Sevgili kardeşim;
Gene mesajınız, özel durumlar ihtiva ettiği ve mahremiyet gerektirdiği için yayınlayamıyoruz.
Sözünü ettiğiniz menhus hâl, tamamen nefis, şeytan ve hannâs kaynaklı bir hastalıktır. Bundan kurtulmanın yegâne yolu, çelik gibi sağlam bir irade ve sahih bir itikattır. Yoksa gerisi laf u güzaftır. "Abdestinden şüphen olmayacak". Sanırım anlamışsındır ne demek istediğimi... O kuruntuların ne kadar boş, batıl, yalan-yanlış, sakat üflemeler olduğunu aslında sen de pekala biliyorsun. Ama kaptırmışsın kendini bir sele, gidiyorsun felakete, farkında değilsin. Bir an evvel toparlan, kendine gel ve hidayet-sadakat-istikamet-teslimiyet üzere sabitlenmeye bak. Yoksa, büyüklerden bir zatın dediği gibi,
"Bu meydan erler meydanıdır, nice kelleler gider, soran olmaz!"
selamun aleykum hocam; bir forum sitesinde şu aşağıda alıntı yaptığım şekilde sorular soruluyor,
http://www.ihvanforum.org/showthread.php?136025-hadismi-yalanm%C4%B1/page4 araştırıp cevaplar yazsakda tatmin olmuyorlar. şu alıntıya ne cevap yazalım.
''Falancı mezhebin müntesibi "midye" yerse helal olur fişmancı mezhep yerse haram yemiş dolayısıyla haram işlemiş olur. Böyle bir anlayış olur mu?
Bu iki farklı mezhep sahibinin Allah'ın huzuruna çıktığını düşünelim. Allah birine diyor ki "sen midye yedin, helal olsun afiyet bal şeker olsun, aferin sana". Diğerine de "sen ise haram işledin, sana ceza vereceğiz", neden? '' Ismail ardıç
*******
Ve aleyküm selam.
Sevgili kardeşim;
Herkes dilediğini sorar, sen cevap verme makamında ve mecburiyetinde misin ki, bunları kendine dert ediniyorsun? Bu ülkede dileyenin dilediği gibi saçmalama “özgürlüğü” var. Bunu da bilmen lazım.
Hele de dini alandaki hezeyanlar, yazmakla bitmez.
Aslında soru çok basit ve de tek kelimeyle cehaletten, hatta cehlini de bilmemekten kaynaklanan bir “saçmalık”! Ancak bunlar kaba ilmihal bigisiyle hallolacak meseleler de değil elbette. İhtisas isteyen, belli ilim dallarını ilgilendiren meselelerdir. Ama bizde ihtisasa önem verilmediği, saygı duyulmadığı için, hemen herkes her alanda kendisinde söz söyleme hakkı görüyor. Sonra da taşı pirinci birbirine karıştırıyor... Hal böyle olunca haliyle birilerine de -bizzarure- bunu ayıklamak düşüyor. Her neyse sadede gelecek olursak...
1- Nasslarla (Kur’an ve Sünnet’le, hatta İcma’ ile) belirlenmiş açık hükümler kat’idir, bütün ümmetin onlara uyması zaruridir / mecburidir. Bu hususlarda zaten içtihada da yol yoktur. Nitekim Mecelle’mizin bir maddesinde, “Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur” denilmiştir. Yani bir mes'ele hakkında ayet veya hadiste kat'î bir beyân varsa, bu o mes'ele hakkında bir nass sayılacağından, artık o mes'ele hakkında içtihada cevaz yoktur. Çünkü ictihad ancak kesin ve sarih olmayan mes'elelerde Şâri’in (Allah ve Rasûlü’nün) muradını arayıp bulmak için meşru'dur. Meselâ:
a) Hâkim, boğazlanırken Besmele’nin kasten terk edildiği bir havyanın etinin satışına ve yenilmesine cevaz verecek olursa, -her ne kadar Şâfiî mezhebinde buna cevaz verilmişse de- hâkimin bu hükmü infaz edilmez. Zira kesilen bütün hayvanların helâl olması için, keserken Besmele çekilmesi gerekir. Şâfiîler dışındaki diğer mezhepler bu hükümde ittifak etmişlerdir. Kesilen hayvan, kurbanlık olsun olmasın, keserken Besmele çekmek şarttır. Kasıtlı olarak Besmele çekmeksizin kesilen hayvanın eti yenilmez. Ama unutarak Besmele’yi terk eden kişinin kestiği hayvanın eti yenilebilir. Şâfiîlere göre ise, kesilen hayvanların etlerinin helâl olması için kesim esnasında Besmele çekilmesi şart değildir. Keserken kasıtlı olarak Besmele çekmeyen kişinin kestiği hayvanın eti yenilebilir, ama Besmele’yi kasten terk etmek mekruhtur. Etinin yenmesi haram olanlar, Allah´tan başkasının adına, söz gelimi putlar için kesilen hayvanlardır. Şâfiîlerce ilgili nass’ın / ayetin, "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyin” [En’âm suresi, 118] ifadesine, “Allah adına kesilmeyen hayvanın etini yemeyin!” şeklinde de mana verilmekte ve görüş farklılığı da buradan doğmaktadır.
b) Yine Hâkim, davacıyla dâvâlı arasındaki ihtilâfı hallederken, davacı, dâvâlıda 1.000 lira alacağı olduğunu iddia ediyor; davalı da bunu inkâr ediyor... Hâkim davacıya yemin, dâvâlıya da beyyine (delil göstermesini) teklif ederse, böyle bir içtihadın hiç bir şer'î kıymeti yoktur. Çünkü Mütevâtir' hadîste: “Beyyine müddeîye aittir; yemin de münkir üzerinedir” buyrulmuştur ki, bu bir nass’dır. Artık buna karşı içtihada cevaz olmaz.
2- Nasslarda açıkça beyan olunmamış, hakkında icma’ da varid olmamış içtihadi hükümler ise zannîdir. Binaenaleyh mü’minler bu noktada, şer’î bir zaruret ve mecburiyet hali müstesna, müntesibi bulundukları mezheplerin görüşlerine uymakla mükelleftirler. Bu da Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) mübarek ifedeleriyle, ‘Ümmet için bir rahmettir, genişliktir, kolaylıktır’. Rabbimiz (c.c.) niçin verdiği bu kolaylığın aksine bir sorgulamada bulunup da, kişiyi mezhebinin içtihadı dışındaki bir hükümle muâhaze ve muhakeme etsin, tecziyede bulunsun..? Hâşâ Cenab-ı Hak va’dinden hulf eder mi? Asla! Dolayısiyle herkesin suali-sorgulanması tâbi olduğu yol, -hadi ifadeyi biraz daha açalım- yani görüşlerine-içtihatlarına uyduğu mezhebinin esasları üzerinden olacaktır. Bununla birlikte malumdur ki, Cenab-ı Hak dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır; Ona da hesap soracak biri merci yoktur. O, lâ-yüs’el’dir.
Ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1052-ictihadi-hukumler.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1014-midyenin-haram-olmakliginin-sebebi-yahut-delili.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1016-fikhi-mesele.html
Selamun aleykum değerli Hocam, satranç-tavla gibi oyunları zevk amacıyla bile oynamak haram mıdır? Ayrıca “Satranç turnuvalarından para kazanmak kumar değildir. Eğer katılımcılar ortaya bir para koyup o para için yarışıyorlarsa o zaman kumar olur. Ancak turnuvalarda dağıtılan ödüller kumar değil ''ödül''dür...” görüşü doğru mudur?
Sevgili kardeşim;
Sorunuz, “özel”lik ifade ettiği, böyle bir formatta yayınlanması gereksiz ve faydasız tartışmalara sebep olabileceği mülahazasıyla yayınlamadık.
Cevabına gelince...
1. O mealde Zât-ı âlilerinden (k.s.) nakledilen sözdeki 40 yıldan kasıt, 40 rakamı olmayıp irşad ve tasarruflarının uzun seneler devam edeceğini iş’ârdır. Yoksa vefatlarından 40 yıl geçtikten sonra irşad vazifelerinin ve tasarruflarının nihayet bulacağı manasında değildir.
Bilindiği üzere İslâmî ilimler ve irfan sahamızda, sayıların farklı bir yeri ve esrârı vardır. Mesela 1, 3, 5, 7, 11, 40… gibi.
40 rakamı umumiyetle kemâl/olgunluk, tamamiyet, mükemmellik, daha çok da “fazlalık-ziyadelik” manasında kullanılmaktadır. Bu cümleden olarak lisanımızda bir çok tabirimiz vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”. (Hz.Ali r.a.)
“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”. (Anonim)
“40 fırın ekmek yemek”. (Anonim)
“Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi”. (Anonim)
“Katranı kırk yıl kaynatsan olmaz şeker”. (Anonim)
“Benim evlatlarım, kırık değirmenin başında kırk yıl beklerler". (Süleyman Hilmi Tunahan k.s.) Bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/510-bir-evladimin-hatiri-icin-yikik-degirmeni-kirk-yil-beklerim.html
Bütün bu tabirlerimizde, 40 rakamı ile kastedilen, kırk sayısının kendisi değil, ziyadelik-fazlalık-çokluk manasıdır.
Vâris-i Rasûl, Kutbü’l-aktâb, Sahib-i zaman üstâzünâ Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretlerinin, işaret ettiğiniz sözlerindeki “40 sene”den kasıt da, âcizane kanaatim; ‘irşad vazifemiz, tasarrufumuz daha nice uzun yıllar devam edecek’ demektir. Yoksa vefatımızın üzerinden kırk yıl geçtikten sonra bitecek manasında değildir, öyle anlaşılmamalıdır. Ayrıca bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/788-malumat.html
2. Kimin kimi ne kadar sevdiğini ancak kişinin kendisi bilir. Muhabbet, bir başkası tarafından ölçümü yapılabilecek bir haslet değildir. Ayrıca kim naklediyor bu sözü, ona nasıl ve hangi yolla ulaşmış? Oysa O büyük zâtın (k.s.) sevgide ölçüsü nettir, âşikârdır. Buyuruyorlar ki:
“Ben şu denî dünyayı, evlatlarımın kirli tırnağına değişmem”. [Ali Erol, Hatıratım, s. 20]
“Sâlikler, sahibi nezdinde müsavi itibara sahiptir. Sadece merbutiyet, muhabbet ve gayret ehli olanlar, cevher yüklü develerin, yüksüz develere farkı gibi itibar olunur.” [Ali Erol, a.g.e., s. 54]
Demek ki O’nun en çok sevdikleri, “evlatlarım” tabir ettiği samimi talebe ve müntesipleridir. “Evlatları” olmaları hasebiyle onların tamamının, mutlak manada değerleri müsavidir. Ancak bağlılık-muhabbet ve gayret erbabı olanlar, bu hasletlerinin derecesi-ziyadeliği nisbetinde daha kıymetlidirler.
Peki, söz konusu zatı buardaki kıstaslara tâbi tutmamız mümkün mü? Değil. Neden? Çünkü ne talebesidir ne de müntesibi… Ama tabii ki mü’minler birbirini sever. Bunda şaşılacak bir durum yoktur, bundan normal ne olabilir? Bu “sevme”nin ölçüsünü de -yukarıda işaret ettiğimiz gibi- elbette ki seven kişi bilir, kriteri o koyar ve koymuştur da… Birilerinin ölçüp biçmesine gerek yoktur.
Bir başka cihet; kimi niçin ve ne kadar ilgilendirir, kime ne kazandırır ki bu mesele? Üzerinde durup düşünmeye, vakit harcamaya değer mi? Bırakınız, o sözünü ettiğiniz “bazı kaynaklar” neler ve kimlerse, bununla onlar oyalanıp meşgul olsunlar…
Ayrıca, bir insanı Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) gönderdiği iddiasını da ilk işitiyorum. Topyekün peygamberleri ve onların varisleri bulunan mürşid-i kâmil u mükemmilleri hakikatte gönderen Hâlık-ı zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleridir benim bildiğim. Geçiniz böyle lüzumsuz ve de faydasız lakırdıları… Kendinize lazım ve faydalı olan, öğrenmek ve yapmakla mükellef bulunduğunuz işlere, meselelere, hizmetlere bakınız.
Selamünaleyküm. hayırlı günler. hocam namazda zammı sure okurken o surede olmayan farklı bir suredeki ayete geçip onunla devam etmek namazı bozar mı? yeniden kılmak mı gerekir? ( misal. Keyser suresini ourken en sonunda inne şenie ke hüvel ebter yerine innehüü kane tevvebe okunsa. Tabiiki bu bilerek okunmuş bir şey değil. Tiin suresi ile asr suresinide bazen karışıtabiliyorum.