Sayın hocam Allah sizden razı olsun. Bir kaynakta Rabbimin sıfatlarının tecellisi izah edilirken bir bölüme rastladım ve biraz aklım karıştı yani bilgilerin doğruluğundan emin olamadım aşağıda paylaşacağım, çok da zamanınızı almak istemediğimden eğer sıkıntı yoksa bir izahat yapmadan "doğru" demeniz kâfidir benim için. Yazıda asıl aklıma takılan kısım "Allah'ın tecellilerinin farklı mahluklara göre farklı derecelerde olduğu ve belli sınırlarda olduğu" ifadesi olmuştur, bu ifade ile Allah'a bir hudut, sınır çizilmiş olur mu?. Teşekkür ederim. Hayırlı günler dilerim. Doruk Baş
*******
Sevgili kardeşim; Rabbim sizlerden râzı olsun. Size de hayırlı günler…
Allah Teâla’nın yarattığı her şeyde mutlaka pek çok hikmetin bulunduğuna şüphe yoktur. Ancak, Allah’ın sıfatlarının sonsuz olması, bu sıfatların tecelli ettiği varlıkların da sonsuz olmalarını gerektirmez. Bu sebeple, Allah’ın sonsuz hikmetinin varlığından hareketle her şeyde sonsuz hikmet vardır demek isabetli değildir. Zira varlıkların hepsi, kabiliyetleri sınırlı, vücutları sınırlı, yapıları sınırlı olduğundan, onlarda tecelli eden isim ve sıfatların tecellisi de sınırlıdır. Nitekim her sıfatın tecellilerinde pek çok mertebelerin bulunduğu kabul edilmektedir. Meselâ, bir sineği yaratmadaki HÂLIK isminin tecellisi ile güneşi yaratmadaki HÂLIK isminin tecellisi aynı değildir. Keza, bir karıncanın hayatında tecelli eden HAKÎM isminin hikmet tecellisi ile bir insanın hayatında tecelli eden HAKÎM isminin tecellisi çok farklıdır.
Sözünü ettiğiniz ifadelerin tahliline gelince…
Söz konusu ifadelerde akla takılacak bir şey yok aslında... Böyle bir üslûpla ne diye “Allah'a (kudretine) bir hudut, sınır çizilmiş olsun” ki? Elbette her mahlûka farklı tecellîleri olmuştur ve olur Mevlâmızın… Nitekim hepsinin yaratılış gayelerine göre kabiliyet ve istidatları, mükellefiyet ve mes’ûliyetleri muhteliftir, farklı farklıdır. İnsan nev’inde bile maddî ve manevî açıdan nail oldukları tecellilerde o kadar farklılıklar vardır ki, saymakla bitmez… Bunun aslı nereye dayanır, sebebi ve hikmeti nedir? Tabii ki ilahi tecellîlerin farklılığıdır.
Tecellînin zâhir plandaki açıklaması kısaca böyledir.
Peki, tam olarak tecellî nedir, onu görelim.
Tecellî, kelime olarak Arapça isimdir. Celâ ve celv mastarındandır, cem’îsi “tecelliyât” gelir.
Lugat manası; açığa çıkmak, âşikâr olmak, görünmek, zuhur etmek manalarınadır.
Tasavvuf ıstılâhında ise “tecellî”, gaybdan gelen Hak nûrunun tesiriyle makbul kulların kalbinde ilahi sırların ayân olması hâli… kısaca buna, kalbde zâhir olan nurlardır da diyebiliriz. [Bkz. İbn Arabî, Kâşânî, Târifât] Guyûbun yani görünmeyenin kalblerde görünür hâle gelmesi… Her ilahi ismin, tecelli ettiği yere ve yöne göre çeşit-çeşit şekilleri vardır. İçinden tecellîlerin zâhir olduğu gayblar yedidir:
1- Gaybü’l-kalb
2- Gaybü’r-rûh,
3- Gaybü’s-sırr,
4- Gaybü’l-hafâ,
5- Gaybü’l-ahfâ,
6- Gaybü’n-nefsi’n-nâtıka
7- Gaybü’n-nefsi’l-küllî (Buna Gaybü’l-letâifi’l-bedeniyye de denir).
Tecellî tabirinde daima bir gaybdan şuhûda, karanlıktan aydınlığa, bilinmezlikten bilinirliğe, belirsizlikten belirliliğe geçiş vardır. Bir nevi setr’den açığa çıkma, perdenin / hıcâbın açılmasıyla âşikâr olma durumu vardır.
Tecellî sâlike bazen cezbe, bazen de sükûn verir.
İlk tecellî zâtî tecellidir. Yani Hakk’ın Hak için, ilahi zâtın yine kendisi için tecelli etmesidir. Bu ehadiyyet mertebesidir. Burada sadece zât ve O’nun vahdeti / birliği bahis mevzuudur. Zâttaki bu vahdet, ehadiyyetin ve vâhidiyyetin menba’ıdır.
İkinci tecellî, ilk taayyündür (belirti): Mümkün varlıklara ait aynlar bu tecelli ile zâhir olur. Buna ilk taayyün de denir. Bu tecelli ile hak, isimlerdeki nisbetler ile ehadiyyet mertebesinden vâhidiyyet mertebesine iner.
Üçüncü tecellî, uhûdî tecellîdir: Nûr ismini alan varlığın zahir olması, bu da Hakk’ın isimlerinin suretleriyle ekvânda (kâinatta-âlemde) zahir olmasıdır ki, esasen ekvânda isimlerin sûretleridir. Bu zahir olma hali bir mededdir. Bu da her şeyin varlığının esası olan Rahmânî nefs’den ibarettir.
Zâtî tecellî: İlahî zâtın, zâtı için tecelli etmesidir.
Sıfâtî tecellî: Allah’ın sıfatlarından birinin, kulunun kalbinde zahir olmasıdır.
Fiilî tecellî: Allah’ın fiillerinden bir fiilin kulun kalbinde zâhir olmasıdır. Allâh’ın fiil tecellisine mazhar olan bir sâlik, âlemdeki bütün fiilleri Hak’tan bilir, “Lâ fâile illallah” der. Bu tecellîlerde sıra ile sıfatta mevsuf, isimde müsemmâ, fiilde fâil mülâhaza ve müşâhede edilir. Cenab-ı Hak her an her yerde ve her şeyde tecellî etmekte, yani kendini göstermektedir. Ama bunu herkes, her göz göremez. Bu, basiret ehlinin kârıdır. Bahri Dede’nin (rahmetullahi aleyh) dediği gibi;
Cihan-ârâ cihan içredir ârâyı bilmezler / Şu mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler
Hâsılı, tecellide insanlar farklı mertebelerde bulunurlar. Nitekim bu vaziyeti Yunus Emre (k.s.) beyitlerinde şöyle dile getirir:
Hallâk-ı cihan âleme etmekte tecellî / Her âdemi bir hâl ile kılmış müteselli
Tecellîden nasîb erdi kimine / Kiminin maksudu bundan içeru
Daha pekçok farklı açılardan ele alınıp tahlîli edilebilir tecelli… Ama kanaatimce bu kadarı kâfidir, hatta fazla bile sayılır. Çünkü bu gibi bilgiler zahir ilminin kaal sahasını değil, bâtın âleminin hâl cevelengâhını alâkadâr eden mevzu ve meselelerdir.
s.a hocam namaz kıldırırken cübbe giymenin hükmü nedir birde cübbe yerine ceketle kıldırsak sakıncası varmıdır.
*******
v.a.s. kardeşim;
Cübbe de sarık gibi sünnettir; usûl ulemâsı tarafından Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) fiilî sünnetleri arasında ve âdet kısmı içinde değerlendirilir. Yani Sünnet-i zevâid’dendir. Zira bu türlü giyim tarzı, Rasûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v.) içinde doğup büyüdüğü, uzun seneler birlikte bulunduğu cemiyetin örfüydü-âdetiydi… Nebîler Serveri (s.a.v.) de buna uygun hareket ediyordu. Binaenaleyh şeriat sahibi Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) âdetine uygun hareket eden kimse de, elbette onun sünnetine ittibâ sevabına nail olur.
Tabii ki cübbe yoksa ceketle kıldırırsın, mevcut olanla iktifa edersin. Hatta ceket de yoksa gömlekle kıldırırsın, kıldırabilirsin. Fakat bu durumlarda tam olarak sünnete mutabakat olmadığından, haliyle sevabı da ittibâ bakımından o nisbette az olur.
Ancak şunu da unutmayalım; Rasûl-i zîşân Efendimizin (s.a.v.) giydiği cübbe, tam olarak bizim imamlarımızın giydiği cübbeler gibi değildi. Hadis-i şeriflerde anlatıldığına göre, “ridâ” adı verilen o giyecek, belki daha çok bizim abalara benziyor, yenleri olabildiğine geniş, abdestte veya namazda tekbir esnasında ellerin rahatça alttan çıkartılıp tekrar konulabildiği, çok uzun da olmayan bir kıyafetti. Dolayısıyla bizim bugün imamlarımızın giydiği cübbe ile, Nebîler Serveri Efendimizin (s.a.v.) cübbesi arasında da bire bir muvafakat-mutabakat olduğu söylenemez. Hele siyah rengin tercihi hakkında, herhangi bir rivayet yoktur. Zaten son senelerdeki uygulamalarda da, daha çok açık renkler tercih edilmeye başlandı.
***
Hanefi fukahasına göre amel bakımından sünnet iki çeşittir.
Birincisi, uyulması hidâyet, terki dalâlet olan sünnettir ki, ibadetlerle alakalıdır ve bunlara “Sünnet-i hüdâ” denir. Mesela Bayram namazı, ezan ve kamet gibi sünnetler, "Sünnet-i hüdâ" olarak tavsif ve tarif olunurlar. Sünnet-i hüdâ’yı terk etmenin hükmü, isâet (günah) ve kerahet icap etmesidir. Yani o kişi, delâlete nisbet edilmeyi, yerilip kınanmayı ve zemmi hak eder.
İkincisi, uyulması güzel, terki mubah olan ve ibadetlerle değil, âdetlerle alakalı olan sünnettir. Buna Sünnet-i zevâid denilir. Sünnet-i zevâid fer'î meseleleri içine alır. Mesela Efendimizin (s.a.v.) elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması bu kabil sünnetlerdir. Bunları yapanlar da sevâba kavuşur. Bunlara sevâb verilmesi için, illâ ki niyet etmek de lâzım değildir. Fakat sünnete uymaya niyet edilirse, sevâbı çoğalır, kat kat olur. Keza, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) savaşa giderken deveye binmiştir, bu da bir zevâid sünnettir. Fakat hayatında hiç deveye binmeyen kimse, sünnete muhâlefet etmiş sayılmaz. Zira deve, o zamana ait bir ulaşım vasıtasıdır. Sünnet-i zevâid’in yani âdet kabilinden olan bu sünnetlerin terki, isâet ve keraheti gerektirmez. Ancak kişi, o sünneti terk ettiği zaman, işlediğinde alacağı sevaptan mahrum kalmış olur. Mesela Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) sarık hakkında şöyle buyurmuşlardır:
"Sarıkla kılınan iki rek’at namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rek’attan daha hayırlıdır." [Tâcu’l-Usûl, c. I, s. 169] O bakımdan mümkün olduğunca -hiç olmazsa evlerimizde- sarık kullanmaya ve taylasan usûlünü tatbik etmeye gayret etmek iyi olur.
Üstâzünâ Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de buyurmuşlardır ki: "Münferiden namaz kılkılmaktan cemaatle kılmak, 70 derece efdâl olduğu gibi, imâmeli (sarıklı) kılmak dahi 70 derece efdaliyet var. İmâme, imamlar için sünnet-i müekkede olup, tatbiki zarûridir, ihmâl gerekmez." [Ahbab Hocaefendi, Notlar, s. 35]
Ayrıca şu linke de bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/850-takke-takmak.html
Hocam Allah sizden razı olsun. Selâmün Aleyküm. Halis Hocam benim sorum hacamat ile ilgili olacak. Hacamatı hangi zaman dilimlerinde yaptırmak gereklidir/efdaldir(gün,ay, mevsim). Hacamatın öncesinde ve sonrasında nelere dikkat etmek gerekir. Şimdiden teşekkür ederim. Doruk
*******
Ve aleyküm selâm. Rabbim cümlemizden razı olsun.
Sorularınızın cevabına gelince…
(1) Bazı hadis-i şeriflerde pazartesi, salı veya perşembe günleri, Kameri ay içinde de 17, 19 ve 21’inci günler hacamat yapılması tavsiye edilmiştir. [Bkz. Ebu Dâvûd, Sünen, Tıb, 5; Tirmizî, Sünen, Tıb, 12; İbn Mâce, Sünen, Tıb, 22]
Hz. Nâfi (rh.) anlatıyor:
Abdullah ibn Ömer (r.anhuma) bana şöyle dedi:
- Yâ Nâfi! Kanım fazlalaşmak suretiyle bana galebe çaldı. Bu sebeple benim için bir hacamatçı ara. Gücün yeterse faydalı ve bu işi iyi beceren bir hacamatçı seç. Bulacağın kişi ne çok yaşlı, ne de küçük yaşta bir çocuk olsun. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmakta şifa ve bereket vardır. Hacamat akıl ve hıfzetme / ezberleme gücünü arttırır. Artık kim hacamat olmak isterse, Allah’ın ismini anarak (Besmele’yle); Perşembe günü hacamat olsun! Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri de hacamat olmaktan sakınınız! Pazartesi ve Salı günüde hacamat olunuz! Çünkü Allah Teâlâ Eyyûb’u (aleyhisselâm) belâdan bugün kurtarmıştır. Çarşamba günü de hacamat olmaktan sakının! Çünkü Allah Teâlâ, Eyyûb’u (a.s.) Çarşamba günü belâya çarptırdı! Şüphesiz, Cüzzam ve Baras (Alaca) hastalığı Çarşamba günü veya Çarşamba gecesi dışında hiçbir (gün ve) gecede meydana gelmez!” [İbn Mâce, Sünen, Hadis no: 3487, 3488]
Ayrıca vücudun hangi bölge ve damarlarından kan alınmasının uygun olacağına dair bazı bilgilere ve uygulama örneklerine de yer verilmiştir. Bu hususta varid olan bazı hadisler şöyledir:
Ebu Kebşe el-Enmârî (r.a.) şöyle dedi:
Nebî (s.a.v.), başından ve iki omuzu arasından hacamat oldu ve şöyle buyurdu:
“Kim şu kanları akıtırsa, artık başka bir hastalık için bir başka yolla tedavi olmasına gerek yoktur.” [İbn Mâce, Sünen, Hadis no: 3484; Ebu Davud, Sünen, H. No: 3859]
Hz. Câbir (r.a.) anlatıyor:
“Rasûlullah (s.a.v.), kendisinde bulunan bir ağrıdan dolayı kalçasından hacamat oldu.” [Ebu Davud, Sünen, Hadis no: 3863]
Gene Câbir (r.a.) dedi ki:“Nebî (s.a.v.) atının üstünden, bir hurma dalı üzerine düşerek ayağı çıkmıştı.. Bir incinmeden dolayı ayağının üstüne hacamat yaptırdı.” [İbn Mâce, Sünen, Hadis no: 3485]
Abdullah bin Buheyne’den (r.a.) şöyle rivayet olundu: “Nebî (s.a.v.) ihramlı iken Mekke yolunda Lahyu Cemel mevkiinde başının ortasına hacamat yaptırdı.” [Buhari, Sahih, 12, 5734; Müslim, Sahih, H. No: 1203/88; Nesei, Sünen, H. no: 2850; Dârimî, Sünen, 2, 37; İbn Mâce, Sünen, Hadis no: 3481, İbn Hibban, Sünen, H. no: 3953; Beyhaki, Sünen, 5, 65]
Hadislerde beyan olunanları şöyle özetleyebiliriz:
Hacamat, vücutta beş yerden yapılır:
a) Başın ortasından,
b) Boyundan,
c) İki omuz arasından,
d) Kalçadan ve
e) Ayaktan.
Hacamatla meşgul olan tecrübeli ve ehil kişiler, bu yerleri zaten bilirler.
***
Hadislerde mevcut tavsiye ve bilgiler, o dönemdeki tıp âlimlerinin tesbitleriyle uyum içindedir. Meselâ bu âlimlerin kanaatine göre, ayın hareketine bağlı olarak kan basıncının arttığı, ay ortası ile onu takip eden haftanın hacamat için en uygun zaman dilimi olduğudur. Dolayısiyle âcil durumlar hariç, hacamatın bu zaman içinde ve belirlenen günlere denk getirilerek yapılmasının daha faydalı olacağı yönündedir.
Kezâ, ayın kendi yörüngesi üzerindeki çeşitli konumlarına göre denizlerde, hatta karalarda ve atmosferde med ve cezir hadiselerinin meydana geldiği, bunun da yeni ay ve dolunay dönemlerinde en yüksek seviyeye ulaştığı da bilinmektedir.
Günümüzde yapılan bazı araştırmalar, ayın insan vücudu üzerinde de benzer tesirler meydana getirdiğini, dolunay günlerinde vücuttaki hormon ve sıvı dengesinde değişmeler görüldüğünü, kadınlardaki doğum ve âdet görme kanamalarının daha şiddetli olduğunu ortaya koymuştur.
Bu sebeple hacamat için belli zaman dilimlerini tavsiye eden hadislerin, yeni ilmî araştırmalar ışığında değerlendirilmesinde de dikkat çekici sonuçların çıkacağı anlaşılmaktadır. Kısacası bu alanda araştırma yapan tıb uzmanlarına epeyce iş düşmektedir.
***
(2) Bu işin uzmanlarınca hacamattan önce yapılması tavsiye edilenler:
- Hacamattan en az 2 saat (mümkünse 6 saat) öncesinde bir şey yememiş olmak gerekir. Tok karnına hacamat zararlıdır. Nitekim yukarda zikrettiğimiz hadis-i şeriflerde de belirtildi.
- Eğer rahat tutulabiliyorsa oruçlu olmak iyidir ve hacamatta faydayı artırır. [Malumunuz, Hacamat yaptırmak, kan aldırmak orucu bozmaz. Bununla birlikte vücudu güçsüz bırakacak kadar kan aldırmak mekruhtur. O bakımdan bilhassa ramazanlarda uygun olan, bunu iftardan sonraya bırakmaktır.]
- Hacamattan 2 saat önce “gerçek” bal ile yapılmış bal şerbeti içmek çok faydalıdır.
- Hacamattan önceki gece uykusunu almış olmak hacamatın faydasını daha çok hissetmek açısından iyidir.
- Bir gün öncesi cima yapmamış olmak vücudun kuvveti bakımından iyidir.
- Hacamattan önce vücudu aşırı yoracak ve halsiz bırakacak ağır işlerden kaçınmak (bu hacamatın faydasını daha iyi hissetmek açısından) gerekir.
- Şeker, kansızlık, hemofili gibi bilinen bir hastalık varsa mutlaka haccam bilgilendirilmelidir.
- Hacamat sırasında boş şeyler konuşmayıp, Allah’tan şifa istemek ve kişinin ezberden bildiği kadarı ile Kur’an okuması çok iyidir.
Hacamattan sonra yapılması tavsiye edilenler:
- Bal Şerbeti içilmesi tavsiye olunur.
- 24 saat süre ile yağlı, hazmı ağır ve hayvanî gıdalar (et, süt ve süt ürünleri, yumurta gibi) tüketilmemesi hacamatın tesirini artırmak açısından çok iyidir. Hatta bunu iki güne çıkarmak daha iyidir.
- Ekşi, tuzlu ve acılı gıdalar tüketilmesi tavsiye olunur.
- Hacamattan sonra 24 saat zarfında gerekmedikçe banyo yapılmaması, mutlaka banyo yapmak icap ederse, sıcak banyo yapmamak gerekir.
- Hacamattan sonra 24 saat cima yapılmaması tavsiye olunur.
- O gün beden (ağır işlerden kaçınmak sureti ile) istirahat ettirilse hacamatın faydası daha fazla olur.
- Hacamattan hemen sonra uyumamak iyidir. İllaki uyumak istenirse, hiç olmazsa 3-4 saat sonra uyunması tavsiye olunur.
Muhterem hocam selamlar saygılar, değerli yazılarında sanal âlemdeki arkadaşlarının istifade ettiğine inanıyorum. Fakat öyle insanlar biliyorum ki, her gün sabahtan akşama, akşamdan gece yarılarına kadar, ailesine ilgisini de asgariye indirerek, lüzumlu lüzumsuz internette faydalı şeyler yapıyorum adına (daha çok facebook) meşgul olup, günde 1 sayfa, haftada bir cüz, en azından ayda bir hatim Kur'an-ı kerim okumayanlar hakkında bir yazı ikram edebilir misiniz. (İsim saklıdır!)
*******
Çok değerli kardeşim; bilmukabele selam ve muhabbetler…
Evet, maalesef manzara aynen öyle.
Facebookta da sadece yazıları girip, soruları almak için bulunuyordum. Şimdi ise tamamen kapattık mâlumunuz. Serzenişlerinizde çok haklısınız. Öyleleri var ki, buralarda dolaşmaktan ne ailesiyle, ne çevresiyle, ne hayırlı bir hizmetle ilgileniyor… Üstüne üstlük yine dediğiniz gibi faydalı işler yaptığı vehmiyle buralarda güzelim vakitlerini öldürüyor, günde bir cüz bile Kur’an-ı Kerim okumuyor.
Hatırladığım kadarıyla daha önce de bu yaraya parmak basmış ve bendenize aynı hatırlatmada bulunmuştunuz. Biz de bir başka sitede o hususta epeyce uzun sayılabilecek tarzda mü’min kardeşlerimizi uyarıcı bir çalışmayı paylaşmış idik. Aynı yazıyı müsaadenizle buraya da aktarmak istiyorum. Tekrar selâm ve dualarımla…
***
Mesajın sahibi değerli kardeşimiz, hastalığın teşhisini de koymuş tedavisi için yapılması gerekeni de belirtmiş. Kanaatimce bize düşen sadece mü’min için Kur’an okumanın lüzumu, faydası; okumamanın yanlışlığı, maddî-manevî hayatımız üzerindeki olumsuzlukları / zararları üzerinde durmak olacak.
Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki: “Sonra biz o Kitab'ı (Kur’an), kullarımız arasından seçtiklerimize mîras olarak verdik. Onlardan (insanlardan) kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır (orta yolu tutar), kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazilet/lûtuf budur.” (Fâtır suresi, 35/ 32)
Hemen herkes bilir ki, verâsette en büyük pay, mûrise (ölene) en yakın olanındır. Madem ki Kur’an bize Rabbimiz tarafından miras bırakılmış ve bu mirasın varisleri de yakınlık / fazilet / üstünlük durumuna göre üç sınıfa ayrılmışlar; neden en yakın ve en çok pay alanlardan olmayalım… Niçin onu daha çok okuyup hayatımıza uygulamakta müsabakaya girmeyelim… Manevi yarışta öne geçmek için gayret sarf etmeyelim…
Bizi bundan engelleyen nedir; şeytandan, şeytanlaşmış insanlardan ve nefsimizden başka… Onlarsa bizim apaçık düşmanlarımız.
Gelin, onların dediklerine boyun eğmeyelim. En büyük sermayemiz olan vaktimizi-ömrümüzü boş ve lüzumsuz şeylerle heder etmeyelim. Dilimizi, gönlümüzü, ruhumuzu; evimizi, işyerimizi, büromuzu mutlaka Kur’an’la süsleyelim. Mâlâyâni ile meşgul olmak yerine, Allah’ın Kitabını okuyalım. Düşmanlarımızı güldürüp dostumuz olan ruhanileri ağlatmayalım. Bakınız Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) buyurmuşlardır ki:
"Kur’an-ı Azimüşşanı evlerinizde çok okuyun... Bir ev ki, o evde Kur’an-ı Kerim okunmuyorsa, onun hayrı az, şerri çok olur. Ve o ev, içindekilere dar gelir, onları sıkar (onlar da kendilerini dışarı atmaya çabalarlar).” [Muhtâru’l-Ehâdîs, Hadis no: 221; Ayrıca bkz. Süyûtî, el-İtkan, 1, 105]
Kur'an-ı Kerim ezberi de çok mühimdir, Allah (c.c.) katında pek makbul bir ibadettir. Hadis-i şerifte, “Kalbinde, Kur’ân’dan bir miktar bile bulunmayan kimse, harap olmuş ev gibidir.” [Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 18/2913; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1] buyrulmuştur.
Mü’minin ezberindeki Kur’an, okudukça Cennet’te de derecesinin yükselmesine vesile olacaktır. Ebu Saîdi'l-Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
"Kur'an ehli (onu okuyup, onunla amel eden) Cennet’e girdiği vakit, kendisine:
‘Oku ve yüksel!’ denilir. O da okur ve yükselir. Her ayet için bir derece verilir. Böylece o bildiği ayetleri sonuna kadar okur (ve her biri için bir derece alır)."
Bazı hadis-i şeriflerde, Cennet’teki derecelerin miktarının, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin sayısına denk olduğu ifade edilmiştir. Cennet’te, mü'mine Kur'an'dan ezberlediği ayet sayısınca derece verileceği bu hadis-i şerifte ifade edilmektedir. Buna göre Kur'ân hâfızları, ihlâs üzere Kur'ân'la amel etmek şartıyla, ahirette en yüce mertebelere erişecek demektir.
Bazı âlimler hadisten, ahirette Kur'ân'ı her okudukça mertebe kat’edileceğini / alınacağını anlamıştır. Bu durumda Kur'ân ehlinin mertebeleri, devamlı artacaktır ve buna bir hudud koymak mümkün değildir.
Ayrıca hadis-i şerifte, "Kur'an hâfızı" değil, "Kur'an ehli" deniyor. Bu durum, ebedî yükselme imkânının, hâfız olmayanlara da açık olduğunu ifade eder. Kur'an-ı Hakîm’in hakkını vermeyen kimseler, hâfız da olsalar onların derecesi sınırlıdır. Şu halde esas olan, hakikaten Kur'ân ehli olmak / olabilmektir. [Bkz. Canan, İbrahim,Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 17, 489, Hadis no: 7124]
***
Peki Kur’an-ı Kerim nasıl okunmalı
Şir’atü’l-İslâm’da ekabir’den bazılarının şu sözleri naklediliyor:
“Kur’an-ı Kerim'i okurken, zevk alamıyordum. Sonra onu okurken Rasûlüllah’ın ashabına okuduğu hali aklıma getirdim ve öyle okumaya çalıştım. Biraz zevk alabildim. Ve sonra bir makam daha yükseldim ve Cebrail aleyhisselâmın Rasûlüllah’a (s.a.v.) Kur’an okuduğu hali düşünerek sanki onların huzurunda okuyormuşum gibi okumaya başladım. Biraz daha zevk aldım. Derken kendimi öyle farz ettim ki, sanki uçsuz bucaksız bir sahradayım ve ben orada Kur’an okuyorum, sadece Hz. Allah dinliyor. İşte o zaman okuduğum Kur’an’dan tam zevk almaya başladım.” [Seyyid Ali Zâde, a.g.e., s. 61]
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Kur’an-ı Kerim'i okurken ağlayınız. Eğer ağlayamıyorsanız, ağlar gibi (mahzun mahzun) okuyunuz” [İbn Mâce, Sünen, İkametü’s-salah, 176] buyuruyorlar.
İbn Mes’ûd (r.a.) hazretleri anlatıyor: Bir gün Rasûlüllah (s.a.v.) bana, Kur’an oku diye emretti. Ben de “Ya Rasûlellah! Ben sana nasıl Kur’an okuyayım ki, o Kur’an sana nazil oldu” dedim. Efendimiz (s.a.v.), “Ben onu başkasından dinlemeyi de severim. Bana Kur’an oku” buyurdu. Ben de Sure-i Nisa’dan okudum. Ne zaman ki, “Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onların (hepsinin) üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım (kâfirlerin) hali ne olacak!..” [A.g.s., 4/41] ayetine geldim ve onu da okudum. Rasûlüllah (s.a.v.) “Kâfi kâfi...” dedi. Ben de okumayı bıraktım. Bir de baktım ki, Rasûlüllah’ın her iki gözü de yaş döküyordu.
Hazret-i Ebu Bekir (r.a.) de Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) bu emrine uyarak hazin hazin Kur’an okur ve ağlardı…
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) son zamanlarında hastalığı artıp, namaz için mescide çıkamayacak hale gelince, “Ebu Bekir’e söyleyin, İmam olsun, geçip namazı kıldırsın” diye emretti. Hz. Ebu Bekir’in kızı ve Rasûlümüzün hanımı, annemiz Hz. Âişe (r.anhum), “Yâ Rasûlellah! Babamın kalbi çok yumuşaktır ve Kur’an okurken dayanamaz çok ağlar; ne olur onu bu vazifeden affet” diye yalvardı. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) aynı emri tekrarladı ve Rasûlüllah’ın emri Hz. Ebu Bekir’e tebliğ edilip, “Geç imam ol!” denince: mihrabı Rasûlüllah’sız gören Hz. Ebu Bekir, daha Kur’an okumaya başlamadan, gözyaşlarına boğuldu.
Evliyaullah’dan Salih Merrî hazretleri şöyle anlatıyor: Bir gece rüyamda Rasûlüllah’ı (s.a.v.) gördüm. Bana, kendisine Kur’an okumamı emretti. Ben de bir miktar Kur’an-ı Kerim okudum. Beni dinledi, Kur’an okumayı bitirince, “Yâ Salih! Bu okuduğun Kur’an’dır. Ama hani bunun ağlaması?” buyurdu.
***
Kur’an okuyanlara müjdeler
“Kıyamet gününde insanların hesabı bitinceye kadar üç çeşit insan miskten mâmul (yapılmış) tepeler üzerinde oturup istirahat ederler. Onlar için ne korku ve ne de hesap endişesi vardır.
Birincisi: Kur’an-ı Kerim’i yalnız Aziz ve Celil olan Allah’ın rızâsı için okuyan ve kendisinden râzı oldukları halde bir kavme imamlık eden kimsedir.
İkincisi: Aziz ve Celil olan Allah’ın rızâsı için, bir mescitte müezzinlik edip insanları Allah’a ibadete davet eden kimsedir.
Üçüncüsü: Dünyada mal ve servete sahip olup, bu servet kendisini, Allah’a kulluktan ve ahiret için amelden alıkoymayan kimsedir.” [İmam Gazali, İhya Tercümesi, Bedir Yay. İst. C. 1, S. 395]
Hz. Ali ibni Ebi Talip (r.a.) anlatıyor: Bir gün Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Beni Hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, benim ümmetim dininin aslından ve cemaatından 72 fırkaya ayrılacaktır ve bu 72 fırkanın hepsi dalâlettedirler. Cehennem’e çağırılacaklardır. İşte bu zaman geldiğinde size benim tavsiyem; Aziz ve Celil olan Allah’ın Kitabı’na sarılmanızdır. Muhakkak ki onda, sizden evvel geçmiş milletlerin haberleri ve sizden sonra geleceklerin de haberleri vardır. Ve aranızda nasıl hükmedeceksiniz, onlar da vardır. Kim ona düşmanlık ederek muhâlefette bulunursa, Allah onun belini kırar. O, Allah’ın sağlam bir ipidir (ona tutunan kurtulur). O, Allah’ın açık bir nûru ve menfaat veren şifasıdır. O, yapışanı kurtaran ve tâbi olanı necâta erdirendir. Kim ona yapışırsa, asla yamulmaz. O onları doğrultur. Asla hak yoldan sapmaz, dosdoğru olur. O Kur’an’ın incelikleri, acâyibatı (hayranlık veren, anlaşılmaz sırları kıyamete kadar) hiç bitmez, devam eder. Ve onu okuyan, tekrar tekrar okumaktan asla usanmaz”.
Hazret-i Huzeyfe (r.a.) anlatıyor: Ümmet arasında böyle ayrılıkların meydana geleceğini Rasûlüllah’tan (s.a.v.) öğrenince, dedim ki; “Ya Rasûlellah! O zamana yetişirsem bana ne tavsiye edersiniz?” Rasûlüllah (s.a.v.) da cevaben buyurdu ki: “Allah’ın Kitabı’na yapış, onu öğren ve onun hükmü ile amel et, kurtuluş yolu ancak budur.”
Hz. Huzeyfe sualini Rasûlüllah’a üç kere tekrar ediyor. Peygamberimiz (s.a.v.) de her üçüne de aynı cevabı veriyor. [İbn Mâce ve Tirmizî’den, İmam Gazali, İhya Tercümesi, C. 1, S.823- 24]
***
Kur’an ve “Sekîne”
Ashap’tan Esid ibni Hudayr (r.a.) başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatıyor:
Bir yolculukta idim. Ve gece sahrada kalmam icap etti. Yanımda küçük oğlum Haydar ile atım vardı. Atımı bağladım, oğlumu yatırdım, ben de yatmadan biraz Kur’an okuyayım dedim. (Ve bir rivayette) Sure-i Mülk’ü, (diğer rivayette ise Sure-i Bakara’yı) okumaya başladım. Atım öyle bir kükreyip şaha kalktı ki, oğlum Haydar’ı çiğneyecek diye korkup, okumayı bıraktım. Atım da sâkinleşti. Etrafa baktım bir şey görülmüyordu. Biraz sonra yine okumaya başladım, yine aynı şekilde atım şaha kalktı, yine okumayı kestim. Üçüncüde yine atım şaha kalkınca, Allah Allah bu ata ne oluyor? Ne görüyor da böyle ürküp şaha kalkıyor, diye bu defa başımı kaldırıp semaya baktım. Bir de ne göreyim; ‘Başımın üzerinde bembeyaz bir bulut ve o bulutun içinde de pırıl pırıl parlayan bir şeyler, kandiller var.’
Nihayet sabah oldu, yolculuktan Medine’ye döndüm. İlk fırsatta Rasûlüllah’ın (s.a.v.) huzuruna çıkarak, akşam başımdan geçenleri ve gördüklerimi aynen ona naklettim. Rasûlüllah Efendimiz buyurdu ki: “Ey Esid! Sen ne zannedersin? Kur’an’a sade sen mi âşıksın? O bir sekîne idi ve Kur’an için (onu dinlemek için) inmişti” buyurdu.
Yine bir başka hadis-i şerifte de buyrulmuştur ki: “Mü’minlerin evlerinden Arş’a yükselen misbahlar (nûr meş’aleleri-lambaları) vardır. Ki onları yedi kat sema’nın ve yedi tabaka arzın mukkarreb melekleri tanırlar ve bilirler. Ve o misbahları gören bu melekler derler ki: İçlerinden nur yükselen şu evler, Müslümanların evleridir.”
***
Kur’an-ı Kerim’i okumak ve esrârını düşünüp ibret almak
Her gün okuyup geçtiğimiz şu ayet-i kerimelere ibretle, dikkatle, bir kere daha göz atmamıza ne dersiniz?
“Yemin olsun! Biz, Kur’anı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Fakat var mı düşünüp öğüt alan?” [Kamer suresi, 54/17-22-32-40] diye aynı surede Hz. Allah hem de dört defa tekrarlıyor. Acaba okuduğumuz Kur’an’ın ayetleri hakkında hiç i’mal-i fikr edip düşünüyor muyuz?
Ve yine şu ayetlere de bir bakalım, manaları hakkında biraz düşünelim.
“(Eğer siz bir damla menîden yaratıldığınızı iddia ediyorsanız), O halde gördünüz mü (rahimlere) dökmekte olduğunuz (o) menî nedir? Bana haber verin. Onu siz mi (düzgün bir insan) suretine getiriyorsunuz, yoksa (o surete getirip) yaratan biz miyiz?” [Vâkıa suresi, 56/58-59]
“Şimdi gördünüz mü, o yere ektiğiniz tohumu? Onu yerden bitirip çıkartan siz misiniz, yoksa biz miyiz?” [Vâkıa suresi, 56/63-64]
“Şimdi de içmekte olduğunuz suyu bildirin bana! Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa biz miyiz?” [Vâkıa suresi, 56/68-69]
“Şimdi çakıp yakmakta olduğunuz ateşi bana haber verin; onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz miyiz yaratan?” [Vâkıa suresi, 56/71-72]
“(Peyderpey inen Kur’an’a yemin ederim ki), eğer bilirseniz bu yemin, gerçekten büyük bir yemindir. Muhakkak o (Peygambere inzal olunup size karşı okunan), elbette çok şerefli bir Kur’an’dır.” [Vâkıa suresi, 56/76-77] buyuruluyor ve Vâkıa suresi bu minvâl üzre Kur’an’ın ne muazzam, ne muhteşem bir Kitap olduğunu beyan edip gidiyor...
“İnsan kendisini bir nutfe’den (bir damla sudan) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi o dönüp bize apaçık hasım (bir düşman) kesilmektedir.” [Yâsîn suresi, 36/77]
“Bu (Kur’an), insanların kalb gözleri(ni açacak bir nur) ve sağlam bilgi edinecek zümre için bir hidayet ve rahmettir.” [Câsiye suresi, 45/20; İmam Gazali, a.g.e., C. 1, S. 808]
Sahabe’den biri, “Yâ Rasûlellah! Allah’a en sevimli gelen amel hangisidir?” diye sordu, Peygambermiz (s.a.v.) de “el-Hâllü’l-mürtehılü” buyurdu. Adam “O kimdir yâ Rasûlellah?” deyince, Peygamberimiz şöyle izah buyurdu: “Kim ki, Kur’an-ı Kerim’i başından okumaya başlayarak, hatmeder, bitirir, sonra yine hatme başlarsa, işte o...”
***
Kur’an’ı, mânâsını bilerek mi okumalı, yoksa bilmeden de okumaya devam mı etmeli
İmam Ahmed bin Hanbel (rh.) hazretlerinden şöyle rivayet olundu: Bu mübarek zat birçok defa, Hz. Allah’ı rüyasında görüyor. Ama heyecanından soramıyor ve diyor ki: “Eğer Rabbimi bir kere daha görebilirsem, elbette ona soracağım ki: “Yâ Rabbi! Kulunu sana en çok yaklaştıran amel hangisidir?” Ve bir kere daha rüyada Allah Teala'yı görüyor ve soruyor.
Cenab-ı Hak da buyuruyor ki:
- “Kitabım Hz. Kur’an’ı okumakla kulum bana yaklaşır, yâ Ahmed!” İmam Ahmed soruyor:
- “Manasını anlamak şartıyla okumak mı ya Rabbi? Yoksa anlamasa da olur mu?” Cenab-ı Hak:
- “Manasını ister anlasın, ister anlamasın, Kur’an okuyan bana yaklaşır yâ Ahmed!” buyuruyor. [et-Tâc, Şerh, c. 4, s. 7]
Dikkat: Bundan anlaşılıyor ki, farzlardan sonra kulu Allah’a en çok yaklaştıran ve en sevimli en faziletli amel Kur’an-ı Kerim okumaktır. Çünki Kur’an-ı Kerim’i okumak, bizzat Allah’a iltica etmek ve onunla konuşmaktır.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyorlar ki: “Bir kul, Kur’an-ı Kerim'i hatmederse, hatim (duası) esnasında ona 60 bin melek dua eder (veya duasına 'âmin' der).” [Muhtaru’l-Ehadis, İza Harfi]
***
Kur’an Okumayı istismar edenlere dikkat
Sevgili peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Her kim Kur’an-ı Kerim’i okursa, onunla ne isteyecekse Allah’tan istesin. Yakın zamanda öyle bir topluluk gelecek ki, onlar okudukları Kur’an’la Allah’tan değil, insanlardan bir şeyler isteyip, bekleyeceklerdir.” [Muhtaru’l-Ehadis, Harf-i Men]
“İçinizden öyle bir topluluk çıkacak ki, sizler onların kıldığı (ta’dil-i erkânlı) namazlarına bakınca, kendi namazlarınızı beğenmeyeceksiniz. Oruçlarına bakınca, kendi orucunuzu beğenmeyeceksiniz. Amellerine bakınca da, kendi amellerinizi hakir görüp, beğenmeyeceksiniz. O kimseler Kur’an da okuyacaklar, fakat okudukları Kur’an boğazlarından aşağıya geçmeyecek. Ve onlar okun yaydan çıktığı gibi, dinden fırlayıp çıkacaklardır.” [et-Tâcu'l-Usûl, c. 4, s. 8]
“Kur’an-ı Kerim Arap şivesi ve Arap lehçesi üzere okunur. Bilhassa aşka gelenlerin ve Ehl-i Kitab’ın (Hıristiyan ve Yahudilerin) makamları ile okumaktan sakının. Benden sonra bir kavim gelecek ki, onlar Kur’an-ı Kerim'i şarkı ve çalgı şekline çevirerek okuyacaklar. Bunların okuduğu Kur’ân boğazlarından içeri (kalplerine) inmiyecektir. Çünki kalpleri fitne ile dolmuştur. Yine bunların halini ve okuyuşlarını beğenenlerin de kalpleri fitne ile dolmuştur.” [Muhtaru’l-Ehadis, Hadis no: 860]
“Bu Ümmetin münafıklarının çoğu kurrâları olacaktır.” (Muhtaru’l-Ehadis, Elif harfi)
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlüllah (s.a.v.) bir gün, "Hüzün kuyusundan Allah'a sığının!" buyurdular. Oradakiler, "Ey Allah'ın Rasûlü! Hüzün kuyusu da nedir?" diye sordular. "O, dedi, Cehennemde bir vadidir; Cehennem, o vadiden her gün yüz kere Allah’a (c.c.) sığınma talep eder." "Ey Allah'ın Rasûlü, denildi, oraya kimler girecek?" "Oraya, amellerinde riya yapan kurralar girecektir! buyurdu" [Tirmizî, Sünen, Zühd, 48, Hadis No: 2384]
***
Kur’an’ın mânevi tesiri
Hz. Allah her devirde gönderdiği peygamberine o devire göre en müessir silah ve mûcizeyi vermiştir. Hz. Musa zamanında sihirbazlık... Hz. İsa zamanında tıp ilmi. Peygamberimizin (salavâtullâhi aleyhim ecmaîn ve alâ Nebiyyinâ hâssah)zamanında ise, Arabistan’da en geçerli silah edebiyat olduğu için, ona da bütün edebiyatçıları yere seren, dinleyenleri cezbedip esir alan Kur’an-ı Kerim'i verdi. Ve Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.), kılıç kullanmaktan çok, dilini kullandı; hazin hazin okuduğu Kur’an ile gönülleri fethetti. Kavimleri, milletleri, cemiyetleri teslim aldı.
Nitekim bir hadisinde, “Allah’ın bu Kitabı sebebi ile, bir çok kavimlar yüceltilecek, bir çokları da (ona sırtını dönünce) mutlaka yerin dibine geçecektir” buyurmuşlardır. [Müslim, Sahih, Müsâfirîn 269, İbni Mâce, Sünen, Mukaddime 16]
***
Kur’an’ın manevi te’sirine dair bir örnek
Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile Hicret için yola çıkınca, müşrikler ve bilhassa Ebu Cehil, onları yakalayana 100 kırmızı deve, güzelliği ile dillere destan kızı Ümmü Cemile’yi vereceğini va’d ettiler. Bunun üzerine birçok kişi yollara çıktı, çevreye dağıldı ve onları aramaya başladı. Ama Hz. Allah da onları, Büreydeliler’in yaşadığı bölgeye gelinceye kadar her türlü düşmandan korudu.
Nihayet Büreydeliler, Peygamberimizi ve Ebu Bekir’i keşfedip önlerini çevirdiler. Hz. Ebu Bekir telaşa kapıldı, ama Peygamberimiz’de hiç bir telaş eseri görülmüyordu.
Büreydelilerin reisi Rasûlüllah’ın huzuruna geldi,
- “Artık elimizdesin! Seni götürüp teslim edecek ve va’d edilen mükâfatları alacağız” dedi. Yanında da 70 kişi kadar silahlı askeri vardı. Peygamberimiz (s.a.v.):
- “Tamam, artık ben sizin esirinizim. Yalnız ben ne ile memur oldum, onu benden bir kere dinlemek istemez misiniz?” buyurdu. Büreydeliler:
- “Bir kere dinlemek ile ne kaybedeceğiz! Dinliyelim” dediler.
Peygamberimiz bütün varlığıyla Rabbine dönerek, orada bir Kur’an okuyor… Ama öyle bir okuyuş ki; evvela kendi, sonra Hz. Ebu Bekir, sonra da bütün Büreydeliler hüngür-hüngür ağlıyorlar. Rivayete göre Rahmân suresini okuyor Peygamberimiz... Sonra da:
- “Ey Büreydeliler! Rabbim tarafından benim tebliği ile vazifelendirildiğim, işte bu Kitap! Şimdi istediğinizi yapmakta serbestsiniz” buyurdu. Büreydelilerin reisi arkadaşlarına döndü ve,
- “Arkadaşlar! Ben şimdiye kadar böyle bir söz, bir kelâm, işitmedim. Ve ben iman ediyorum; develerden, Ümmü Cemile’den vaz geçiyorum. Siz ne dersiniz?” dedi. Arkadaşları,
- “Ey Reisimiz! Biz de aynı kanaatteyiz. Şerde Reisimiz olduğun gibi, hayırda da Reisimiz ol ve hep beraber iman edelim” dediler. Ve gelip hep birlikte Rasûlüllah’ın elini öperler, huzurunda Kelime-i Şehadet getirip, Müslüman olurlar. Peygamberimiz onlara,
- “Artık yurdunuza dönebilirsiniz” buyurur. Büreydelilerin reisi:
- “Müsaade et yâ Rasûlellah! Medine’ye kadar senin ilk askerlerin ve ilk bayraktarın biz olalım” dedi.
Peygamberimiz izin verince de, Reisleri başındaki Abaniyeyi çıkarıp, mızrağına taktı ve Rasûlüllah’ın önüne düşerek Kuba’ya kadar ona refâkat ettiler. [Ahmed Nedvi-Said Sahib Ansari, Asr-ı Sadet-Ashab-ı Kiram, Çeviren: Ali Genceli, Hazırlayan: Eşref Edib, Sebilürreşad Neşriyatı, İstanbul, 1964; ve Risale-i Hamidiye’den özetle]
Yine Hz. Ömer’in Rasûlüllah Efendimizi (s.a.v.) öldürmek kastı ile yola çıkışı ve Müslüman olup onu da yanına alarak Kâbe’ye dönüşü... Ki, hemen herkesin malumudur.
***
Yarın Mahşer’de
Mahşer günü Ehl-i Kur’an Havz-ı Kevser’den su içmek için gelince, Peygamberimizin (s.a.v.) bizzat mübarek avuçları ile onlara su ikram edeceğini unutmayalım...
Ve yine Cennet’te Rasûlüllah’ın (s.a.v.) ve Cebrail’in (a.s.) emr-i ilahi ile mü’minlere Kur’an okuyacağını, sonra da bizzat Hz. Allah’ın Kur’an okuyacağını bilelim.
“Her kime ki Allah tarafından Kur’an okumak, ezberlemek, anlamak gibi nimetler verilir de, o kimse başkalarına verilen dünyevi nimetleri kendindeki bu nimetten daha büyük görürse, Allah’ın tazim ettiğini tahkir etmiş olur.” [İmam Gazali, a.g.e., İlim bahsi]
***
Ecdadımızın Kur’an aşkı
Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi’nin Kur’an-ı Kerime olan hürmetini ve onun bereketini nasıl gördüğünü bilmeyenimiz yoktur. Dilerseniz bir de torunlarına bakalım.
1) Kanuni ve Onun Ordusunda Kur’an
46 sene dünyaya hakça ve adaletle hükmeden ve bunun için Kanuni ünvanını alan, Sultan Süleyman, Zigetvar kalesini fethettikten sonra cephede vefat ediyor. Vezir-i azam Sokulu Mehmet Paşa, Padişah’ın ölümünü askerlerden gizliyor. Bir taraftan da oğlu Sultan Selim’e Belgrad’da orduyu karşılaması için haber gönderiyor. Onlar da ordu ile Belgrad’a doğru yola çıkıyorlar. Ve nihayet daha fazla dayanamıyor, Kanuni’nin öldüğünü oğlu Sultan Selim’in ise, onları Belgrad’da beklediğini askerlere haber veriyor. Askerler beyinlerinden vurulmuşa dönüyorlar. Bunun üzerine Sokullu ordudaki hafızları çağırtıyor, onlara Kur’an-ı Kerim okumalarını rica ediyor, Kur’an-ı Kerim okununca yere çakılmış olan askerlere can gelmeye başlıyor ve gözyaşlarına boğuluyorlar.
Sokullu “Kardeşlerim! Yoldaşlarım! Hem Kur’an okuyalım, hem Allah’ı zikredelim! Böyle yola devam edelim. Çünki bundan onun nâşı mahzuz olacaktır. Sultan Selim bizi bekliyor, yola devam edelim” diyor. Kanuni’nin ordusu da, “Derdimize derman Kur’an’dır. Din ve imanımız, Kur’an’dır! Din’le, Kur’an’la, İman’la, bugünlere geldik. Yine onlarla yürüyelim” diyerek ve gözyaşları sel olmuş vaziyette, Belgrad’a dönüyorlar. [Zuhuri Danışman, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 7, 107]
2) Preveze zaferinde Kur’an
28 Eylül 1538’de Preveze’de düşman Andrea Doria’nın (Anderya Dorya) komutasında tam 600 harp gemisi ile karşımıza çıkıyor. Bunun karşısında Barbaros’un komutasında sadece 122 adet gemi vardır. Düşman zaferden o kadar emindi ki, akşam Anderya Dorya’nın komutanlık gemisinde, bir dans partisi verilmiş ve Osmanlı toprakları harita üzerinde taksim edilmişti. Ertesi sabah harp başlamış; ne hikmettir ki, rüzgâr da tamamen Müslümanların aleyhine esmeye başlamıştı. Bunu gören Barbaros, hemen gemilerin her iki tarafına da birer levha yazdırıp, asılmasını emretmişti. Levha’nın birinde, “İnnâ fetahnâleke fethan mübîna: (Biz sana zâtımızla-azametimizle-sıfatımızla-ef’âlimizle doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik)” [Fetih suresi, 1], diğerinde ise, “Nasrun minallahi ve fethun karîb: (Allah’tan bir yardım ve çok yakın bir fetih)” yazıyordu. Derken rüzgâr sâkinleşmiş, Barbaros bir taraftan, Turgut Reis diğer taraftan Haçlı donanmasını çevirmiş ve mahvetmişlerdi.
Preveze’de mağlup olan İspanya Kralı, ordusundan kalanlar ile Cezayir’e saldırmış, Barbaros’tan böyle intikam almak istemişti. Ama Cezayir’de Barbaros’un oğlu Hasan da bir avuç Müslümanla ona unutulmaz bir ders vermiş, mağlup etmişti.
İspanya Kralı o kadar perişan olmuştu ki, Cezayir’den kaçarken 10 kilometrelik yolu, 4 günde ancak alabilmişti. Ve o kadar perişan bir duruma düşmüştü ki, artık dayanamadı, başındaki altın tâcı çıkarıp denize fırlattı. Ve arkasından şöyle feryad edip ağladı: “Beni bırak artık ey zavallı oyuncak! Belki sana layık bir başka baş bulunur. Benden sana elveda!” [Zuhuri Danışman, a.g.e., 6, 206]
3) Batı’dan bir örnek: Kur’an ve Lord Gürzon
İkinci Cihan harbinin meşhur İngiliz Başbakanı Lord Gürzon’dan, İngiliz parlamenterleri, İslâm âlemindeki (Hindistan, Pakistan’daki) kıyam ve gelişmeler hakkında Avam Kamerasına bilgi vermesini isteyince, Lord Gürzon “Yarın bilgi vereyim” diyor. Ertesi gün Gürzon’un dosyalarla geleceğini zanneden İngiliz parlamenterler, elinde sadece bir Kitap’la kürsü’ye çıktığın görüyorlar. Ve Lord Gürzon diyor ki: “Bu Kitap (Kur’an-ı Kerim) dünyada durdukça ve Müslümanların elinde bulundukça bize rahat yok! Biz rahat edemeyiz ve onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya bu Kitabı ellerinden tam almalı veya hiç değilse onları bundan soğutmalıyız ki, onlara hâkim olabilelim.”
İşte bunun içindir ki, son devrin meşhur İngiliz yazarlarından T. W. ARNOLD şöyle diyor: “Bu yayılma, kılıç zoruyla değil, kılıçtan daha müessir olan ruhi temizlik, sâf iman, ilim ve irfan kuvveti ile olmuştur.” [Yukardaki olay bazı kaynaklarda şöyle anlatılmaktadır: “O sırada Başbakan olan Gladstone, 1882'de parlamentoda eline Kur'an'ı alarak yaptığı konuşmada Mısır Müslümanlarını kastederek, "Bu kitap bu Müslümanların elinde kaldıkça İngilizler hiçbir zaman onlara hâkim olamayacaklardır. Yegâne çözüm, Müslümanları Kur'an'dan uzaklaştırmaktır." sözünü söylemiştir.]
Tarih şuna şahittir: Takva sahibi âlim bir tüccar İslâm âleminden kalkıp, Endonezya’ya gidiyor. Orada gösterdiği dürüstlük ve ruhi cazibesi ile… Halka gösterdiği hüsn-i muamele ile adalet ve merhamette herkesi kendine hayran bırakıyor. Bunu gören Endonezya halkı da, bir iki va’z ve nasihatle bir iki de Kur’an ve ezan dinleyerek hemen Müslüman oluyorlar.
Gerçekte de Endonezya’da olduğu gibi, Asya’nın ve Afrika’nın büyük bir kısmını tenvir eden İslâmiyet oralara kılıç zoruyla değil, Kur’an’ın ve Ezan’ın manevi te’siri ile ve İslâm’ın güzelliği ile girmiştir.
Nitekim 1995’li yıllarda İstanbul’daki Kur’an Kurslarını ve Talebe Yurtlarını ziyaret eden ve eski parlamenterlerimizden Ali Ak Bey’in misafiri olan Avustralya’lı bir profesör şu itirafta bulunuyor: “Bizim Avustralya’da en büyük yeminimiz 50 sene öncesine kadar ne idi bilir misiniz?” Talebeler, “Hayır”, deyince prof.: “Öyle ise bilin ki, en büyük yeminimiz şu sözdü: ‘Bak şimdi Türk gibi söylüyorum’ dedi mi bir Avustralyalı, akan sular durur ve ona herkes inanırdı” diyor.
***
İslâm’da ve Kur’an’da reform heveslileri ve düşündüren âkıbetleri
Dinde Reform ile alakalı konferans vermek üzere Konya’ya giden bir zamanların Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin konferans akşamı kırılan karyoladan düşüp ölmesi… Düşündürücü ve ibretlik bir hadise değil mi?
Onkolog Dr. Haluk Nurbaki, “Bay Necati'nin ölümü” başlıklı yazısında şunları anlatıyor:
“Rahmetli babam o zamanlar Konya'nın tek gazetesi olan ‘Babalık’ gazetesinin başyazarı idi. Ondan işittiğim şu olayı aynen naklediyorum:
‘Devrin ilk Maarif Vekillerinden (Milli Eğitim Bakanı) Necati Konya'ya gelmiş ve Latin harflerinin üstünlüğü(!)nü anlatmak üzere bir konferans düzenlemişti. Şehrin her tarafına yapıştırılan ilanlarda:
‘Eski Harflerle Birlikte Kur'ân'ı da Tarihe Gömdük’ yazıyor ve konferansın ertesi gün saat 10:00’da verileceği belirtiliyordu.
"Akşam, mükellef bir ziyafet verildi. Yemekten sonra Bay Necati ani bir apandisit krizine yakalandı ve hemen hastaneye kaldırılarak ameliyat edildi. Gösterilen itinayı anlatmaya lüzum yok, bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmuş, fakat ne çare ki haddini aşarak Kur’ân'a dil uzatmıştı. Gece yarısı imkânsız denebilecek bir şey oldu ve Bay Necati’nin yatağı yan demirinden kırıldı. Hasta yere düşmüş ve ameliyat yeri patlamıştı. Ertesi gün saat 10:00’da, yani konferansın yapılacağı bildirilen saatte öldü. (Biyografiler 1929’da Ankara’da öldüğünü yazıyor, ayrıntıya girmiyorlar.)" [Zafer Dergisi, Eylül 1994 sayısı]
Sitemizdeki bu mevzuda kaleme alınmış diğer yazılara da bakmakta fayda mülahaza ediyorum. Mesela vakti olanlar lütfedip hiç olmazsa şu linklere de bir göz atmalıdır.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/981-kur-an-i-kerim-in-sirri.html
Sayın hocam öncelikle Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Efendim hiç şüphesiz Allah-u Teâla sonsuz hikmet sahibidir ve her işinde sonsuz hikmetler vardır. Ancak günlük konuşmalarımızda kasıt olmaksızın "Falanca mahlukun yaratılış hikmeti şudur, falanca şeyin haram edilmesindeki gaye şudur" gibi lafızlar kullanmaktayız. Bu ve benzeri cümleleri kurduğumuzda Rabb'imizin hikmetini sınırlandırıp bir veya birkaç şeye indirmek olup bir mesuliyetin altına girer miyiz? Nasıl konuşmalı ve nelere dikkat etmeliyiz. Efendim şimdiden cevabınıze teşekkürler, hürmetler ve hayırlı çalışmalar. Ahmet
Devamını oku: Emir ve nehiylerin, varlıkların yaratılış hikmetleri