Selamun Aleykum Hocam
Bazı insanlar namazda ellerini kadınların gögsünde tuttuğu gibi tutuyor sebebini merak ediyorum öyle yapmaları doğrumu açıklarmısınız? Harun
hocam selamünaleyküm.
yurdda talebelik yapmaktayım. yarın pazar akşamı yurdda 3 talebe kardeşimle beraber tüm talebeye Abdülhamid Han hz. anlatacağız. panel programımız var. bende Abdülhamid Han hz.'nin manevi hayatını manevi tarafını anlatacağım. bu konuyla ilgili bilgileriniz varsa paylaşır mısınız lütfen? geniş bir şekilde anlatırsanız çok mutlu olurum. teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun. FATİH BAYDEMİR
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Öncelikle dün dışarıda olup siteye giremediğim, dolayısiyle sorunuza yeni vakıf olduğum için, vâki gecikmeden dolayı kusura bakmayın. Belki de çalışmamız sadra şifa olmayacak, işinize yaramayacak ama, gene de sorunuzu cevaplamış olmak için karınca kadrince, vaktimiz elverdiğimce bir şeyler yazıp nakletmeye gayret edelim. Umarın faydadan hâli olmaz.
Abdülhamid Hân’ın (r.aleyh) şahsiyeti
Siyasi dehâ, büyük devlet ve aksiyon adamı, yüce şahsiyet, dindâr, tasavvuf ehli ve yüce bir velî Sultan II. Abdülhamid Hân Cennet-mekân rahmetullahi aleyh… Bu saydığımız vasıfları içinde onun, en fazla öne çıkan hususiyetlerinin başında dindarlığı-takvâsı, muhafazakârlığı, maneviyat erbabı olması gelir. Hayatı boyunca ibadetlerini hiç aksatmamış, abdestsiz evrak imzalamamış, Saray etrafında nöbet tutan askerleri dahi daima taharet üzere bulunmuş bir şahsiyet…
Abdülhamid Han’ın kadere inancı, maneviyat sultanı üstâzı, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye silsilesinin sıralamada 32'nci, derece itibariyle 9'uncu büyük halkasını teşkil eden Salâhuddin İbnü Mevlâna Sirâcüddin (k.s.) hazretlerine olan itaat-bağlılık ve teslimiyeti fevkalâdeydi. Ona her Cuma bir fayton tahsis ederek, Mihmendâr-ı Rasûl Hz. Hâlidü'bnü Zeyd Ebû Eyyûbi’l-Ensârî’yi (r.a.) ziyaret etmesini temin ederdi. Bu esnada gelip giderken, Unkapanı köprüsünün ayakları dibindeki türbesinde medfûn bulunan Abdülehad (k.s.) hazretleriyle alakalı ortaya çıkmış kerametleri meşhurdur...
Hatta, elinin altındaki güçlü Birinci Ordunun, ihtilâl için Selanik’ten gelen Hareket Ordusu çapulcularını tepelemesine izin vermemesi de yine Üstâzına olan itaat-bağlılık ve onun sahih keşfine olan güveni ve teslimiyeti neticesindedir. Tarihler kaydeder ki, Hareket Ordusu’na karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek;
“Müslümanların Halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağı”nı ifade etmiştir.
Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Ordu’ya, karşı koyma emri verilseydi, derme-çatma olan Hareket Ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın emrine boyun eğen askerler silahlarını teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa, (Üstâz-ı mübarekemizin tavsifleriyle; Mel’un Şeytan Paşa) sıkıyönetim ilan ederek suçlu suçsuz birçok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle Yıldız Sarayı’na girerek kıymetli eşyaların yağmalanmasına göz yumdu. İttihad ve Terakki, hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı. Tabii işin bu yönü ayrı bahis…
Sadede dönelim; hacca gidemese bile -ki bazı kayıtlara göre gizlice gittiği de belirtilmiştir-, başkaları tarafından pek çok defa orada görülmüş ve Osmanlı’nın büyük “Velî” padişahlarından biri olarak tarif ve tavsif olunmuş bir sultandı o. [Bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988, 8, 249-250]
Bir hac rehberinin anlattıklarından, II. Abdülhamid Han’ın (r.aleyh) hac yaptığını öğrenmekteyiz.
Malum, Osmanlılar zamanında 1900'lü yıllarda, mukaddes topraklarda bugünkü gibi Otel sistemi yoktu... Bu sebeple buralarda yaşayan halk, günlerce önceden şehir dışına çıkar, hiç tanımadığı bir yerden hac yapmak maksadı ile gelen kişileri karşılar, evinde misafir eder, her türlü ihtiyacını karşılar ve bundan da büyük şeref duyarlardı...
İşte böyle bir hac mevsiminde (Takriben 1903-1904 yılları) Mekke halkı yine hacıları karşılamak üzere şehir dışına çıkmış... Bu şahıslardan biri, gözüne kestirdiği uzun boylu, endâmlı, sakallı, normal giyimli birisinin yanına yaklaşarak, kendisini evinde misafir etmek istediğini bildirmiş… Eğer kabul buyurup gelirlerse, büyük şeref duyacağını söyleyerek rica minnet evine davet etmiş…
Gelen zât hac müddeti boyunca o kişinin evinde kalmış... Hac zamanı bitiminde bu iki kişi helâlleşerek ayrılmışlar... Ayrılırken, hacı olan zât, hâne sahibine bir kese altın hediye etmek istemiş... Hâne sahibi bu altınları kabul etmek istememişse de, hacı olan zât fevkalâde ısrar edince, ev sahibi kabul etmek zorunda kalmış... Bir de mektup bırakıp ev sahibine demiş ki:
“Bu mektubu ben gittikten en az bir gün sonra Mekke Emîri’ne teslim et!”
Hacı gittikten bir müddet sonra hane sahibi kendi kendine; “Allah, Allah! Ben kiiim, koskoca Mekke Emîri kim, bu mektubu yazan o hacı kiiim(!)” diye düşünmüş. Derken hanımı mektubu Mekke Emîri’ne muhakkak vermesi gerektiğini, aksi hâlde vebâl altında kalacağını söyleyerek beyini ikna etmiş... Neticede çeşitli mercilerden geçerek mektubu Mekke Emîri'ne vermiş... Emîr, mektubu açınca hemen ayağa kalkmış, selâm durmuş ve hâne sahibine sormuş:
- Şimdi nerede bu misafir ettiğin zat-ı muhterem?
- Efendim, haccını tamamlayıp memleketine döndü.
- Bak mektup nasıl başlıyor: “Ben Harem-i Şerîfin Hâdimi Halîfe-i Müslimîn Sultan Abdülhamid Hân-ı Sâni ki...”
Bunu duyan adam bayılmış ve iki gün kendisine gelememiş... Hayretler içinde kalmış!.. Meğer hac süresince rehberlik edip gezdirdiği zât Osmanlı padişahı, Sultan II. Abdülhamid Hân hazretleri değil miymiş..? Sultan hazretleri yazdığı mektupta, emîre, bu zâta büyük bir bina verilmesini ve çoluk-çocuğuna maaş bağlanmasını da emretmiş...
Görüldüğü gibi hac rehberinin bu hatıratından II. Abdülhamid Hân’ın da devlet geleneğine ve hassâsiyetine uygun davranarak düşmanı uyandırmamak ve halkı tedirgin etmemek için tebdil-i kıyafetle gizlice (tren yoluyla kısa zamanda kimseye fark ettirmeden) hacca gittiği anlaşılmaktadır. [Hac ve Osmanlı padişahlarının haccıyla alakalı bilgiler için bkz. Ahmed Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, 1999, s. 182-183; Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi, Ankara, 1992, 2, 356-357; İbn-i Âbidin, (Terc.), İstanbul, 1982, 4, 419-422]
***
Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun da hatıratında temas ettiği gibi, doğru ve tam Ehl-i Sünnet itikadına sahip bir Müslüman’dı o. Beş vakit namazını kılar, devamlı Kur’an-ı Kerim okurdu. Daima camilere devam etmiş, Ramazanlarda Süleymaniye Camii’nde namaz kılmıştı.
Camide namaz kıldığı günlerden birinde Hamza Zâfir Efendi adında Şâzelî tarikatına mensup muhterem bir şeyhle tanışıp onunla ahbap olmuştu. Keza, Yahya Efendi Tekkesi’nin şeyhi olan Abdullah Efendi vasıtasıyla da Kadirî tarikatına müntesip insanlarla yakinen alakadar olmuş idi. Hâsılı, her meşrepten Müslümanlarla kuvvetli irtibatı, onlara karşı büyük bir muhabbeti vardı. Bu sebeple hemen her zümre, onu kendi yollarının müntesibi bilirdi...
Sultan Abdülhamid Hân hazretleri, herkesin namaz kılmasını, camilere devam etmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu. En çok tekrarladığı sözlerden biri de şuydu: “Din ve fen; bu ikisine de itikat etmek (inanmak) caiz.”
Abdülhamid Han ayrıca, -en sahih hadis kitabı olan- Buhârî-i Şerif’i hususî surette (Abdülhamid neşri diye geçer; şu an elimizdeki en sağlıklı nüshadır) bastırmış ve satışa koydurmadan bütün Müslüman memleketlerine, camilere ücretsiz hediye etmiştir. [Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul, 1986, s. 24-25]
Nitekim Çanakkale Harbi sırasında, ordumuzun galip gelmesi için Sultan Abdülhamid’in devamlı surette “Buhârî-i Şerif” okuyarak dua ettiğini, Atıf Hüseyin Efendi hatıralarında ifade etmektedir. Şöyle ki: “Bizim için elden duadan başka ne gelir? Her vakit Buhârî-i Şerif okuyorum. Bir hatim de ikmal etmek üzereyim. İnşallah duamız Cenâb-ı Hak indinde müstecab olur... Memleketin selameti, millet-i İslâmiye’nin bu beladan kurtulmasını dua ediyorum. Hastalığım iyi olsun, yine Buharî’ye başlayacağım. Çanakkale Harbinde hep Buhârî okudum. Cenab-ı Hak o vakit bizi himaye ve sıyânet etti (korudu). Yine eder.” [Atıf Hüseyin Efendi’nin Hatıratı, s. 266, 388; E. Karal, a.g.e., s. 249-250; Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul, 2006, s. 85-87]
Diğer taraftan, millî ve manevî değerlere sonuna kadar sadık kalmış, onları, içerden ve dışardan gelen çirkin saldırılara karşı müdafaa edip yüceltmiş ve devlet hayatında, İslâm Dini’ni ve Müslümanları korumayı ve güçlendirmeyi esas alan politikalar üretmiş, icraatlarda bulunmuştur.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ve mukaddes beldesine karşı duyduğu sonsuz sevgi, saygı, sadakat ve hizmetleri; O’nun manevî şahsiyetine ve dinin izzetine hakaret ihtiva eden Batı kaynaklı iftira kampanyalarına karşı verdiği amansız mücadele; yine Avrupalılar ve Ermenilerin millî, tarihî ve irfâni (kültürel) değerlere yönelik olarak düzenledikleri karalama çalışmaları karşısında, saltanatı müddetince âdeta bir “hisar” gibi dikilmesi, Abdülhamid Han’ın manevî yapısını açıklayan en çarpıcı misâllerdendir. [Bkz. İsmail Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap, s. 49-56]
***
II. Abdülhamid Hân’ın manevî cihetini-profilini mevzu alan seçkin bir-iki hadise ve hatırat:
Evrakları abdestsiz imzalamazdı!
Sultan Abdülhamid (r.aleyh), rivayete göre, yatağının başında daima temiz bir tuğla bulundururmuş. Bu tuğlayı, yataktan kalktığında çeşmeye kadar abdestsiz yere basmadan, teyemmüm almak için kullanırmış.
Bir gün hanımının, niçin böyle çok titiz hareket ettiğini sorması üzerine şu ibret dolu, fevkalâde düşündürücü olan enfes cevabı vermiş:
“Bunca Müslümanın Halifesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, Ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!”
Bu yüzden padişah, âcil bir iş zuhur ettiğinde, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, o işin ertesi güne bırakılmasına kesinlikle rıza göstermezmiş... Mâbeyn Başkâtibi Esad Bey, bu hususta şu fevkalade ibret ve derslerle dolu hatıratını nakletmektedir:
“Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. ‘Acaba Sultan’a emr-i Hak (ölüm) mı vâkî (gerçekleşti) oldu?’ diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açıldı ve Sultan elinde bir havlu ile kapıda göründü… Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti: “Evladım, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyandım, ancak abdest aldığım için geciktim kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım!” Ve besmele çekerek evrakı imzaladı.”
***
Yavuz’un türbedarı ve sitemi
Abdülhamid Han zamanında, Yavuz Sultan Selim’in (rahmetullahi aleyhima) türbesine bakan fakir bir insan vardı. Hizmetkâr, çok şiddetli geçim darlığı sebebiyle sıkıntılı anlar yaşamaktaydı. Yine çok sıkıntılı olduğu bir zamanda, dayanamayarak türbeye hiddetle vurup şu sözleri söyler:
“Bir de senin evliyâ olduğunu söylüyorlar!? Yıllardır türbeni beklemekteyim; hâlâ yoksulluk içindeyim!..”
Türbedarın bu durumundan habersiz olan Abdülhamid, hemen ertesi gün onu çağırtarak, bir yıllık ihtiyacını tamamen karşılamıştı... Çünkü Sultan, gece rüyasında ceddi Yavuz Selim’i görmüş ve onun ikazını-ihtarını alarak türbedarın durumundan haberdar olmuştu. [Nak. İbrahim Refik, Efsane Soluklar, İzmir, 1992, T Ö V Yay, s.57]
***
Rasûlullah Efendimizle (s.a.v.) birlikte orduyu teftiş eden Sultan
Abdülhamid Hân’a (r.aleyh) muhâlif ve muârız olan Mehmet Âkif’in, Bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/600-m-akif-in-abdulhamid-han-a-muarizligi.html İstanbul’daki bir camide, Abdülhamid döneminde orduda mühim bir vazife ve mevkiye sahip olan bir subayın ağzından dinlediği şu hatıra, Abdülhamid Han’ın “velî padişahlardan” olduğunu isbatlayan en çarpıcı misâllerdendir:
Mehmed Âkif, sabah namazlarını Sultan Ahmed Camii’nde kılmayı âdet edinmişti. Bir zaman, her sabah camiye erkenden gelip, mihrabın bir köşesinde devamlı gözyaşı dökmekte ve inlemekte olan, saçı-sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir zat dikkatini çeker. Durmadan ağlayan bu adamı uzun süre büyük bir hayret ve merakla takip eder.
Nihayet bir gün yanına yaklaşarak, derdinin ne olduğunu, neden kendisini bu kadar derbeder ettiğini sorar:
“Muhterem, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümitsizlik olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?” O zat,
“Beni konuşturma, kalbim duracak.” diyerek önce konuşmak istemez. Ancak, çok ısrar edince, bu halinin sebebinin ne olduğunu Âkif’e gözyaşları içerisinde şöyle izah eder:
“Ben, Abdülhamid devrinde binbaşı idim. Anam-babam vefat edince Sadârete (Sadrazamlığa) bir dilekçe gönderdim. Dedim ki: ‘Mallarımız, gayrimenkullerimiz var. Bunların bir nezâretçiye (bakıcıya) ihtiyacı vardır. Kabul buyurulursa istifa etmek istiyorum.”
Sadâret benim dilekçemi padişaha göndermiş. Bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi. “İstifa kabul edilmedi” deniyordu. Ben bir daha gönderdim. Yine aynı cevap geldi. Bizzat huzura çıkıp şifâhi (yüz yüze) görüşmek istedim. Ben o cehalet ile padişahın huzuruna çıktım:
- Sultanım, istifamın kabulünü istirham edeceğim. Durumumuz budur, dedim.
Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu. Yüzünden belli idi. Israrıma da dayanamadı. Öfkeli bir eda ile elinin tersiyle:
- Haydi! İstifa ettirdik seni! dedi.
Ben dönüp, işimin başına geldim. Gece, mânâ âleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), Yıldız Sarayı’nın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusunu teftiş ediyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de orada idi. Abdülhamid Hân, edeple Fahr-i Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında duruyordu.
Derken, benim birliğim geldi. Başında kumandan olmadığı için darmadağınıktı. Efendimiz: “Nerede bunun kumandanı?” diye sordular. Abdülhamid Hân da: “Yâ Rasûlallah, çok ısrar etti. İstifa ettirdik.” dedi.
- Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik! buyurdular.
İşte ben o gün bugündür bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor, kederleniyorum. Ben ağlamayayım da söyle kim ağlasın? [Bkz. Fazilet Takvimi, 24 Eylül 2003]
***
“Sakın aleyhinde konuşma; o, veliydi!”
Yazar Ahmed Şahin’in, Adıyamanlı merhum Mahmud Allahverdi’nin bizzat ağzından duyduğu şu yaşanmış hadise de, Sultan Abdülhamid’in “manevî hüviyetine” parlak bir ışık tutmaktadır:
“O günlerde ben de Sultan Abdülhamid aleyhtarı idim. Okulda anlatılanları gerçek sanıyor, aleyhinde bulunuyordum. Bir gün yine aleyhinde konuşurken, dükkânımdaki müşterinin biri bana çıkıştı:
“Oğlum, sen imanlı insansın, sakın Abdülhamid aleyhinde konuşma. O büyük bir velî idi!”
Ben buna kızarak karşılık verdim:
“Kim demiş velî diye? Memleketi bu hâle getiren o değil mi? Ben öyle rivayetlere kulak asmam. Herkes bir şey söylüyor, kimi velî diye rivayet ediyor, kimi de deli diye...”
Yaşlı zat elindeki bastonuyla beni dürttü, belli ki kızmıştı:
“Bana bak, şimdi sana öyle bir hadise anlatacağım ki, bu ne bir rivayet, ne de bir söylenti. Bizzat yaşadığım, şahit olduğum, başımdan geçen bir olay bu!”
Ben bu defa dikkat kesilmiştim. Çünkü işitme, söylenti falan değil, bizzat yaşadığı bir vak’ayı anlatacaktı. Nitekim başladı da anlatmaya:
- Ben, sekiz yaşına kadar dilsizdim. Konuşamıyor, el-kol işaretiyle maksadımı anlatmaya çalışıyordum. Babam buna çok üzülüyor, ne yapacağını bilemez halde bulunuyordu. Gitmedik hoca bırakmadı, ama hiçbiri de fayda etmedi. Bir gün yaşlı komşumuz geldi, dedi ki:
- Seni çok üzgün görüyorum, üzülmekte de haklısın. Bir baba için yavrusunun dilsiz olması kadar üzücü bir şey olamaz. Sana bir çare söyleyeceğim. Bunu mutlaka yap!
Babam ümitle gözlerini açıp dinlemeye başladı:
- “Yarın şu yoldan Sultan Abdülhamid geçecek, oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve ona dua ettir. Osmanlı sultanlarında yedi evliya derecesi vardır, ola ki şifa bula.”
Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki, beklenen saatte yol üzerine çıktık, ümitle beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü, ama bizim ona yaklaşmamız mümkün değildi. İzdiham çok fazlaydı; uzakta kalışımıza çok üzüldük.
Fayton hizamıza gelince beklenmedik bir olay oldu. Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan Abdülhamid Han rahmetullahi aleyh bize doğru bakarak seslendi:
“İhtiyar! Çocuğu getir, çocuğu!” Şaşırdık. Babam heyecanla elimden çekerek beni kalabalığın içinden arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar. Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibiydi. Az sonra bana: “Beni tanıyor musun, ben kimim?” diye sordu.
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı. Dilsizdim. O anda bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim:
“Sen bizim padişahımızsın!” Bunun üzerine babam, “Allah Allah!..” diye feryadı bastı. Beni aşağı indirdiler. Ondan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim. Dilimin açılması onun duasıyla oldu.
İşte evladım, bu hadise bir söylenti falan değil, hayatın içinde yaşanmış bir vak’adır. Sakın ola ki, Osmanlı sultanları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep onun duasıdır. Ona hep Yâsîn okumaktayım.” [Ahmed Şahin, Olaylar Konuşuyor, İstanbul, 1995, Cihan Yayınları; Ayrıca bkz. bkz. İsmail Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap]
***
II. Abdülhamid Hân ile alakalı bir başka enteresan vak’a
Abdülhamid'in Titanik sırrı
II. Abdülhamid Han’ın torunu olan Nadin Sultan'ın Net Pano’dan Güzin Osmancık’a verdiği röportajda tarihin karanlıklarında gizli kalmış pek çok şey anlatılıyordu. Bu arada onun manevi hayatıyla alakalı bilgiler de veriliyordu. Röportajın bu kısmını paylaşmak isteriz.
“O bir Osmanlı sultanı, O Osmanlının asâletini hem iç dünyasında, hem de hâl ve davranışlarında sergileyen zarif, mütevazı bir hânedan... Üstelik tasavvuf edebi ile yetişmiş ve bulunduğu çevreye İslâm'ı anlatan bir mutasavvuf.”
Titanik Filminde adı geçen “Okyanus'un Kalbi: Mavi Elmas” II Abdülhamid Han’a aitti. Yıllarca saklanan bu sır Nadin Sultanın yazdığı kitapta ifşâ oldu. Elmas'ın asıl adı; "Umut Elması".
II. Abdülhamid Han’ın Beylerbeyi sarayında gözaltında tutulduğu günlerde yanına girebilen tek kişi en küçük oğlu Selim'di. Çünkü o zamanlar 7 yaşında olduğundan pek tehlike arz etmeyeceği düşünülüyordu.
Selim Han babasından duyduğu her şeyi kızı Nadin Sultan'a anlatırdı.
O bir Osmanlı Sultanı, O Osmanlının asâletini hem iç dünyasında, hem de hâl ve davranışlarında sergileyen zarif, mütevazı bir hânedan. Üstelik tasavvuf edebi ile yetişmiş ve bulunduğu çevreye İslâm'ı anlatan bir mutasavvuf...
Söz konusu röportajdan mevzumuzla ilgili seçip aktarmak istediğimiz kısım şöyle [Sabah Gazetesi, Yaşam, 11 Ekim 2012 – Perşembe]:
Güzin Osmancık: Sizi tanıyabilir miyiz, Osmanlı Hanedanlığı ile olan yakınlığınız nedir?
Nadin Sultan: Ben Sultan Selim Hamid Han'ın kızıyım. Sultan Selim Hamid Han, II. Abdülhamid Han'ın 9 çocuğunun en küçüğüdür.
G. Osmancık: Siyasi hayatta bu kadar başarılı olmasının ardındaki gerçek neydi?
Nadin Sultan: Sultan II. Abdülhamid Han devlet ile ilgili bir kararı alırken her zaman Allah'a danışırdı. Çünkü bir millet tarafından güvenilmek büyük bir sorumluluktur. Sultanın aldığı her karar insanların hayatını etkiler. Ve sadece maddi hayatları değil, manevi hayatları da.
Bu yüzden Sultan II. Abdülhamid halkının mutluluğu için karar vermek konusunda azami derecede dikkatliydi ve Hz. Muhammed (s.a.v.)in öğretisiyle hareket ederdi.
Büyük Dedeleri tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)in öğretisi [Hiç ısınamadığım ‘iğreti’ veznindeki bu öğretinin buradaki kastedilen anlamı: tâlim ve terbiyesi H.E.] üzerine dayanan hukuk kanunlarına sahipti. Osmanlılar her zaman doğru adaleti [adaletin eğrisi olmaz, zannediyorum bu tür ifaedeler Türkçe zafiyetinden kaynaklanmaktadır. H.E] savunmuşlardır. Osmanlı imparatorluğunun başlangıcından beri adalet son derece önemliydi. Böylelikle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in emaneti olan [şer’-i şerife muvafık] doğru kanunları vardı.
G. Osmancık: Sultana göre Hz Peygamberin emaneti olan kanunları nelerdi?
Nadin Sultan: Osmanlı imparatorluğu gerçek anlamda doğru bir demokrasiye sahipti. Hatta demokrasiden bile daha iyiydi çünkü bireysel farklılıklar ayrım gözetmeksizin hoşgörüye tabiydi. Tüm farklı inanç ve etnik kökene sahip olanlar, Ermeniler, Museviler, Rumlar kendi özel mahkemelerine, kendi dinlerine sahiptiler ve kendi dillerini konuşabiliyorlardı; gerçek bir özgürlüğe sahiptiler. İslam gerçek anlamda hoşgörünün dinidir. Ve Sultan 2. Abdülhamid, halife olarak, kendi yönetiminde, imparatorlukta hoşgörünün tam anlamıyla uygulanmasını garanti etmişti. [Hoşgörüden kastı, sınırsız bir hoş görme değil, İslâm ahlâkının önemli bir hasleti olan tesâmuhtur / müsamahadır. Yani muhatabının darvnışlarına saygı duymasa da saygısızlık etmeme esası… H.E.]
Diğer milletlerin zorunlu askerlik hizmeti olduğundan şüpheliyim. Fakat Osmanlı İmparatorluğuna özgü olan, savaş olduğunda Türkler asker olarak hizmet ederlerken, Ermeniler, Hıristiyanlar sadece küçük bir ücret ödeyerek askeri hizmetten muaf olabiliyorlardı. Ve bu onlar için çok iyi bir şeydi. Çünkü Türklerin başka bir seçim şansı yokken, onlar işlerine veya çiftçiliğe devam edebiliyorlardı.
Okyanusun Kalbi “Mavi Elmasın sırrı” neydi?
II. Abdülhamid Hanın eşi Seniha Zıllî Sultan pek çok Kâçâr Prensesi gibi at sporunu seviyor, üstelik te ata Amazon kadınları gibi yan oturarak biniyordu.
1912 yılında talihsiz bir kaza sonucu attan düşünce saray ve aile doktoru olan Besim Ömer Paşa acilen saraya çağırıldı.
O sırada Besim Ömer Paşa New York da Uluslararası bir Tıp Kongresine katılmak için yola çıkmak üzereydi. Kaza haberini paytonda yola çıktığı sırada almış, oldukça da keyfi kaçmıştı. Çünkü az sonra Cherbourga'a giden Doğu ekspresine binecek sonrada New York'a giden Titanik gemisine yetişecekti. Gemide oldukça lüks bir kamara ayırtmış üstelikte bavulları çoktan trene yüklenmişti.
Bu Dr. Besim Ömer Paşanın dört gözle beklediği bir seyahatti. Acele bir şekilde Sultanın yaralarını sardı, gerekli tedaviyi yapıp yapılacakları yanındaki görevlilere anlatarak hızla saraydan ayrılıp paytonuna bindi. Ama nedense kader bir anlamda onun trene binmesini engelliyordu. Gara girmesine az bir yol kalmıştı ki köprüye ulaştığında köprü bir geminin geçmesi için yavaş yavaş açılmaya başladı. Artık trene yetişmesi imkânsızdı. Günlerdir hayalini kurduğu bu seyahat saniyeler farkı ile elinden uçup gitmişti. Ama asıl sorun bavullarının kendi olmadan yolculuğa çıkmasıydı.
Bavullarından birinde Sultan II. Abdülhamid Hana ait olan değerine paha biçilemeyen mavi bir elmas vardı ki bu elmasın lânetli olduğu söyleniyordu. II. Abdülhamid Han bir bakıma hem bu elmastan kurtulmak istiyor hem de bu kadar değerli bir elmasın Amerika'da daha güvende olacağını düşünüyordu. Bu elmas hakkında pek çok rivayetler vardı. Özetle bu güne kadar kim bu elmasa sahip olmuşsa mutlaka ona uğursuzluk getirmişti. Onun için Sultan bu elması kendisinden uzakta tutmak istiyordu.
Doktor Besim Ömer Paşa çok kızgındı. Elinden çok büyük bir fırsat kaçıp gitmişti. Bu seyahat onun hayatının dönüm noktası olacaktı. Titanik gemisinin ilk yolcusu olma şerefine nail olacaktı. Ta ki Titanik Gemisinin battığı haberi İstanbul'a ulaşıncaya kadar kızgınlığı geçmedi. Ondan sonraki günlerde bu aileye olan sadakati sonsuz bir şekilde devam etti ve her an Sultanın yanında oldu.
G. Osmancık: Bu hikâye sizin kitabınızdan bir alıntıydı. Bu gerçek olayı birazda sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?
Nadin Sultan: Bu elmas ailemize nasıl intikal etti bunu hiç kimse bilmiyor. Onun bir adı da “Kara Elmas”tır. Çok kıymetli ve de değerine paha biçilemeyen bir elmas. Dünyada bir eşi emsâli yok. Onun nasıl ve kimler tarafından verildiği çok büyük bir sır, bunu kimse bilmiyor, tek bilinen onun lânetli bir elmas olduğu. Zaten II. Abdülhamid Han'a da uğurlu gelmediği kesin. Ayrıca bu lânet Titanik'in de batmasına sebep olarak gösterildi. Pek çok kişi geminin batmasını bu Kara Elmas'ın lânetine bağladı.
Belki de bu Allah'ın ilahi bir takdiridir [Muhakkak ki öyledir. H.E.]. Onun kimsenin elinde olmaması gerekiyordur. Onun için Allah onu okyanusun sularına gömdü.
Sayın hocam bir yakınım çeşitli spor dalları ile ilgili olarak antrenman malzemeleri satmakta. Bunlardan bazılarının satışını yapmak duyduğu kuşku sebebi ile yakınımı rahatsız etmekte bu nedenle ben de onun adına size bir soru sormak istedim. Efendim ekte de birkaç örnek fotoğrafını paylaştığım ve antrenman yapılırken engel olarak kullanılan malzemeler insanı andırması itibari ile heykel hükmüne girer mi? Ve dolayısı ile alış-satışı ve bundan elde edilen kazanç haram olur mu? Doruk Baş
Devamını oku: Manken yapmak, satmak, bunları teşhir caiz mi?
Toplumda bazıları, ‘Mevlâna ile alakalı şöyle sapık düşünceler var; Kabak hikayesi gibi falan…’ diyerek yanlış bilinen şeyler söylüyorlar. Bu mevzuyla alakalı neler söylenmesi icab ediyor? Nasıl savunmalıyız? Ne derecede bir evliyadır? Bunlarla alakalı bilgilerinizden istifade etmek isteriz efendim. Selâmetle hayırlı cumalar... Ömer Değirmenci - İstanbul
*******
Selâmün aleyküm.
Bilmukabele hayırlı cumalar Ömer hocam...
***
“Kelâm-ı kibârı ihmâlden, i'mâl evlâdır”.
(1) Hz. Mevlâna ile alakalı elbette ki söylenecek, konuşulup yazılacak çok şey vardır. Edebî yönden, şeriât-tarikat-hakikat-marifet penceresinden… Dilerseniz bunlara, sözünü ettiğiniz “Kabak hikâyesi” ile başlayıp önce edebî cihetten yapılan tenkitlere, daha doğrusu karalamalara cevap vermeye çalışalım. Sonra da öbür hususları ele alıp değerlendirmeye gayret ederiz.
Ancak mevzuya girmezden evvel şunların bilinmesinde fayda olacağı mülâhazasındayım; edebiyatta hakikat-mecâz-istiâre-kinâye-teşbih-tasvir-tenkid nedir bilmeyenlerin, bırakınız Hz. Mevlâna gibi tasavvuf erbabı bir zatın Mesnevî’sini; Avnî, Muhibbî, Fuzûlî, Bâki, Rûhi gibi divan sahibi büyükşairlerimizin şiirlerini de anlamaları mümkün değildir. Şiirde-edebiyatta metafor önemlidir. Bundan haberi olmayan birileri, edebî bir eseri hakkıyla-lâyıkıyla tenkit edemez. İşin en kötüsü de, bu hâl-i pür melâlini anlayıp, “İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez” deyip kenara çekilmez. Atalarımızın, “İslâm’ın 6’ncı bir şartı olacak olsaydı, haddini bilmek olurdu” sözlerinin hilâfına, tam bir had bilmezlikle onları kınamaya-karalamaya kalkışır! Dolayısiyle “Şefcaat arz ederken sirkatin söyleyen merd-i kıptî” misâli, kendi cehaletini meydana koyar...
Tasavvufî mânâ ve muhteviyata sahip şiirleri anlamak, anlatmak ya da tenkid edebilmek içinse, edebiyattaki metaforik bilgilerin ötesinde ayrıca tarikat-hakikat ve marifet ilimlerine-hâllerine de vukuf şarttır. Yoksa, âmiyâne tabirle, kavanozun dışını yalamakla balın tadı anlaşılamaz!
Bir defa Hz. Mevlâna Mesnevi’sinde cinsiyet ihtiva eden hikâyelere neden yer veriyor? Bunu görelim, öğrenelim. Onun için de önce şu soruya cevap arayalım:
- Şeriata göre cinsiyet hakkında konuşmak yazmak veya cinsiyetle alakalı hususları, yerinde ve gereğince mevzu etmek yasak mıdır, günah mıdır? Mutlak manada, günah değildir elbette. Çünkü bunlar da insanı ilgilendiren meselelerdir. Ancak bu meseleler istismarla gayri ahlakî hususlara mevzu edilirse, yasak sınırlarına girilmiş olur. Üslup temiz, maksat ve niyet halis, gaye talim ve terbiye, telkin ve irşad olduğunda niçin yasak ve günah olsun?
Hz. Mevlâna Şeriatı en ince teferruatına kadar bilip hayatında uygularken Şems-i Tebrizî hazretlerinden “hakikat ilmi”ni öğrenmiş, o günden itibaren de davranışları bu ilme-marifete, yani şeriatın bâtınına göre olmuştur.
Hakikat ilmini öğrenen kişinin gâye ve değerleri, mutlaka zâhirî ilim erbabından farklıdır. Onun maksadı, sadece kendi başına iyi ahlâklı bir kişi olmak değildir. İnsanların-çevrenin itibarını kazanmak hiç değildir. Tek gayesi vardır; Allah’a giden yolda mesafe alıp / seyr u sülûkünü tamamlayıp O’nun rızasına nail olabilmektir. Maksadı da matlabı da O'dur.
Tasavvufla ilmen ve hâlen alakadar olmayanlar, diğer velileri lâyıkıyla anlayamadıkları gibi, Hz. Mevlâna’yı da asla hakkıyla anlayıp tahlil edemezler. Nitekim Hz. Mevlâna da önceleri Hz. Şems’in davranışlarına bir mânâ verememiş ve sonunda, “Aklımı bıraktım (yani teslim oldum) rahat ettim” demiştir.
Demek ki, hakikatte yol almanın yegâne düsturlarından biri; her şeyi akılla tartıp muhâkeme etmemek (yargılamamak), tenkid etmemek (eleştirmemek), neden-niçin’lerle sorgulamalarda bulunmamak, iyi-kötü kavramlarını bir tarafa bırakıp mürşide tam bir teslimiyetle teslim olmaktır.
Ekseriyetle insanlar, dindar / takva sahibi / maneviyat ehli bir kişinin cinsiyetle ilişkisinin olmayacağını, daha doğrusu olmaması gerektiğini düşünürler... Bakınız Hz. Mevlâna “Fîhi Mâfih” adlı eserinde ne diyor:
“Velîler ve nebîler kendilerini mücâhededen alıkoymazlar. İlk mücâhedeleri nefislerini tezkiye etmek; arzu ve şehvetlerini terk etmektir. Bu büyük bir cihaddır. Vâsıl olup itmi’nân / emniyet makamına yerleşince, eğri ve doğru olanlar keşfolunur. Doğruyu eğri ile bilirler ve görürler”. [Çev., M. Ülker, 1954 s.196]
Talim-terbiye, telkin ve irşadda; bir hakikati muhatabına anlatmak en iyi ve en müessir şekilde nasıl mümkün oluyorsa, o yol seçilmelidir. Hz. Mevlâna da cinsî yakınlıkları ihtiva eden bir hikâyeyi, bir ulvî maksadı daha açık olarak anlatabileceğine karar kılmış olmalı ki, kullanmakta mahzur görmemiştir. Ayrıca başta da işaret ettiğimiz gibi muhtevasında cinsîlik bulunan hikâyelerin, mutlak manada günah olduğuna dair de bir hüküm yoktur. Hüküm; maksada, niyete, üslûba göre farklılık arz eder. Edebî sınırlar dahilindeki bu tarz bir ifade, eğri ile doğruyu bulma usûl ve üsluplarından sadece biridir.
Bu hikâyeler aslında, remzlerle (sembollerle-simgelerle) bazı hakikatleri mü’minlere anlatma-öğretme, onları ikaz gayesine matuftur. Bunu bilmeyenler, anlayamanlar, işin aslını da idrâk edemezler. Şimdi bu hikâyelerden çok konuşulup istismar vesilesi edilenlerden biri olan 'Kabak hikâyesi'ni ele almaya çalışacağız. Bunun için de, söz konusu beyitler üzerine yapılan güzel bir araştırmadan nakillerde bulunmak istiyoruz.
Başta da kaydettiğimiz gibi, “Kelâm-ı kibârı ihmâlden, i’mâl evlâdır”. Yani büyüklerin anlaşılması güç olan sözlerini istismara açık bir tarzda terketmek yerine, te’vil ederek / iyiye hamledip yorumlayarak kullanmak daha iyidir. Bu sebeple Mesnevî’den söz konusu hikâyeyi aynen iktibas etmek yerine, onun tahlil ve tenkidi üzerinde durmanın uygun ve daha faydalı olacağını düşündük. Ki, zaten meraklıları hikâyeyi hemen her yerde arayıp bulur ve okuyabilirler…
***
“MEVLÂNÂ’NIN MESNEVÎ’SİNDE ‘HAR (EŞEK)’ METAFORU”
“…3. Nefs
Nefsile ruh, insan bünyesi üzerinde sürekli bir hâkimiyet kurma mücadelesi vermektedirler. Ruh, insana, fıtratına uygun olanı; nefs ise hep aykırı olanı tavsiye ve teşvik etmektedir. İşte bu durumu Hz. Îsâ ve eşek metaforlarıyla (mecaz-istâre-kinâye ve teşbihle) anlatan Hz. Mevlânâ, rûhunun gıdâsını (zikir ve mânevî ilimleri) ihmâl edip sürekli nefsini (hayvânî ve şehevî duygularla) besleyeneşek mîzaçlı kimselere şöyle seslenmektedir:
“Sen, Îsâ'yı bıraktın da eşeği besledin. Hulâsa, eşek gibi perdenin ardında kaldın. / İlim ve mârifet, Îsâ’nın talihidir; ey eşek sıfatlı, eşeğin şansı değil! / Eşeğin anırmasını duyar, acırsın. Halbuki bilmezsin ki eşek, sana eşeklik telkin ediyor. / Îsâ"ya acı, eşeğe değil! Tabiatını aklına baş etme! / Bırak tabiatını, ağlayadursun. Sen, ondan al, canın borcunu öde! / Yeter artık, yıllarca eşeğe kul olduğun. Bil ki eşeğe kul olan, eşekten beterdir. /“Onları geride bırakın” sözünden murat, nefsindir. Nefs geride, aklın ileride gerek. / Bu aşağılık nefs de eşekle aynı mizâçta. Gece gündüz bütün düşüncesi, yem kaygısı. / Îsâ’nın eşeği gönül feyzini bulmuş, akıllıların makāmında konaklamıştır. / Çünkü akıl galebe çalınca, eşek zayıflar. Zira eşek, şişman ve kuvvetli biniciden dolayı zayıflar. / Ey eşeğe değer veren! Aklının azlığından dolayı bu hakîr eşek, ejderha kesildi. /Gönlün Îsâ’dan hastalandıysa, yine ondan iyileşir; sıhhat yine ondan gelir; onu bırakma!” (II/142).
Mevlânâ, nefs eşeğini hak yola sokabilmek için, tasavvufun en temel nefsi terbiye usûllerinden biri olan, “onun isteklerinin zıddını yapma”yı şöyle tavsiye etmektedir:
“Eşeğin başını çek, onu yola sok! Doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür! / Onu boş bırakma, yularını tut! Çünkü o, yeşilliğe gitmeyi pek sever. / Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı, çayırlara doğru fersahlarca yol alır. / Eşek, yol düşmanıdır; yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden, ona kul olan niceleri telef olup gitmişlerdir. / Eğer yol bilmezsen, eşeğin dileğine aykırı hareket et! Doğru yol, o aykırı yoldur.” (I/237).
Bir başka yerde nefsi, “yükten kaçan eşeğe” benzeten Mevlânâ, onu terbiye etme yollarından biri olan “sırtına sabır ve şükür yükünü yükleme”yi de şu üslûpla tavsiye etmektedir:
“Mânâ odur ki, seni senden alır; faydasız sûretten müstağnî kılar. / Seni kör ve sağır edenin mânâ olduğunu sanma! Sûrete âşık olman, öyle eder. / Köre nasip olan, ancak gam arttıran hayâllerdir. Gözün nasîbi de fânî hayâllerden ibârettir. / Körler, Kur’ân’ın harflerini ezberlemişlerdir. Eşeği görmezler de semeri dövüp dururlar! / Gözün açıksa, kaçan eşeği gör! Ey (nefs) put(un)a tapan! Daha ne zamana dek semercilik yapacaksın?/Semer nasıl olsa bulunur; yeter ki eşeğin olsun. Canın oldukça, ekmeğin mutlaka az çok gelir. / Kaybolan eşek gitti; bir daha gelmez. Eşeğin sırtı olsun da, semer bulunur . / Eşeğin sırtı, mal ve kazanç elde edilecek bir dükkândır. Can ve gönül, yüzlerce kalıbın sermâyesidir. / Ey boşboğaz, eşeğe çıplak (semersiz) bin! Hz. Peygamber çıplak binmedi mi? / “Peygamber, çıplak eşeğe bindi; yaya yürüdü” de denmiştir. / Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla! Ne zamana kadar işten, yükten kaçacak? / İster yüz yıl olsun, ister otuz yıl; mutlaka sabır ve şükür yükünü ona yüklemeli.” (II/55-56; Nahîfî Terc., II/166-169). “Hoplayıp zıplayıp duran eşeğin sırtına taş yükünü vur! O kaçmadan, sıçramadan önce, sırtına yükü yükle!” (V/115).
Kötü huyların barınağı mevkiindeki / pozisyonundaki / konumundaki nefsi eşeklikten kurtarıp arındırabilmek için, mutlaka kâmil (u mükemmil) bir mürşidin terbiyesine sokmak lâzımdır. Zira“Ölmüş eşek tuz gölüne düşünce, eşekliği, murdarlığı geçmişte kalır.” (II/102). Burada tuz,“koruyucu” ve “arındırıcı” olma hususiyetiyle, mürşidi remzetmektedir (sembolize etmekte / simgelemektedir).
Peki, bu nefs eşeğinin insana hiç mi faydası yok? Bu sorunun cevâbını Mevlânâ, Mesnevî’nin mevzumuzla ilgili en vurucu örneği olan kabak hikâyesinde (V/111-119; Nahîfî Terc., V/268-287) verir. Hikâye, bir câriyenin eşekle münasebetini anlatır. İç içe geçmiş iki türlü metaforik (mecâz-kinâye-istiâre-teşbih yoluyla) anlatımın ustalıkla örüldüğü bu hikâyeyi burada uzun uzadıya anlatmak yerine, yalnızca metaforik çözümlemesini (sonucunu) vermekle yetineceğiz:
Ön plândaki metaforik anlatıma göre, hikâyenin baş kahramanı olan eşek, nefsi remzetmekte... Esâsen bunu, Hz. Mevlânâ bizzat şöyle açıklamaktadır:
“Bil ki bu hayvan nefs, bir eşektir. Onun altına düşmekse, ondan daha kötü ve ayıp bir şeydir. / Eğer şehvet hırsıyla can verirsen, bil ki sen de o kadından daha alçaksın!/ Allah (c.c.), nefsimize eşek sûretini vermiştir; çünkü sûretler huylara uygundur./ Kıyâmet gününde sırların açığa çıkması, işte budur. Allah hakkı için, eşeğe benzeyen nefsten kaç!” (V/116).
Hikâyedeki câriyenin sâhibesi mevkiindeki kadın ise şehvet, hırs, sabırsızlık gibi yerilen nefsânî hasletlere kapılmış, üstelik, bu gibi kötü huylardan kurtulmak için kendine bir yol gösterici arayıp bulmamış mürşidsiz kişiyi sembolize etmekte... Bu mânâya da Mevlânâ, şu beyitleriyle işâret etmektedir:
“Şehvet isteği, gönlü sağır ve kör yaptı mı, eşeği bile Yûsuf gibi dünyâlar güzeli bir sevgili gösterir. /…/ Hırs, çirkinleri güzel gösterir. Yol âfetleri içinde de şehvetten beteri yoktur. /…/ Bir eşeği bile Mısır’ın Yûsuf’u gibi güzel gösterdikten sonra, o çıfıt, bir Yûsuf’u acaba nasıl gösterir?” (V/114).
Kadının mürşidsiz işe kalkışmasını da şu beyitleriyle yermektedir:
“Ustasız iş yapmak istedin, bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın. / Benden eksik bir bilgi çaldın; çaldın ama, tuzağın nasıl bir şey olduğunu sormayı ihmâl ettin. /…/ Yalnızca görünüşe kapıldın. Halbuki içyüzü senden gizliydi. Usta olmadan dükkân açtın. /…Fakat a harîs! Neden kabağı görmedin? Yoksa eşeğin aşkına o kadar mı dalmıştın ki, gözüne kabak görünmedi?!” (V/117).
Bu beyitlerden de anlaşılacağı üzere, hikâyenin üçüncü kahramanı câriye de işin ustası olan mürşidi sembolize etmektedir. O, nefs eşeğiyle nasıl münasebette bulunulacağını, onunla iyi geçinmenin ve hattâ onun faydalı yönlerinden yararlanmanın, bu sâyede de ondan zarar görmek yerine zevk almanın sırlarını iyi bilen, ehil kişidir. İşte, tasavvuf yolunda da yalan yanlış, eksik bilgisiyle ve “ben artık oldum” vehmiyle mürşidsiz yola koyulanın başına gelecek kaçınılmaz ‘son’, hikâyedeki “kabağı görmeden eşekle ilişkiye giren kadın” gibi olacaktır. Nihâyet hikâyedeki kabak ise, nefs terbiyesini temsîl etmektedir. İnsan ile nefsi arasında “mesâfe” işlevi/vazifesi gören kabak (nefs terbiyesi / eğitimi) sâyesinde kişi, nefsinin zararlarından korunabilmekte ve onun faydalı yönlerinden istifâde edebilmektedir.
Söz konusu hikâyenin geri plândaki metaforik anlatım unsurlarını tahlil ettiğimizde ise daha farklı ve acâip / enteresan sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Ana fikir olarak, “olaylara yalnızca zâhir gözüyle bakmanın insanı sürükleyeceği felâketlerin sonuçları”nın işlendiği bu çözümlemeye göre, baş kahramanımız olan eşek, “mânevî ilimlerden yoksun olmakla birlikte Cenâb-ı Hakk’ı, insanı ve kâinatı yalnızca dış görünüş bakımından, zâhirî bakış açısıyla yorumlamaya / anlamaya kalkışma ameliyesi”ni sembolize etmektedir. Hâdiselerin bâtınını / içyüzünü ve birtakım inceliklerini kavramaktan uzak olan bu eksik zâhirî bakış, tıpkı hikâyemizdeki eşek gibi, sâhibini iğfâl ederek onun işini bitirir. Bu durumda hikâyedeki kadın ise, mânevî ilimlerden habersiz, yalnızca zâhirî bakış açısıyla hüküm veren zâhir ulemâsını ve onların fikirlerine kapılan kimseleri; câriye de işin derinliklerine ve inceliklerine vâkıf olan mânevî ilim sâhibi kimseleri temsil etmektedir. Nihâyet hikâyedeki kabak ise mânevî bakış açısını, yâni mârifet ve hikmeti ifâde etmektedir.
Burada metaforik çözümlemesini verdiğimiz Kabak hikâyesinin, M.S. II. yüzyılda yaşamış bir Latin yazar olan Apuleius’tan (d. 124 – ö. 170) alınmış olduğu da unutulmamalıdır. Onun, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından “Dünyâ edebiyâtından tercümeler–Lâtin klâsikleri” arasında 27 numarada yayınlanan Altın Eşek adlı kitabında [Lucius Apuleius, Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Nurullah Ataç, Ankara 1950. Aynı kitap, yakın zamanda tekrar tercüme edilerek yayınlanmıştır: Lucius Apuleius, Metamorphoses (Başkalaşımlar) Asinus Aureus (Altın Eşek), çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yay., İstanbul 2006] aynı hikâyeyi anlattığı görülmektedir. Mevlânâ’nın kronolojik olarak kendisinden yaklaşık 11 asır [1100 sene] kadar önce yaşamış olan bir yazarın kitabında geçen söz konusu hikâyeyi alıp bize aktarması, “Hikmet mü’minin yitik malıdır; nerede bulursa onu almya en hak sahibidir” [İbn Mâce, Sünen, Zühd, 15; Tirmizî, Sünen, İlim, 19] düsturunun bir icabı, yansıması ve sonucu olsa gerektir. Bu demektir ki, içinde yaşadığıDoğu kültürüne vâkıf olduğu kadar, hemen yanı başındaki Batı’dan da haberdar olan bir Mevlânâ ile karşı karşıyayız. Belki onun büyüklüğü, biraz da buradan kaynaklanmaktadır. Esâsen bu durum, Mesnevî’den veya Mevlânâ’nın başka herhangi bir eserinden herhangi bir kısmın –tabir caizse– “cımbızla çekilerek”, onun birtakım seviyesiz ithamlara mâruz bırakılmasının ne kadar yanlış olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Mevzu ile ilgili Şefik Can merhûmun değerlendirmesi, başka söze mahal bırakmayacak mahiyettedir:
“Bu arada, bir câriyenin eşekle sevişmesi gibi meşhur hikâye de, Latin şâir Apuleius’un Altın Eşek kitabından alınmıştır. … Apuleius’un Altın Eşek’ini okuyanlar, insan tabiatının süflî arzularını ifâde eden bu kitabı alkışlarken, aynı hikâye Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde olunca hor görülmüştür. Bu görüş tamâmiyle bîtaraf değildir. Garez gelince insanın gözü kör oluyor, hakîkati göremiyor.” [Şefik Can,Mesnevî Hikâyeleri, II. baskı, İstanbul 2004, s. 16]
4. Nefsânî / Bedenî Şehvet ve Sıfatların Esâretinden Kurtulamamış Kişi
Mevlânâ, nefsânî/bedenî şehvet ve sıfatların boyunduruğundan kurtulamamış kimseleri, “kart eşekler” olarak tasvîr etmektedir. Çünkü onların elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğridir. Yâni onlar, nefs-i emmârelerinin güdümünden kurtulamadıkları için yanlış işler yaparlar; kötü yollara düşerler; gözleri hatâ ve kusurdan başkasını görmez; muhâtaplarına ihânet ve nefretle bakarlar; güzeli değil çirkini, doğruyu değil eğriyi görürler; durduk yerde öfkelenirler, sebepsiz yere kızarlar; savaşı bile kaidesini / kuralına göre yapmazlar; kalleşçe arkadan vururlar (I/206).
Mevlânâ, nefsânî şehvet ve arzuların esâretinden kurtulamamış, bedenen güçlü kuvvetli bir kişiyle; fizikî güç bakımından zayıf olmakla birlikte hırs, kin, nefret, şehvet, öfke gibi nefsin yerilmiş hasletlerinden kurtulmayı başarmış kişiyi kıyasladığı bir hikâyeyi (V/312-327) anlattıktan sonra muhâtaplarına şöyle seslenmektedir:
“Onda, eşeklerin erkeklik gücü (cinsî güç) yoktu; fakat peygamberlerin erliği vardı. / Hırsı, şehveti, hışmı terk etmek erliktir. Bu, peygamberlik damarıdır. / İşte, eşek şehvetini terk edeni, Cenâb-ı Hak beylerbeyi diye vasıflandırır. /…/ Erliğin özü budur; öbürüyse dışı, kabuğudur. Bu Cennet’e, öbürü ise Cehennem’e götürür. /… /…Erkek olan budur; eşeğin erkekliği ise hileden ibârettir.” (V/327; Nahîfî Terc., V/778-779).
Bir başka yerde de buna şunları ilâve eder:
“Ne arzu ânında bir hatâya düşüyorsun; dağ gibi aklın saman gibi uçuyor… / ve ne de öfke ve kin zamanında sabrın gevşeyip karar ve sebâtını terk ediyor! / Erlik budur işte! Yoksa adam, sakalla, tenâsül âletiyle erkek olmaz! Öyle olsaydı eşeğin âleti, erlerin şâhı olurdu.” (V/302).
Mevlânâ’ya göre, nefsin, “kendini beğenme, gurur, kibir ve kendinde bir varlık görme” gibi yerilmiş hasletlerinden kurtulamayan eşekleri aslan parçalar (I/245).31 Nitekim Mevlânâ, insanları bu gibi yerilmiş nefsânî hasletlerden kurtarmak için çabalayan şeyhlerin (faziletli insanların, hikmet sahiplerinin) terbiyesinden, öğüt ve nasihatlerinden kaçan kimseyi, “sâhibinden kaçan eşek”metaforuyla (teşbihiyle) îzah etmiştir. O şöyle der:
“Eşek, sâhibinden eşekliği yüzünden kaçar. Halbuki sâhibi, onun iyiliğini istediği için peşine düşer. / Onu, kendisi bir fayda elde etmek veya bir zarardan kurtulmak için aramaz. Kurt, yâhut yırtıcı bir canavar parçalamasın diye arar.” (II/145).
Allah’a giden yolda kurda-kuşa yem olmamak, türlü eziyet ve belâlara mâruz kalmamak için, ayrıca yol arkadaşlarına (ihvân’a) da ihtiyaç vardır:
“Yol, nasıl yoldur? Gidenlerin ayak izleriyle dopdolu bir yol… Dost nasıl dosttur? Akıl ve tedbir merdiveniyle seni yücelten dost. / Diyelim ki ihtiyatlısın da seni kurt kapmadı. İyi ama, topluluk olmadıkça o neşeyi bulamazsın ki! / Yalnız olarak bir yolda neşeli neşeli giden kişinin neşesi, dostlarla, yoldaşlarla giderse, birken yüz olur. / Eşek bile emsâliyle gezip dolaşsa, bir canlılık ve sevinç elde eder. / Kervandan ayrılıp, yalnız başına yol almaya kalkışan eşeğe o yol, yüz kere daha uzar, o derece yorulur. / O çölü yalnız olarak aşıncaya kadar kaç sopa fazla yer, kaç kere fazla nodullanır. / O eşek sana der ki: ‘Eşek değilsen, yola böyle yalnız düşme’ Sen de bu öğüdü iyi dinle! / Yolu gözeterek tenhaca ve güzel güzel giden, şüphe yok ki dostlarla daha güzel gider.” (VI/43-44; Nahîfî Terc., VI/118-119).
Nefsinin esîri olması yüzünden hevâ ve heveslerinin peşine takılıp giden, dolayısıyla da ayağı tökezleyip yüz üstü yere düşen ve burnu bir türlü günah pisliğinden kurtulmayan kimseyi, bakınız, Hz. Mevlânâ nasıl tasvir ediyor:
“Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe kalkıştı mı, iki ayağı da boynuna bağlanır! / Eşek, ‘bana bir bağ kâfîdir’ dese de ona aldırış etme! Çünkü bu iki bağ, o aşağılık hayvanın kendi hareketi yüzünden bağlanmıştır!” (IV/122).
[(Tashih ve tanzimle) İktibas: http://akademik.semazen.net ]
***
(2) “Ne derecede bir evliyadır?”
Sorunuzun bu kısmına aslında bizim diyecek bir şeyimiz, söyleyecek bir sözümüz olamaz. Tamamen ilim ve irfan sınırlarımızın dışında ve fevkinde olan bir mesele. Bizim bu hususta anlatabileceklerimiz, olsa olsa, ancak pîrandan naklen duyduklarımızı aktarmak olur. Nitekim, Hz. Mevlâna’nın velâyet-i suğrâ mertebesinde bir velî olduğu, Hoca Nasreddin rahmetullahi aleyh’in de velâyet-i kübrâ makamında bulunduğu bildirilmiştir.
Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn silsilesinin 33’üncü ve son halkasını teşkil eden Üstâzünâ Süleymün Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri bir sohbetlerinde, atomdan basederlerken şu beyanlarda bulunurlar:
“Atom, âfâkî ve enfüsî olmak üzere iki kısımdır. Bu günkü âfâkîdir. Eğer enfüsî atom patlatılsa, yer ve gök helâk olur... Celâleddin-i Rûmî, ‘Cenâb-ı Hak beni insan vücudunda yüz esrara vâkıf kıldı. Birini kullansam, Le-ahragatü’s-semâvâtü ve’l-ardu: Yerler ve gökler yanardı, buyurmuştur. Tarîkatın çocuğu bu. Ya efendileri nelere muktedir değiller! 'İnne külle şey’in yesmau ve yeşhedü': Muhakkak ki (Allâh'ın izni ve verdiği istidat ile) her şeyi işitir ve müşâhede ederler.” [Ahbab merhum, Notlar, s. 53] Bir başka vesileyle kendilerine, 'Efendim Mevlâna'nın sema'sına ne dersiniz, onun bu hâli nedir, şeriata uygun mudur?' tarzındaki bir soruya da -yukardaki 'tarikatın çocauğu' ifadesine muvafık olarak- cevaben buyuruyorlar ki: 'Çocuktur, yeri gelir güler-oynar, yeri gelir ağlar; çocuğun kusuruna bakılmaz"!
Atom meselesi için aşağıdaki Mevlana'nın "şifrelerini çözen" Fransız felsefeci, başlıklı habere bkz
***
(3) Daha önce mollacami sitesine gelen bir soruyu ve ona verdiğimiz cevabı da burada paylaşmak isterim.
Soru: Hocam, Mevlevilerin semasını izlemek günah mı sevab mı? Dinimizde Hz Mevlâna gerçekten dönerek mi zikir edermiymiş, böyle bir şey Mevlâna’nın sünneti mi? Konya’dan yazıyorum daha hiç katılmadım ama merak ta ediyorum.. Herkes buraya izlemeye geliyor ben hiç gitmedim.. Gitmek doğru mu yani? Ve Mevleviler diye bir cemaat var mı?
Cevabımız:
Hz. Mevlâna (k.s.) ve Sema
Mevleviler diye bir cemaat var tabii. Her şeyden evvel Mevlevilik sünni bir tarikat idi. Bugünkü gelinen nokta ise malumunuz. Rabbim herkesi, her yolu ve yolcusunu bid’atin her nev’inden uzak kılsın.
Mevlevilerin semasını izlemenin sevab değil, bilakis vebal olacağını, gitmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Çünkü bunun, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerinin kıstaslarıyla mâlâyiniden ibaret olduğu açık. Aşağıda izahı gelecek...
Hz. Mevlâna sema yapmış mıdır?
Evet, yapmıştır. Şöyle ki:
Mevlâna hazretleri Konya Karaman çarşısında Selahaddin Zerkubî’nin dükkanı önünden geçerken, içerden gelen çekiç seslerini duyar. Hz. Mevlâna, kendi halet-i ruhiyesi içinde çekiç seslerinin ritmi ile dönmeye başlar… İlk sema’dır bu. Bir süre bu şekilde devam eder o hâl.
Halk, Mevlâna’nın delirdiğini zanneder ve garip gözlerle seyrederler… İçlerinden sadece Selahaddin Zerkubî isimli zât bu hâli anlayabilmiştir kendince… Tabii nasıl anlamışsa… Ve halka dağılmalarını söyler. Mevlâna hazretleri sema’ı bitirip kendine tekrar geldiğinde, Selahaddin Zerkubî eğilir ve kulağına: “Gittiğin yere beni de götür…” der.
Aslında burada, sema bittiğinde mi kendine gelmiştir gerçekten, yoksa kendine geldiği için mi sema’ı bitirmiştir..? Bu da münakaşa götürür bir husustur. Her neyse… Bunun, ölçülü bir muhabbetin değil, ölçüsüz bir aşk’ın sonucu olduğu da aşikâr!
Şahsen ben de bu hadise vesilesiyle Hz. Mevlâna’nın sema yapmış olduğunu öğrenmiş oldum… Daha evvel tereddüt içerisinde idim; yapıp yapmamış olduğu hakkında kesin bir bilgi sahibi değil idim. Ve böylece aşk sarhoşluğunun ne kadar ince bir nokta olduğunu da ayrıca biz kez daha idrak etmiş olduk. Demek ki maneviyat yolunda aslolan, zikr-i hafî / gizli zikir erbabının dediği gibi aşk değil, muhabbet. [Bkz. http://halisece.com/muhtelif/278-ramazanda-kitaplar-arasinda-seyahat.html “Aşk ve Muhabbet” ara başlıklı yazı.]
Meseleye biraz daha müevvel / te’villi bir açıdan bakarak şunları söyleyebiliriz: Mevlâna hazretleri sema etmiş olsa bile, bu tamamen tarikatta mevcut bulunan heyecan ve coşkunluğun bir eseridir. Kadirî gibi bazı hak tarikatlarda da cehrî zikir ile kendinden geçme halleri vardır. Bunların hepsi Allah Teala’yı zikir esnasında ortaya çıkan coşkunun tezahürüdür. Yani sema bir ibadet olmayıp, tamamen şahsi-insani bir aksülameldir. Hatta kontrolsüz hareketlerdir de diyebiliriz.
Mesela bizler güzel bir haber aldığımızda çok sevindiğimiz zaman ne diyeceğimizi şaşırır, olmadık sözler söyleyebiliriz. Farkında olmadan ellerimizi birbirine vurur, havaya zıplayabiliriz vs. Bütün bu haller gayr-i ihtiyari reaksiyonlar / tepkilerdir. İşte sema da neticede böyle bir hadisedir. Yoksa Mevlâna hazretleri duyduğu bir ney veya bir çalıg sesi ile kalkıp da dönmemiştir. Bu iddia O’nun, Peygamberimizin (s.a.v.) çizdiği sünnet çizgisine olan bağlılığına da apaçık aykırıdır.
Hz. Mevlâna dönmüş ya da dönmemiş; ama bu mübarek zat adına yapılan organizasyonların talihsizliğine bakın ki; insanlar Japonya’dan, Amerika’dan ve daha birçok ülkeden Mevlâna hazretlerini ziyarete geliyor… Çoğunluğu gayrimüslim olan bu ziyaretçilere, sema gösterisi yapıyorlar. Mevlâna’yı tanımaya gelen insan, karşısında on tane durmadan dönen adam görüyor. Bu mudur Hz. Mevlâna gibi bir Allah dostunu ve onun takip ettiği yolu tanıtmak?
Bunu seyreden insan ülkesine gittiği zaman ne anlatacak? Başı külahlı, altı entarili on adamın dönüşünden başka aklında ne kalacak?
Bakın bu işi de artık o kadar sulandırdılar ki, kadınları da işin içine kattılar. Kadınlar da başlamış dönmeye. Bursa Mevlâna Kültürünü Tanıtma ve Yaşatma Derneği ile Osmangazi Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği organizasyonda kadınlar sema gösterisi yapmışlar. Mevlevi üstadı olarak bilinen Mustafa Özbağ da, kadınların sema yapmasında bir sakınca bulunmadığını vurgulayarak, “Kadın sema edemez, diye bir kaide yoktur” demiş.
Halbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kadının namazını bile evinde ve hatta evinin özel bölümünde kılmasını tavsiye etmiş ve buyurmuştur ki:
“Kadının Rabb’ine en yakın olduğu yer, evinin iç kısmıdır. Kadının, evinin avlusunda kıldığı namaz, mescitte kıldığı namazdan daha faziletlidir. Evinde kıldığı namaz avluda kıldığı namazdan; evin iç kısmında kıldığı namaz evinin açık yerinde kıldığı namazdan daha faziletlidir.” [Ebu Davud, Sünen, Salât, 53; ez-Zebîdi, Sünenü Musa b. Târık, İthaf, 6/230]
Yani Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kadınların evinde ibadet etmelerini teşvik etmiştir. Sema ise bir ibadet bile değilken, kadınların bu gösteriye alet edilmesi de neyin nesi oluyor, düşünmek lazım!
Madem çok dönmeyi istiyor, gitsin evinde istediği kadar dönsün. Milletin önünde gösteri yapmak ve bunu Mevlâna adına yaptırmak ne oluyor? Bugün ayrı ayrı dönerler, yarın erkek-kadın beraber dönerler. Sonra başlarlar dans etmeye. Bu işler hep böyledir. Her taviz, yeni-yeni tavizleri doğurur…
Mevlâna hazretlerinin temiz yolu da işte böyle kirletiliyor. Artık her şeyi öyle bir sulandırıyorlar ki, insanların midesi bulanacak hale getiriyorlar.
Mevlânanın yoluna yakışanı yapın
Bu mevzuda sorumlu olan herkes çok dikkat etmelidir. Kendileri bizzat böyle şeylere karşı çıkarak bu yolu korumanın gayreti içerisine girmelidir. Özellikle gayrimüslimlere Mevlâna’nın Müslüman kimliği öne çıkarılarak, Peygamberimize (s.a.v.) olan bağlılığı, Allah’ın emirlerine olan bağlılığı ve yasaklarından kaçınması gibi hususlar işlenmelidir. Kanuni’yi lekeleyenlerin o yüce sultanın hakkına girdikleri gibi, Mevlâna’nın yoluna yakışmayan hareketler sergilemek ve insanlığa yanlış tanıtmak, hatta eksik tanıtmak, o Allah dostuna yapılan büyük haksızlıktır. Bu büyük bir vebaldir. Ahirette Mevlâna’nın yakamıza yapışmasını istemiyorsak, bu türlü yanlışlardan dönmemiz gerekiyor.
Dilerseniz asıl mevzumuza yani sema’ın hükmünün ne olduğuna dönelim…
Zikr-i hafî / gizli-sessiz zikir yolu büyüklerinin ifadeleriyle, sema ve benzeri hallere rağbet, onlarla meşguliyet, namazdan gerçek manada zevk alamamaktan, onun hakikatine nail olamamaktan ileri gelmektedir. Namazın hakikatine muttali olmayanlar ve namaza mahsus üstünlükleri bilmeyenler, idrak edemeyenler, hastalıklarının çaresini başka yerlerde aramakta… Maksatlarına ulaşmak için, farklı şeylere sarılmaktadırlar. [Daha geniş bilgi için bkz. http://halisece.com/fikih/13-namaz/273-muktubat-i-imam-i-rabbaniden-okuma-notlari-namaz.html
Keza raks-sema, teganni ve benzeri hallerle ilgili olarak şu açıklamalarda bulunuyorlar:
“Sôfilerin ameli / yaptıkları-işledikleri şeyler helâllik veya haramlık noktasında bir delil teşkil etmez. Sôfileri bu işlerinden dolayı mazur görmemiz, kınamayıp durumlarını Allah Teala’ya havale etmemiz, onlara yeterli gelmiyor mu?
“Bu hususta muteber olan, İmam Ebû Hanîfe’nin İmam Ebû Yusuf’un ve İmam Muhammed’in (rahımehümullah) sözleridir/içtihatlarıdır… Şiblî’nin ve Ebû Hüseyin Nûri’nin (kadesallahu esrarahuma) sözleri/yaptıkları değildir.
“Bugünün kifâyetsiz / yetersiz sôfileri semâ ve raksı dinleri ve milletleri/şerîatleri yapmışlardır. Bu noktada şeyhlerinin amelini delil görmüş; bu işleri itaatleri ve ibadetleri olarak kabul etmişlerdir. ‘Onlar o kimselerdir ki, dinlerini boş iş ve oyun edinmişlerdir.’ [En’âm suresi, 70; İmam-ı Rabbani, el-Mektubat, 1, 266]
Daha geniş bilgi için bkz. http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-79.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/658-mevlevi-tarikati-nasil-tahrif-edildi.html
Selamün aleyküm hocam.
Hocam halk arasında 500 yasin hatmi diye bi uygulama var. her bir kişi ancak bir tane okuyacak yani 500 kişiye dağıtılacak. ben bunu hocalarımdan hiç duymadım. sebbini sorduğumda 500 farklı kişinin duasının daha tesirli olacağı için diyorlar.kaç trlü yasin hatmi vardır?bu hususta bilgilendirirseniz sevinirim.
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Halkın ne yaptığı, neyi nasıl uyguladığı bizim için ölçü olmaz. Adı üzerinde halk, yani “avam”. Avâmın, ne zâhirî ne de bâtınî bakımdan ilmî bir kıstasları olur. O bakımdan şuurlu mü’minler, bahusus tasavvuf erbabı insanlar hiçbir hususta ölçüsüz hareket etmez, edemez. Denileni denildiği miktarda yapar. Ne eksik ne de fazla…
Kezâ bilirsiniz; maddi-manevi hayatımızın hemen her safhasında sayılar, belli rakkamlar vardır. Bunlar âdeta hedefteki 12 gibidir. Hedefi tam olarak yakalayabilmek, beklediğimiz tesiri temin edebilmek için o sayılar önemlidir. Az veya çok olması, isabetsizlik olur, hedefi tutturamamak olur.
Ve yine tasavvufta pek çok velinin kendine hâs esrarlı rakkamları vardır. 3, 7, 11 gibi... Hatimlerdeki rakkamlar da gene bâtınî ilimlerde müçtehit olan evliyaullah'ın tensibidir. Yoksa ezbere-kafadan hiçbir şey olmaz.
***
Elbette ki mü’minlerin, istisnasız hepsinin şartlarına riayet ederek yapmış oldukları duaları Allah indinde makbuldür. Böyle inanırız. Ve yine her biririn şahsiyetleri, manevi dereceleri, ihlâsları da farklıdır; tamamının aynı mertebede olmaları söz konusu değildir. Ayrıca herhangi bir mü’minin, diğer bir mü’min kardeşi hakkındaki gıyabî duası da hiç şüphesiz kabule şâyan dualar arasındadır. Sebebi-hikmeti hakkında da, çünkü kişinin kardeşi için yaptığı bir duada, kendi günahları perde olmaz, buyrulmuştur. Bundan elbette ki uzak kalmamak, birbirimizi duadan eksik bırakmamak lazım. O ayrı bir bahis...
Yâsîn-i şerifin hatm-i sağîri 41, hatm-i kebîri de 123 adet okumaktır malumunuz. Allah dostları tarafından tarif ve tavsiye edilen sayı böyledir. Adetleri tamamlar, hatimleri çoğaltabilirsin, dilediğin ve gücünün yettiği kadar... Kendi başına okuyamıyarsan, tabii ki başkalarından yardım alabilir, aranızda paylaşabilirsiniz, bu da mümkün ve caizdir.
Kezâ şöyle de olabilir, yapılabilir:
Şayet 41 defa okuma imkânımız veya vaktimiz yoksa, Hz. Üstâzımızın (k.s.) tarifleri üzere şu usûl de takip edilebilir:
1 Fatiha 3 İhlâs-i şerif okuyup usûlü üzere hediye edip Eûzü-Besmele ile Yâsîn-i şerife
7 kere يس denilerek okunmaya başlanır. Sırasıyla okuyarak yerlerine gelindikçe,
14 kere ذَٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ
16 kere سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
4 kere . إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
. فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
okur. Eğer 3 kere bu usûl üzere okunursa, Yâsîn-i şerifin hatm-i kebiri okunmuş gibi keramet hâsıl olur.”
***
Yâsîn-i şerifle alakalı diğer bazı bilgiler
Bilindiği gibi Yâsîn-i şerifte 7 adet “Mübîn” vardır. Nakşî yolu Müceddidîn kolu silsilesinin (kaddesallâhü esrârahüm ecmaîn) 33’üncü ve son halkasını teşkil eden üstâzımız Ebu’l-Faruk Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, bu sure-i celileyi okurken her “Mübîn”e gelindiğinde aşağıdaki duayı okumayı tavsiye etmişler... Okunduğu takdirde okuyan kişinin her türlü sıkıntı ve dertten, gamdan-kederden kurtulmasına vesile olur, buyurmuşlardır. Bahis mevzuu dua şudur:
“Sübhâne’l-müneffisi an külli medyûnin.
Sübhâne’l-müferrici an külli mahzûnin.
Sübhâne men ceale hazâinehuu beyne’l-kâfi ve’n-nûni.
Sübhâne men izâ erâde şey’en en yekuule lehuu kün fe yekûn.
Allâhümme yâ müferric ferric annâ hemmenâ ve ğammenâ feracen âcilen bi-rahmetike yâ erhame’r-râhımîn.
Ve Sallallâhü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.” Amîn.
Meali: “Bütün borçlulara nefes aldıran, borcundan kurtaran Allah’ı tesbih ederim.
Bütün mahzunları (üzülenleri, keder ve sıkıntıda olanları) feraha kavuşturan Allah’ımızı tesbih ederim.
Bütün hazinelerini Kâf ile Nûn (kün: ol) emrinin arasına arasında kılan Rabbimi tesbih ederim. Bir şeyi dilediğinde “ol” emriyle olduran Rabbimi tesbih ederim.
Ey ferahlandırıcı, kurtarıcı, merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim!
Bizleri gam ve kederden / tasa ve dertlerimizden âcilen kurtar.
Salât (ve selâm) Efendimiz Muhammed Mustafa’ya, onun âline ve ashâbının tamamı üzerine olsun.” Amîn…
***
Ve yine buyurmuşlardır ki: “123 Yâsîn-i şerif okuyup her ‘Mübîn’de su içerisine Hz. Mevlâ’nın 'Huu' ism-i şerifi ile üflenir ve o su içilirse, hasta olan kişi ne kadar fena olsa, muhakkak müstefid olur (fayda görür).”
Bunun için de Yâsîn-i şerif, gene Üstâzımız (k.s.) hazretlerinin tarif ettikleri tertip ve usûl üzere üç defa okunursa (41x3), hatm-i kebîri olan 123 defa okunmuş gibi olur.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere Yâsîn-i şerif 41 kere okunursa bir Yâsîn-i şerifin hatm-i sağîr'i (küçük hatmi) yapılmış olur. Eğer 123 adet okunursa, hatm-ı kebîr’i (büyük hatmi) okunmuş olur.