâb-ı Hak “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık” [Kamer suresi, 49] buyurmaktadır. Zerreleri ve güneşleri başıboş ve ölçüsüz bırakmayan âlemlerin Rabbi, elbette insanların bütün fiillerini de kontrol etmekte ve amelleri, zerrelerde gösterdiği aynı hassas ölçülerle, hesap gününde değerlendirecektir. Yani dünyadaki matematik, ahiretteki matematiğin bir göstergesidir.
Ayrıca bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1033-sans-kelimesinin-kullanimi-hk.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1562-sacmalama-ozgurlugu-cercevesinde-bir-takim-sorular.html
Halis hocam selamlar. "Mevlana Celaleddin-i Rumi" nin ehli sünnet velcemaat itikadına uygunluğu, Mesnevi'nin okunabilir bir kitap olup olmadığı hakkında ne dersiniz. Selam ve muhabbetlerimle… İsim mahfuz
*******
Ve aleyküm selam hocam;
Hz. Mevlana’nın Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itiqadıyla mu‘teqıd olduğu muhakkak, bunda şüphe yok. Fakat mâlumunuz, meşreb itibariyle zikr-i cehrî yoluna müntesip. Dolayısiyle zikr-i hafî ve cehrî farklılıkları ile tarikattaki şathiyyeleri bir vâkıadır, âşikârdır. Bu sebeple hayli tenkide / tenkidlere uğradıkları da malumunuz. Detaylı bilgi için bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1361-mevlana-celaleddin-i-rumi-hazretleri.html
Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidin silsilesi büykleri (kaddesallahu esrarahum), onun hakkında, “tarikatın çocuğu” ifadesini kullanmışlardır. Kendisi zaten velâyet-i suğra makamında bir velidir. Velâyet-i ulyâ bir yana, velâyet-i kübrâ makamında bile değildir. Ama onun hakkındaki bu sözler, bizim gibi âcizler için -hâşâ- bir tenkid filan değil, sadece bilinen-bildirilenler çerçevesinde bir durum tesbitinden ibarettir. Bunu da hâssaten belirtmiş olalım; istismara, yanlış değerlendirmelere meydan vermiş olmayalım.
Mesnevi’yi de gene bu kıstaslar çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Enteresandır, Mesnevi’nin başında Besmele yoktur. Tabii buna te’lif ve tasnif diliyle-usûliyle kendi açılarından mâkul ve mantıklı izahlar getirenler olabilir, mümkündür. Ancak bu sebeple, ilim ve irfan bâbında bizce şahsiyeti-kıymeti müsellem bir zâtın (r.aleyh), Mesnevî hakkında “Besmelesiz kitap” tabirini kullandığını da hatırlatmak isterim.
Ayrıca zikr-i hafî yolu ekâbirinin (kaddesallahu esrarahum) eserlerini, bahusus Mektûbât-ı İmam-ı Rabbâni’yi, Mektuplar’ı, Risâle-i Kibrît-i Ahmer, İksîr-i Ulûlm ve Mârifet gibi eserleri okuyan ve onlardan feyizyâb olan bir mü’minin, Mesnevî ve benzeri eserlerden manevi hazz alabileceklerini zannetmiyorum. Olsa olsa, bâtınî inkıbaz hallerinde edebî bir zevk ya da başka maksatlarla vakit ayırıp okuyabilirler. Yoksa manevi açıdan istifâde ve istifâzaları bahis mevzuu olmaz.
Mevlevî Tarikatı’nın günümüzde geldiği noktadaki hâl-i pür-melâli için de lütfen bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/658-mevlevi-tarikati-nasil-tahrif-edildi.html
Sema ve raks hakkında bkz. http://halisece.com/tasavvuf/291-edebiyat-ve-siir-tasavvufta-raks-sema-teganni-musiki.html
Allah’a emanet olunuz.
Hocam. ……. com. Ve …… …….. kimdir. Bildiklerinizi paylaşirsaniz memnun olurum. Selamun aleyküm. Yakup Yıldırım – Facebook
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) “Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri, dinde aşırılıkları helâk etmiştir!" [Nesâî, Sünen, Hacc, 217] buyurmuşlardır. Aslında sorunuzun cevabı bu hadis-i şerifte mündemiçtir. Daha fazla bir izaha gerek olduğu kanaatinde değilim.
Maamafih bu kişi ve yayın hakkında daha önce de defaatle soruldu ve bu formatın sınırları çerçevesinde cevaplandı. Onlardan birinin linkini aşağıda veriyorum, lütfen dikkatle okuyun. Ne denmek istendiğini rahatlıkla anlayacağınızdan eminim.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2797-usulde-ifrat-tefrit-ve-halife-i-muslimin-e-isyan.html
Selamün aleyküm. hocam biliyoruzki insan cin ve melek farklı yaratıklar, bunun yanında meleklerin peygamberleride farklı, insanların peygamberlerinin belli sıfatları olması gerekiyor, o sıfatlardan biride ismet sıfatı, bu sıfat meleklerin peygamberlerindede varmı? H.Hilmi Özkuyumcu - İstanbul
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
Aslında sorunuzun cevabı da sorunuzun içinde mevcut… Hilkatleri-fıtratları-yaratılışları farklı olduğu için, haliyle mahiyetleri-sıfatları da farklı. İnsanda malumunuz “anâsır-ı erbaa”nın toprak dâhil tamamı var; hepsinden öte nefis var. Kısacası melek melektir, insan beşerdir. İnsan topraktan, cinler ateşten, melekler ise nurdan yaratılmışlardır. İns ve cin mâsum değildir, ancak peygamberler “ismet” sıfatının sahibi olarak mâsumdurlar. Bir de Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.) zâhir ve bâtınının vârisleri ile bazı evliya için “mahfuz (muhafaza olunur, korunur)” tabiri kullanılır.“Mahfuz evliya”,yani Allah Teâla’nın hususi himayesinde olan velilerdir. Bunlar bazı küçük günahları irtikâp etseler bile, küfre, dalâlete, düşmekten korunmuş kimselerdir. Allah (c.c.) dilerse, elbette evliyasını günahın her nev’inden de korur. Buna kim müdahale edebilir ki hâşâ! Bu hususi lütuf, başkaları için bir adaletsizlik olarak da addedilemez. Cenab-ı Hak dilediğini dilediği gibi yapar.
Melekler, zaten mâsum olmaları hasebiyle, peygamberlerinin de ismet sıfatına ihtiyacı yoktur.
Bunları birbirine karıştırmamak lazım!
Bilindiği gibi âlemin efdali, rahmeti, yaratılış sebebi Fahr-i Kâinat Efendimizdir (s.a.v.). Elbetteki ısmet sıfatının da en üst derecesiyle muttasıftır. Melekler ise, nefis sahibi olmamaları ve bizatihi mâsum bulunmaları sebebiyle peygamberleri de ayrıca bir ısmet sıfatıyle muttasıf değillerdir.
“İsmet”, günah işlememek, günahsız demektir. Peygamberler (aleyhimüsselâm), küçük ve büyük hiçbir günah işlemezler. Hiçbir kötü huyları yoktur. Beğenilmeyen, insanı küçük düşüren ve insanların nefret ettikleri şeylerden hiçbiri peygamberlerde bulunmaz. Peygamber olmadan önce ve peygamber olduktan sonra da günahsızdırlar.
Ancak bazı peygamberler hata yoluyla, unutmak-unutturulmak veya evlâ olanı (daha iyiyi) terk etmek suretiyle, bizim bildiğimiz şeklin dışında“zelle” denen bazı hatalar işlemişlerdir. [Muvazzah İlm-i Kelâm, s.184; Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.154] Bunlar da günah tasnifine girmez. Adı üstünde “zelle”dir. Hepsinin de izahı, sebep ve hikmetleri vardır. Tefsirlere, Hadis şerhlerine, siyere dair eserlere bakılabilir. Mesela Ebu'l-Hasen-i Şâzelî hazretleri, atamız Hz. Âdem aleyhisselâmın bilinen zellesi hakkında şöyle der:
“Ne hikmetli bir zelle-hata ki, kıyamete kadar gelecek insanlara tevbenin meşrû kılınmasına vesile olmuştur.” [Hüseyin Cisrî (Terc. Manastırlı İsmail Hakkı), Risâle-i Hamidiye, s. 611]
Hâsılı; peygamberler (aleyhimüsselâm) mâsumdurlar; ümmetlerine üsve-i hasene / güzel örnek olacakları için Allah Teâla onları günah işlemekten korumuştur, hatalarını da zamanında tashih ederek kalıcı olmasını engellemiştir.
İsmet sıfatı (peygamberlerin mâsumluğu), İslâm itikadının mühim bir esasını teşkil eder. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) hakkında buyrulan, "Günahına... istiğfar et (bağışlanmasını dile)" [Mü’min suresi, 55] cümlesini bu inanç esası çerçevesinde anlayıp o istikamette manalandırmak gerekir.
Âlimlerce yapılan te’viller / yorumlar şöyledir:
a. Sözün muhatabı Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) olmakla beraber, asıl hedefi ümmettir. Nitekim “Ve’s-tağfirhu (O’nun mağfiretini dile)’ [Nasr suresi, 3] ayet-i celilesinde Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) istğfar ile emir, emr-i imtina‘ (kaçınma emri)dır. Fahr-i Kâinat Efendimizden günah sâdır olmamıştır ve olmaz. Öyleyse mağfiretten murâd, ümmetidir; ümmetin için mağfiret talep et, demektir.” [Sunguroğlu, Ziya, Notları, s. 94-95]
b. Rasûlullah (s.a.v.) tevâzu gereği kendi hata ve günahından bahseder ve devamlı Allah'tan afv u mağfiret diler olduğu için, bu güzel davranışa uygun bir ifade ile zikredilmiştir.
c. Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.) için günah olan veya onun günah saydığı şey, sıradan insanlar için tabii ve mubah olan davranışlardır. Nitekim kendisi bu istiğfarlar için şöyle buyurmuştur:
“Kalbimin perdelendiği oluyor ve ben günde yüz defa Allah'tan af ve mağfiret diliyorum.” [Müslim, Sahih, Zikr, 41]
Burada “perdelenme” diye terceme ettiğimiz kelime, “Allah'ı zikr ve hatırda tutma mevzuundaki inkıta‘/kesiklik” olarak açıklanmıştır. Yani Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) her an Allah’ı zikr ve bu şuur içinde yaşamaktadır, bu şuurda-idrâkte anlık kesintileri dahi günah addedip onlara da tevbe etmektedir.
Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimizin (s.a.v.), bütün mü’minler için Allah Teâla’dan af ve mağfiret dilemesinin istenmesi, onun şefaat salâhiyetinin büyüklüğünün bir delili olarak da değerlendirilmiştir.