Selamün aleyküm hocam. Başkasının niyetine namaz kılacağımız zaman (mesela başkasının niyetine tesbih namazı kılmak) ne şekilde niyet etmemiz gerekiyor? Allah sizden razı olsun. Ahmet Sinan Kaçar – Gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Başkasının adına namaza da oruca da niyet edilmez. Namaza ve oruca Allah için niyet edilir. Namazdan sonra, dilediğimiz kişi / kişiler hakkında dua eder, sevabını onlara hediye edebiliriz.
Oruç ve namaz gibi ibadetler, mükellef olan her Müslümanın yapması gereken şahsî farzlardır. Bunun için her Müslüman bizzat namazı kılmak, Ramazan orucunu tutmak sûretiyle ancak borcunu eda etmiş olur. Ölmeden önce hayatta iken bu ibadetlerini kendi yerine yakını veya bir başkası yapamaz. Öldükten sonra da durum aynıdır. Ancak o zaman -aşağıda anlatılacağı üzere- devreye keffâretler girer.
Neseî’de rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bu hususu şöyle ifade buyururlar:
“Hiç kimse başkası adına oruç tutamaz, kimse de başka biri adına namaz kılamaz; ancak onun adına yemek yedirebilir.”
“Yemek yedirme” meselesi ise Bakara sûresinin 184. ayet-i kerimesinde ve bazı hadislerde beyan edildiği gibi, tutulamayan her oruç için her gün bir fakiri doyuracak şekilde yemek yedirmektir.
İbn Ömer’in (r.anhuma) rivayet ettiği bir hadiste Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Bir Müslüman ölür de, üzerinde bir aylık oruç borcu kalırsa, her gün bir fakiri doyurmak üzere onun yerine yakınları yemek yedirsin.” [Mansûr Ali Nâsıf (1341-1247/1922-1928), et-Tâcu'l-Câmi‘, 2, 28]
Yine İbn Abbas’ın (r.anhuma) bir rivayetine göre Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Bir kimse Ramazan ayında hastalanır, sonra ölürse, oruçlarını tutamamış olursa, onun adına yemek yedirilir, kaza edilmez. Fakat adarsa, velîsi onun yerine kaza eder (yani keffâretini verir).” [Mansûr Ali Nâsıf, a.g.e.]
Bu hadis-i şerifler, hayatta iken oruç tutamayanların mirasçılarının onun malından her orucu için fidye verebileceklerini bildirmektedir. Bunun için mirasçılarına vasiyette bulunur. Bu bir ibadet olduğu için, ancak kendisinin vasiyet etmesi halinde yapılması gerekir. Kendisi bir vasiyette bulunmamışsa, mirasçı durumunda olan evlat ve yakınları onun adına fidye vermek mecburiyetinde değildir. Fakat kendiliklerinden fidye verirlerse bu caizdir ve sevabı kendisine ulaşır. Bu ihtiyarîdir, yakınlarının onun adına bir ikramı sayılır. [el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 1, 135]
Ölen Müslümanın tutamadığı Ramazan gibi farz oruçları, adayıp da tutamadığı nezir oruçları ve nafile olarak başlayıp bozduğu, daha sonra tutamadığı vacip oruçlar için birer fidye ayrılır. “Fidye” bir fakiri bir gün doyuracak şekilde yemek yedirmek veya onun bedelini vermektir. Bu da Ramazan’da verdiğimiz “fitre” miktarıdır. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî âlimlerinin görüşleri bu istikamettedir. Oruç şahsî bir ibadet olduğu için, bir başkasının onun yerine oruç tutması caiz olmaz. Üç mezhebin âlimleri, içtihatlarına yukarıdaki mealini naklettiğimiz hadisleri delil olarak zikrederler.
Başta Ahmed bin Hanbel (rh.) olmak üzere Hanbelî mezhebi âlimleri, tâbiîn ve bazı Sahâbîler ise, Buharî ve Müslim gibi hadis kitaplarında geçen şu hadis-i şerifi zikrederler.
Rasûlullahın (s.a.v.) huzuruna bir Sahâbî geldi ve şöyle dedi:
“Yâ Rasûlallah, annem öldü, üzerinde bir aylık oruç borcu var. Onun yerine kaza edebilir miyim?” Rasûlullah (s.a.v.) sordu: “Annenin borcu olsaydı, onu öder miydin?” Sahâbî, “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah, borcu ödenmeye daha layıktır.” [Mansûr Ali Nâsıf, a.g.e. 2, 78]
N e t i c e
Her meselede olduğu gibi, her mü’min kendi mezhebinin görüşü istikametinde amel etmelidir. Kaldı ki bu meselede, içinde Hanefî âlimlerinin de bulunduğu mezhep âlimlerinin çoğunluğunun içtihadına göre amel etmenin daha isabetli olacağı açıktır. Oruç için “fidye” vermek, hususunda ayet ve hadisler delil olarak getirilirken, namaz için de aynı şekilde kılınamayan her namaz için bir fidye verilmesi bazı Hanefi âlimlerince (İmam Muhammed rh.) uygun görülmüştür. Yani ölen kimse kılamadığı namazlar için malından fidye verilmesini vasiyet etmişse, mirasçıları bu arzusunu yerine getirirler. Her namaz için bir fidye verirler. [Mehmed Zihnî Efendi, Nimet-i İslâm, s. 964 ]
Allah razı olsun hocam.
Bizim komşu köyün imamı camiye ait bir lojman yapmış, köylülerden para toplamış, para yetmeyince o da köyün vakıf malı olan ağaçları kesip satmış. lojmanin parasını çıkarmak için bu caiz midir, diye size sorayım.. bide hocam aradan bi zaman sonra imam taksiyle kaza yaptı. vakıf malı taşıyan traktör odunlar devirdi. Şu an köylüler bunun aslı nedeni fetvasını araştiriyorlar, onun için acil size dönmek zorunda kaldim. 19:49, 14.10.2016 Abdullah Güler – Elazığ
*******
Selamün aleyküm. Rabbim cümlemizden razı olsun.
Değerli kardeşim;
Bu soruyu sormanızdan anlaşılıyor ki, bir önceki Beytü’l-mâl ve vakıf malı başlıklı cevabî yazının ikinci kısmını ve o yazının sonunda verdiğimiz linkteki Vakıf malı yazısını dikkatle okumamışsınız. Okuduysanız da anlayarak okumamışsınız. Şayet dikkatle ve anlayarak okumuş olsaydınız, bu sorunun ne kadar gereksiz olduğunu, o yazılarda meselenin enine-boyuna ele alındığını rahatlıkla görürdünüz.
Ve… İmamın lojman yapımı için vakıf ağaçlarını kesmesinin caiz olup olmayacağı hükmüne de pekâla vâkıf olurdunuz. Bu bir...
İkincisi, bunu bize soracağınıza, niçin o fiili işleyen imama sormuyorsunuz. Sorun bakalım; belki de size vereceği bir cevap vardır, diyeceğim ama o bahsettiğiniz kazalarla zaten almış cevabını…
Öyle değil mi?
Size tavsiyem; vakıf hususunda hassas davranınız, dikkatli olunuz, vakıf malından şiddetle uzak durunuz.
Son olarak tekrar ediyorum;
Verdiğimiz cevapları ve o cevaplarda linklerle atıf yaptığımız yazıları mutlaka, ama mutlaka ve dikkatle anlamaya çalışarak okuyunuz.
Selam ve dualarımla…
Es selamu aleykum hocam Hayırlı sabahlar size adakla ilgili bir şey danışacaktım 2 seneyi geçkin adağım vardı Rabbim Affet sin hemen kesemedim inşaAllah şimdi nasib olucak lakin yapılması gereken leri bilmiyoruz adakla ilgili kesen ne dua eder kestiren ne der kesildikten sonra Vs aile nin yiyemeyeceğini biliyor uz size zahmet bunun la ilgili bilgileri almamız mümkün mü Allah a emanet olun hayırlı günler dilerim
Hocam birde adaklığın kaç aylık olması lazım Kerem Engin - Messenger
*******
Ve aleykümü’s-Selâm kardeşim;
Rabbim (c.c.) adağınızı kabul buyursun. Belirlenen gününde yerine getirilmeyen bir adak / nezir, başka bir günde kaza edilir. Dolayısiyle sizinkisi de en azından kaza olarak îfa edilmiş olur.
Adak kurbanı, bilindiği üzere kişinin dinen yapmak zorunda olmadığı halde, Cenab-ı Hak’tan yardım dilemek maksadıyla veya sırf Allah rızası için bir kurban kesmeyi adamasıdır. Böyle bir adakta bulunan kimsenin üzerine, o kurbanı kesmesi dinen vacip olur.
Kesim işini üstlenen kişi, adağı kestirecek olan şahıstan vekâletini alır ve aynen vacip kurbanı kestiği esnada okuduğu duaları okur, tekbiri getirir ve Bismillâhi Allâhu Ekber diyerek usûlünce keser.
Ancak bu hususta en kolay, en pratik, en sıhhatli yol, yakınınızda varsa bir Kur’an Kursu ya da talebe yurduna bu işi havale etmektir. Onlar onu en iyi şekilde halleder. Hem adağın etinden de ilim talipleri istifade etmiş ve Rabbimizin rızâsına ve kabûlüne de daha muvafık olmuş olur.
Kestiren kimse de bunu sırf Allah için yaptığına dair, ‘niyet ettim İlahî, üzerime vacip olan adak kurbanını îfa etmeğe’ diye kalben niyet eder.
Kesildikten sonra da, bu adağı yerine getirmeyi mümkün kıldığı için Rabbine teşekküren iki rek’at şükür namazı kılıp dua eder, âdaptandır.
Etiyle alakalı hükmü ise bildiğinizi belirtmişsiniz. Ama gene de aşağıdaki linkere bir göz atmayı ihmâl etmemenizi tavsiye ederim. Fazla bilgi başta ağrı, gönülde yük olmaz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2960-adak-etinden-sahibi-yiyemez.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3323-adak-kurbanindan-anne-baba-yiyebilir-mi.html
Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen merhumun Büyük İslam İlmihali’nin Nezir bahsini okuyunuz. Eğer elnizde kitap yoksa, internetten de bakabilirsiniz:
Esselamu aleykum halis hocam. Bi Beytulmalı, vakıf malı kimler kullanabilir, kime verilir? sayfanızda bulamadim. Abdullah Güler – Elazığ
*******
Ve aleykümü’s-Selâm kardeşim;
1. Beytü'l-mâl; ilk olarak Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) tarafından kurulan ve gelir kaynakları ile sarfiyat yerleri şer’î / dinî hükümlerle tayin edilmiş, İslâm devletinin hazinesidir.
Bilindiği üzere ‘beyt’, Arapça ‘ev’ anlamında olup, "beytü’l-mâl" de mal evi, hazine dairesi demektir. İslâm fıkhında devlet hazinesi ve mâliye dairesine, “beytü’l-mâl” adı verilmiştir. Beytü’l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir. Bu tabir ilk zamanlarda sadece mücerret bir kavram iken, Hz. Ömer’in (r.a.) hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma kavuşturulmuştur.
Beytü'l-mâl'in gelirleri nedir, sarf yani harcama yerleri nerelerdir?
Şurası muhakkak ki, İslâm hukukunda ülû'l-emr'in mü'minlerin üzerindeki velâyeti kesindir. Dolayısıyla ibadetlerin edâsı hususunda insanları teşvik etmek ve onların ihtiyaçlarını gözetmek borcundadır.
Beytü'l-mâl'in başlıca dört çeşit gelir kaynağı vardır. Bunları izah etmeden önce, İbn-i Abidîn'de beyan edilen şu hüküm üzerinde duralım:
"Devlet reisinin (ülû'l-emr'in) her nev'e mahsus (özel bir) beytü'l-mâl yapması icap eder. Kendisi bunların birinden ödünç alıp, diğerine sarf edebilir. Nafaka verdiği kimselere, ihtiyacına, fıkıh / ilim ve faziletine göre verir. Bunda kusur ederse, Allah kendisini hesaba çeker. Şurunbulâli hazretleri Risâlesinde şöyle demiştir:
"Ulemânın beyan ettiğine göre, her nevi mal için hususi beytü'l-mal yapmak (hesap kitap uygulamak) ve bu malları birbirine karıştırmamak vaciptir." [İbn-i Abidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul, 1983, 4, 159] Bunları naklettikten sonra şimdi de İslâm devletinin başlıca dört çeşit gelir kaynağı üzerinde duralım.
(1) Zekât ve öşür gelirleri… Zekâta tâbi olan mallar emvâl-i zâhire (gizlenmesi mümkün olmayan mallar) ve emvâl-i bâtına (gizlenmesi mümkün olan mallar) diye iki kısma ayrılır.
Emvâl-i zâhire; ekinler, meyveler, zekâta tâbi hayvanlar ile bir yerden diğer bir yere ticaret için taşınan mallardır. Bu tür malların zekât, öşür ve vergilerini, âmiller-memurlar vasıtasiyle devlet alır. Tüccarlar, ticaret mallarını bir şehirden diğer bir şehre naklettikleri takdirde, kendilerinden muayyen miktarda vergi alınır. Ticaret vergisi sadece Müslümanlardan değil, İslâm ülkesinde yaşayan zimmî’lerle müste’men (pasaportlu) durumda olanlardan da alınır. Ancak bu vergi Müslümanlardan kırkta bir; gayrimüslimlerden ise yirmide bir alınır. [Bilmen, Ömer Nasuhi, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, IV, 92-96]
Emvâl-i bâtına ise, sahiplerinin evlerinde veya iş yerlerinde bulunup gizlenmesi kabil olan altın ve gümüş ile ticaret mallarından ibarettir. Bu tür servetin zekâtı da başlangıçta İslâm devleti tarafından toplanılıp ilgili yerlere sarfediliyordu. Hz. Osman’ın (r.a.) hilâfeti zamanında İslâm devletinin sınırları genişlediği ve Müslümanların sayısı çoğaldığı için, bu nevi malların zekâtının devlet memurları tarafından toplanması güçleşmiştir. O bakımdan bu tür malların zekâtını vermek Müslümanlara havale edilmiştir.
Şu halde devletin zekât ve öşürünü alacağı mallar:
a) Koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi mera hayvanlarından alınacak zekât.
b) Öşre tâbi arâzinin (arâzi-i öşriyye) mahsulünden alınan vergiler. Öşre tâbi arâzi, vaktiyle Müslümanlar tarafından fethedilmiş olup mücahidlere veya diğer Müslümanlara temlik edilen arâzidir. Bu nevi araziler yağmur, dere veya nehir sularıyla sulanıyorsa mahsulünün onda birini; kova veya dolapla (elektrikle-motorla) sulanıyor yahut su para ile alınıyorsa yirmide birini devlet alır.
Bunların kimlere verileceği / harcanacağı fıkıh kitaplarında belirtilmiştir. Detaylar için bkz. http://www.halisece.com/zekat/352-zekatin-verilecegi-harcanacagi-kisiler-ve-muesseseler.html
(2) Ganîmetlerin, madenlerin, eskiden kalma hazine ve definelerin (Rikaz'ın) beşte biri!.. Bunların sarf yeri kısaca; fakirler, kimsesizler, muhtaç olan yetimler ve yolda kalan garib kimselerdir.
(3) Haraç, cizye ve kâfirlerden sulh yoluyla alınan vergiler, ticaretle meşgul olan zimmîlerden ve harbîlerden alınan mallar. Bunların sarf yerleri cihad, kale yapımı, mescid inşaatı, yol ve köprü, ribatlar, Vâli, Kadı, Müftü ve diğer memurların maaşlarına sarfedilir. İmam Serahsî'nin (rh.) Muhıyt'inde de bu mesele böyledir. Ayrıca bunlar ilim öğrenen ve öğretenlere de sarf edilir. Ebû Bekir el-Haddâd’ın (rh.), Sirâcü'l-Vehhac'ında da böyle anlatılmıştır.
(4) Lukâtalar (sahibi bulunamayan yitik mallar), vâris bırakmadan ölen kimselerin terekeleri, yalnız kocası veya yalnız karısı kalmış olan kimselerin ölümü halinde, hisselerinden (şer’an kendilerine düşen paydan) arta kalan mallar... Bu mallar; fakir olan hastaların tedavileri, kimsesi olmayan ölülerin kefen ve diğer masrafları, kazançtan âciz kalan kimselerin nafakalarına harcanır. Tahâvî şerhinde de böyledir. [Şeyh Nizamüddin ve hey’et, el Fetâva’l-Hindiyye, Beyrut, 1400, 1, 190-191]
Maalasef son yıllarda, özellikle günümüzde "Sigorta" kavramı üzerinde; tamamen hissî, aklî ve mantıkî iddialar ortaya atıldı. Bazı mü'minler; İslâm toplumunda sigorta ve emeklilik maaşının olmamasından yakınmaya başladılar! Eğer Beytü’l-mâl'in gelirleri ve sarf yerleri üzerinde dikkatle düşünülürse; İslâm toplumunda "ülû'l-emr" bütün mü'minler adına, ihtiyaç sahiplerinin meselelerini çözer. Zira Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), "Ülû'l-emr, velîsi olmayan kimselerin velîsidir" buyurmuştur. [Bkz. İbn Hümam, Fethu'l-Kadîr, Beyrut, 1316, D. Sadr Mtb., C. 4, Bh. 357]
Eğer günümüzdeki sigorta kavramı; güçsüzlük ve felâket anında insanları korumak için aynı kimseden daha önce belli meblâğlar taleb etmeye dayanıyorsa, mesele iyi düşünülmelidir. İslâm toplumunda her ferd, hiçbir ücret ödemeden bu imkâna kavuşmuştur. Mü'minler "Bey'at”la, Zimmîler de "Zimmet Akdi" ile lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını elde ederler. Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.); "Herhangi bir mü'min ölürken borç bıraksa, onu ödemek bana aittir. Mal bıraksa o da veresesinindir" buyurmuşlardır. [Abdü'l-Latîfi'z Zebîdî, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara, 1974, 7, 71; Ayrıca Sahih-i Müslim, İstanbul, 1401, Çağrı Yay. 2, 1237-1238, Kitabü’l-ferâiz, 4]
Esasen gayrimüslim olan kimselerin (zimmîlerin) herhangi bir musibet anında korunması da şarttır. Zira Rasûl-i Zîşân (s.a.v.), "Müslümanların lehine olan şeyler, onların da lehine, Müslümanların aleyhine olan şeyler, onların da aleyhinedir" buyurmuştur. [Molla Hüsrev, Dürerû'l-Hukkâm fî şerhi Gureri'l-Ahkâm, İstanbul, 1307, 2, 198] Dolayısıyla mal ile yapılacak olan ibadetlerin, hakkı ile edâ edilebilmesi için de, ülû'l-emr'e ihtiyaç vardır. Zekât'ın mânâ ve önemi ise açıktır. Nitekim zekât vermemekte ısrar edenlerle ilgili olarak, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ortaya koyduğu tavır, hemen herkesin bildiği çok meşhur bir hadisedir. [Bkz. Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet]
***
2. Vakıf mefhumunun lafzından da anlaşılacağı üzere, yararlanılabilen bir malı kişinin mülkiyetinden çıkarıp, belli bir hayır için ayırması, sabitleştirmesi yani habs ve vakfetmesi (durdurması) demektir.
İslâm hukukunda ilk vakıf sayılan Hz. Ömer’in (r.a.) vakfıdır. "Satılmamak, hibe edilmemek, vâris olunmamak... üzere..." denilerek vakfedilmiştir. [Sevkânî, Neylü’l-Evtâr, VI/20] O halde vakıfta esas olan ebediliktir; yani, satılmaması ve değiştirilememesidir. Buna dayanarak fıkıh âlimlerimiz, şartnamesinde satma sözü edilmeyen vakıfların zaruret olmadıkça asla satılamayacağı görüşündedirler. Çünkü vakfedenlerin şartnameye koydukları meşrû şartlar, amel, mefhum ve delalet bakımından, Şâriin (şeriat koyucunun) nassı gibidir. Daha açık bir ifade ile vakfın mesrû şartnamesi, bağlayıcılık açısından Kur'ân-ı Kerim gibidir; uyulması gerekir. [Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, IV/266, 339, 345, 351]
Sahih ve lâzım bir vakfın şartlarını, vakfeden bile değiştiremez, tahsis edemez. Çünkü vakıf artık onun mülkiyetinden çıkmıştır. [Bilmen,Ö.N., a.g.e., IV/352] Ancak şartnameye değiştirme şartı koymuşsa değiştirebilir. [Bilmen, Ö.N., IV/353] Bu yetki şartnamede mütevelliye de verilebilir ve o takdirde onlar da değiştirebilirler. [ Bilmen, Ö.N., IV/354] Ancak şartname mutlaksa bir defa değiştirebilirler, "devamlı" kaydı konulmuşsa, devamlı değiştirilebilirler. [Bilmen, Ö.N., IV/354]
Vakfın satılmasına gelince…
Satılıp, bedeliyle bir başka mal olarak onu diğerinin yerine koymaya, yani vakıf yapmaya "istibdâl" denir. Vakfın şartlarını vakfeden (vâkıf) dahi değiştiremeyeceği için, şartnamede satabilme şartı yoksa kendisi dahi satamaz. [Bilmen, IV/352] Ancak "satabilmek"ten maksat, satıp parasıyla yerine başkasını almaktır. Yoksa vakfın, yerine başkasını almamak üzere satılması caiz olmayacağından meselâ, vakfeden kendi ya da mütevellinin satabilmesi şartıyla vakıf yaparsa vakıf bâtıl olur. Çünkü bu, vakfın sona ermesi demektir. [Hilal er-Ra’y, 88-89-91] Halbuki vakıfta ebedîlik şarttır. [Bilmen, IV/312] Vakfin en efdali; en devamlı, en faydalı ve en çok ihtiyaç duyulanıdır. [Bilmen, IV/ 300]
Ama şartnameye, satıp, başkasıyla değiştirme şartı koyarsa bu caizdir. [Hilâl er-Ra’y, 91] Ancak bunun caiz olabilmesi de, şartnamede bulunmanın yanında, satın alınanın, değerde, satılandan aşağı olmamasına bağlıdır. Daha düşük değerde olursa caiz olmaz. [Ömer Hilmi (1842-1889),115; Bilmen, IV/ 355] Keza, şartnamede istibdâl yetkisi zikredilse, ama ne ile istibdâl edileceği zikredilmese mütevelli onu ancak değeri birinciden az olmayan bir akar ile istibdâl edebilir. [Ömer Hilmi, l15; Bilmen, IV/356] {Ömer Hilmi Efendi, Mecelle heyeti içinde yer almıştır; bilhassa son dört kitabın hazırlanmasında önemli hizmetleri görülmüştür. Mecelle’nin 13 ve 14. kitaplarında reîsü’l-müsevvidîn, 15 ve 16. kitaplarda Evkaf müfettişi müsteşarı unvanıyla mührü vardır. Ahmed Cevdet Paşa’nın fıkıhla ilgili meselelerde kendisine yapılan müracaatları Ömer Hilmi Efendi’ye yönlendirdiği nakledilir. Eserlerinden, derin bir fıkıh bilgisine ve sistematik hukuk tefekkürüne sahip olduğu aşikârdır.}
Vakfın gabn-i fâhişle (normal insanların düşmeyeceği bir aldanma ile) satılması halinde satış geçersizdir, vakıf devam eder. [Hilâl er-Ra'y, 93]
Vakfıyede mütevellinin vakfı satabilmeleri şartı olsa -şartnameyi değiştirmede olduğu gibi- bir defa satabilirler. Bedel olarak aldıklarını tekrar satamazlar. [Hilâl er-Ra'y, 95] "Devamlı" kaydı olursa satabilirler. [Bilmen, IV/356]
Vakfeden, birisine (mütevelliye) vakfı satma yetkisini vekâlet olarak verse, vakfeden ölünce vekâlet düşer. Öldükten sonrası için de izin vermişse satabilir. [Hilâr er-Ra'y, 98]
Şartnamede vakfın nukûd ile (parayla) istibdaline izin olsa yine satılabilir. Alınan bedel, meşrû bir yolla çalıştırılmak ve kârı tayin edilen yöne harcanmak üzere vakıf olarak kalır. [Bilmen, IV/356] Ancak bu mes'ele tartışmalı bir mesele olagelmiştir. Günümüzün enflasyonist şartlarında daha da naziktir. Olsa olsa -Allahu a'lem- değerini koruyabilecek bir para birimi ya da altın, ölçü alınarak olabilir. Şartnamede istibdal yetkisi yoksa vakıf istibdal edilemez; yani satılıp, yerine bedeli vakıf yapılamaz.
Ancak vakıf, şartnamede belirtilen gayesini gerçekleştiremez hale gelir ya da, yıkılır harap olursa veya geliri, masraflarını karşılamaz olursa -günümüz için- ilim ve amel ehli bir âlimin uygun görmesiyle satılabilir. Ancak satışta emsaline göre fâhiş fiyat farkı bulunmaması gerekir. [Bilmen, IV/ 355]
Vakfın satılmadan, değişik gaye ile kullanılmasına "tağyir" denir. Meselâ bir evi bostan veya dersane, bir hanı hamam yapma gibi. Şartnamede mütevelli için vakfın tağyiri yetkisi konulmuşsa yapabilirler, konulmamışsa yapamazlar. [Bkz. Bilme, Ömer Nasuhi, a.g.e, ilgili bölüm]
Vakıf malları ve sarfiyatı ile alakalı olarak ayrıca ve bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2486-vakif-mali.html
Selamun aleyküm değerli hocam. Peygamberimizin (sav) Hz Ali ve Hz Ebubekire özel bir şekilde zikir öğrettiği siyer-hadis kaynaklarında geçmekte midir. İki sahabimiz bunun gizli kalmasını arzu ettiyse günümüze ne şekilde bu bilgi ulaşmıştır veya hangi kaynaklarda bulunmaktadır? Emre Karkar - Gmail
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Bu hafta içinde gelen misafirlerimizle meşguliyetimiz sebebiyle siteyle pek ilgilenemedik. Vâki gecikmeden dolayı kusura bakmayın. Sorduğunuz husus da sanırım zaten âciliyeti olan bir mesele değil. Öyle olsa bile zaten, tahmin ettiğim kadarıyla kendiniz bunları araştırıp neticelendirebilecek kabiliyet ve istidada sahipsiniz. Vicahen tanışmasak da gıyaben hakkınızdaki hüsn-i zannım bu yönde.
***
Mesajınızda dile getirdiğiniz hususlara gelince…
1- Yalanda ittifakları kabil olmayacak derecede büyük bir cemâat, cemm-i gafîr yani kalabalık zâhir ve hakikat âlimleri, velîler topluluğu bunun böyle olduğunu, ilâ yevminâ hâzâ nakl edegelmişlerdir. Bu mesele dinde, aynen itikatta Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, amelde de dört hak mezhep gibi ‘mürekkep icmâ’ halini almıştır. Binaenaleyh isbatı için yazılı herhangi bir delile de muhtaç değildir. Ama gene de dilimizin döndüğü, aklımızın-fikrimizin erdiği, kalemimizin işlediği kadarıyla kırık-dökük cümlelerle de olsa açıklamaya çalışalım.
***
Hakikat âlimlerine ve âriflere göre, Rasûlullah (s.a.v.) zikri dört halifeye de ayrı-ayrı telkîn edip tâlim buyurmuşlardır. Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) hafî zikri, kezâ Hz. Osman’a (r.a.) kalbî zikri, Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye (r.anhuma) de cehrî zikri öğretmiştir. Detaylar için bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2937-kelime-i-tevhid-zikrinin-ustunlugu.html;%20Mehmet%20Ali%20Ayn%C3%AE,%20Tasavvuf%20Tarihi,%201340,198%20vd.
Her türlü zikrin menşei Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) olmakla birlikte, hafî zikir usûlünün reisi Hz. Ebu Bekir, cehrî zikir yolunun reisi ise Hz. Ali’dir (ranhuma). [Bkz. İmam-ı Rabbani, Mektubat, 3, 122] Mesela Nakşibendî tarikatı zikr-i hafî usûlü üzere olup, silsilemiz Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) istinat etmektedir. Tabakat kitapları ve hakkında yapılan araştırmalar, onun zikr-i hafî meşrebliğinde birleşiyor. Birazcık araştıran herkes bunu görür. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) sadakasını açıkça getirip teslim ettiği halde, Hz. Ebû Bekir (r.a.) gizlice veriyor... Hz. Ömer (r.a.), gece kıldığı namazlarda Kur’an-ı Kerim’i yüksek sesle okuduğu halde, o, alçak sesle okumayı tercih ediyor. Niçin öyle yaptığı sorulduğunda da;
“Kendisine münâcâttâ bulunduğum Zâtı dinliyorum ve O’ndan anlıyorum ki; O bana uzak değildir, O’nun işitmesi açısından alçak sesle, yüksek ses, müsâvidir” karşılığını veriyordu.
“Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz (doğru yolu bulursunuz)” [Bkz Beyhakî, el-Medhal, s. 164; Kenzü’l-Ummâl, Hadis no: 1002] buyuran Rasûlullah (s.a.v.) insanların fıtratlarının / karakter yapılarının farklılığına ve farklı yapılardaki insanların kendilerine benzeyen bir sahâbîye uymak suretiyle doğru yolu bulacağına işaret etmektedir.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer büyük sahabîler (r.anhum) tek-tek ele alındığında hepsi de güzel örnek şahsiyetlerdir, lâkin fıtratları / karakterleri ayrı ayrıdır. Biri son derece dışa dönük, teklifsiz ve rahat yapıya sahip iken; diğeri temkinli, teennili ve kısmen içe dönük bir hüviyet taşıyor. Bu bakımdan hoşlandıkları şeyler ve ruhî hayatları da farklılıklar arz edebiliyor. Bu cümleden olarak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman’da (r.anhuma) “zikr-i hafî” sırrı tecellî ederken, Hz. Ali ve Hz. Ömer’de (r.anhuma) “zikr-i cehrî” sırrı tecellî ediyor. Allahu Teâla Kur’an-ı Hakîm’inde zikrin hafîsini de, cehrîsini de; yani gizlisini de açıktan olanını da emrediyor. [Bkz. A’râf suresi, 205; Hac suresi, 36] Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.), her iki zikrin de muallimi ve tatbikcisidir / öğretici ve icracısıdır. Bu bakımdan tasavvufî telakkîye göre Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) Sevr mağarasında zikr-i hafîyi telkîn ve tâlîm buyurmuştur. Hadis kaynaklarında sarahaten geçmediği için, bazılarının karşı çıktığı bu rivâyeti (hadiseyi) Kur’an-ı Mecîd tasdik etmekte / doğrulamakta ve şöyle buyrulmaktadır:
إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ
“…Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına, ‘Üzülme; çünkü Allah bizimledir’ diyordu. Allah onun kalbine sekînet ve kuvvet (râbıta, mânevi huzur ve emniyet) indirmişti…” [Tevbe suresi, 40]
Ayet-i kerimede ifade buyrulan maiyyet (beraberlik); yani Allah Teâla ile olmak, O’nu aslâ unutmamak ve hiçbir an hatırdan çıkarmamaktır.
Peki, zikr-i hafi de, onun hazırlayıcısı râbta-i şerife de esasen bu değil midir? Kalpteki İlahî râbıtayı / Allah’a olan mânevi bağı sürdürmek değil midir? Kısacası bu huzur ve emniyet ancak râbıta ve zikirle temin edilebilir. “Onlar ki iman etmişlerdir ve kalbleri Allah’ın zikri ile mut’ain olur (yatışır), evet Allah’ın zikriyledir ki kalbler itmi’nân (sekînet) bulur (huzur ve sükûne kavuşur).” [Ra‘d suresi, 28]
Bizzat Hz. Ömer (r.a.), “Ebu Bekir’in (r.a.) Sevr Mağarası’nda Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte geçirdiği bir gecesi ile -eğer kendisi kabul ederse- Ömer’in bütün ömrünü değişirim” demiştir. [Bkz. Ömer Faruk Mesci, Hakk Dînin Bâtıl Yollarına Cevaplar, Misvak Neşriyat, İstanbul, 2014, s. 176]
Hâsılı, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz tarafından Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) fıtratına / hılkatına / karakter yapısına en uygun olan hafî zikirle meşgul olmasının telkîni… ve tamamen kalbî-ruhî bir hâl olan bu gizli zikir gibi dil ve kalbe ait bulunan cehrî zikrin de Hz. Ali’ye (r.a.) tâliminin, yazılı ve sözlü rivayetlerden çok, silsile yoluyla gönülden gönüle intikal eden bir in’i’kasın (aksedip yansımanın) neticesi olması gayet tabiîdir. Bunda şaşılacak, hayret edilecek, şüphe ve tereddüde düşülecek bir durum asla söz konusu değildir, olamaz!
Neticede, kulu Allah’a götüren yollar ana hatlarıyla ikidir: Kurb-i nübüvvet, kurb-i velâyet. Bunların reisleri de Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali’dir. (r.anhuma). Bu meseleyi izah eden İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretlerine kulak ve gönül verirsek, yukarıdaki ilmî-aklî-mantıkî izahlara da hiç ama hiç ihtiyaç kalmaz. Bkz. http://www.halisece.com/islami-makaleler/334-ilim-amel-ihlas-ve-kulu-allaha-kavusturan-yollar.html
2- ‘İki sahabimiz bunun gizli kalmasını arzu ettiyse günümüze ne şekilde bu bilgi ulaşmıştır veya hangi kaynaklarda bulunmaktadır?’
Zikir çeşitlerinden biri her ne kadar hafî / gizli ve her iki yolda râbıta-i şerife olsa da, gerek Hz. Ebû Bekir (r.a.), gerekse Hz. Ali (r.a.) bu emaneti hiç kimseye tâlim ve telkin etmemek üzere almamışlar... Tam aksine, ehil olanlara bildirmek ve öğretmekle, ehil olmayanlardan ise saklamak ve gizlemekle mükellef tutulmuşlardır.
Binaenaleyh bunun belli kişi ve gruplardan, belli zaman ve zeminde gizlenmesinin arzu ya da telkîn edilmesi, mutlak manada gizli kalmasını istemek değildir. Ayrıca bu âlemde konuşulan, dile getirilen hiçbir şeyin gizli kalmayacağı, kalamayacağı da bir vâkıadır. Nitekim atalarımız, ‘İki kişinin bildiği (şey) sır değildir’ demişlerdir. Hatta Şeyh Sa’di-yi Şirâzî bu manaya işaretle demiştir ki; ‘Bir odada yalnız olsan bile duvarın arkasında birilerinin olduğunu unutma!’ Bu itibarla değil günümüze, kıyamet sabahına kadar da bu bilgiler insanlara ulaşmaya, yayılmaya devam edecektir.
Bu sahadaki kaynaklarsa elbette ki evliyâullahın şerîatın bâtınıyla alakalı eserleridir. Çünkü nasslardan şeriatın zahirine ait hükümleri istinbat zahir ulemasının işi olduğu gibi, bâtınıyla alakalı ahkâmın ortaya konulması da tasavvuf âlimlerinin vazifesidir. Bu mevzuda geniş bilgi için bkz. http://www.halisece.com/tasavvuf/21-rabita1/123-zahiri-ve-batini-ilimler.html
Hadis-i şerifte buyrulmuştur ki, “İlimler içerisinde gizli olanı vardır; bunu ancak Allah’ı bilenler (ârif-i billah olanlar) bilebilir. Bu kimseler onu söylediklerinde, onları ancak Allah’tan gâfil olanlar inkâr eder.” [Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, 1, 210, Hadis No: 802]
Efendimiz (s.a.v.) yine bir diğer hadislerinde de, “Kim bildiğiyle amel ederse, Allah onu bilmediklerine vâris kılar” [Tehzîbü’l-Kemâl, 23, 291 (Cemmâîlî’nin Kütüb-i Sitte râvilerine dair el-Kemâl’ini Yûsuf b. Abdurrahman el-Mizzî’nin tashih edip yeni bilgiler ekleyerek düzenlediği eseri)] buyurmuştur. Yani, hiçbir kimseden ve hiçbir kitaptan öğrenme ihtiyacı duymadan, sonsuz hikmet ve ilim sahibi olan Allahu Teâla’nın, ona kapıyı açması yoluyla bu bilgileri elde eder.
İşte bu ilim, Muhammedî verâset ilmidir ki, bunu ancak Allah’ın velî kulları, içlerinin berraklığı ve Allahu Teâlâ ile olan muamelelerinin doğruluğu sayesinde ilham ve keşif yoluyla Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) bâtınından alır.
Mevâhibü’l-Ledûniyye ve hadis kitaplarında nakledilen bir rivayete göre, Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Rabbim (c.c.) benden sual etti; ben kendisine icabet edemedim (cevap veremedim). Şekil ve keyfiyetten / niteliklerden münezzeh olduğu halde Rabbim, elini iki omzumun arasına koydu. O kadar ki; ellerinin serinliğini hissettim. Beni öncekilerin ve sonrakilerin ilmine vâris kıldı; bana çeşitli ilimler öğretti. Öğrettiği bir ilmi, benden başka hiçbir insanın onu taşıyamayacağını bildiği için, gizlememi istedi. Diğer bir ilmi insanlara açıklamam hususunda beni serbest bıraktı. Ve bana Kur’ân’ı öğretti. Cebrail (a.s.) de onu bana devamlı hatırlatıyordu. [Cebrâil aleyhisselâm, her sene kendisiyle yaptığım arz (mukabele) vesilesiyle nâzil olan ayetleri zihnimde-hafızamda iyice pekiştirmemi sağlıyordu. [Bkz. Şerhu'l-Allâme ez-Zürkani, ale’l-Mevâhibü’l-Ledûniyye, 8, 196)] Bir de bana avamdan havâssa kadar herkese açıklamakla emrolunduğum bir ilim öğretti.” [Hadis hakkında geniş bilgi için bkz. Şerhu’l-Allâme ez-Zürkani ale’l-Mevâhibi’l-Ledûniyye, c. 8]
Bu hadisten de anlaşılmaktadır ki, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) avamdan havâssa herkese açıklamakla emrolunduğu şerîat ve ahkâm (hükümler) ilminin dışında iki, hatta daha fazla ilim vardır… Efendimizin (s.a.v.) de buyurduğu gibi, bu ilimlerin hepsi haktır.
Rasûlüllah’ın (s.a.v.) gizlemekle emrolunduğu ilim, ‘peygamberlik ilmi’dir. Zira bu ilmi peygamber olmayan ne bilebilir, ne de taşıyabilir. Peygamberimizden (s.a.v.) sonra da peygamber gelmeyecektir. O’nun, insanlara açma-bildirme hususunda serbest bırakıldığı ilim ise, ‘velayet (evliyalık) ilmi’dir ki bu ilim, şeriatın hakikatının ve iç yüzünün ilmini teşkil eder… Peygamberimizin (s.a.v.), ashabından (r.anhüm) belirli kimselere açtığı şeriatın gizli sırlarını içine alır. Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.), münafıkların isimlerini ashabından sadece Hz. Huzeyfe’ye (r.a.) bildirmesi gibi... Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) kendilerine bildirdiği hususi sahabe grubu da bu ilmi, tâbiînden gene belli kimselere açmış ve asırlar boyunca bu şekilde intikal edegelmiştir. Zira bu ilim, ancak doğru hâl, sağlam inanç, ihlâslı salih amel, halis niyet, zikre devam, sürekli fikir ve Allah Teâlâ ile devamlı beraber olma murakabesi, şuur ve idrâki ile elde edilir. Muhakkiklerin sonuncusu ârif-i billâh şeyh Abdülgani en-Nablûsî’nin (rh.) ifadeleri de bu istikamettedir.
Buharî’nin, el-Câmiu’s-Sahîh adlı eserinde rivayet ettiği bir haberde, Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:
“Ben Rasûlullah’tan (s.a.v.) iki kap ilim aldım. Bunlardan birini size dağıttım. Öbürünü size açacak olsam, boğazım kesilir.” [Kitabü’l-İman, 42, Hadis No: 120]
Ebû Hüreyre (r.a.) bu sözleriyle, “Söylediğim sözün gerçek manasını ve pâk şeriatın sırlarını kavrayamadıkları için insanlar, küfrüme hükmederek beni öldürmeye kalkışırlardı” demek istemektedir. Dinle ilgili muamelenin bazı esrarengiz taraflarını açıkladığı için, Ebû Hâmid el-Gazâlî’nin (İmam Gazali, M. 1058–1111) de başına, benzer vak’alar gelmiş ve zındıklıkla itham edilmiştir. Bu sebeple bahis mevzuu ilimleri, Allah’ın izniyle açığa çıkma vakti gelinceye dek, ehil olmayan kimselerden gizlemek gerekir. Zira, ‘el-Umûru merhuunetün bi-evkaatihaa’, yani işlerin anlaşılması takdir edildiği vakte bağlıdır, o vakte kadar merhundur (ipotek altındadır). Şairin dediği gibi (mealen);
Kişinin halleri vardır, hallerin de fırsatı vardır
Zamanın vakitleri vardır, vakitlerin de hâdiseleri
Buhari ve Müslim’in rivayetine göre Bu manada Efendimiz (s.a.v.), Âişe (r.anha) validemize şöyle demiştir:
“Kavmin şirkten yeni çıkmış olmasaydı Kâbe’yi yıkar, yerle eşit seviyeye getirip doğu ve batı taraflarında birer kapı açardım. Ayrıca ‘Hicr’ tarafından altı zira’lık bir bölgeyi de Kâbe’ye eklerdim. Zira Kureyş Kâbe’yi inşa ederken bu kısmı dışarıda bırakarak mevcut haliyle yetinmiştir. Eğer kavminin benden sonra Kâbe’yi tekrar inşa etme niyeti olursa, gel sana Kâbe’nin ne kadarını dışarıda bıraktıklarını göstereyim.” [Buhari, Sahîh, Kitâbü’l-Hacc, 41, Hadis No: 1583-84; Müslim, Sahîh, Kitâbü’l-Hacc, 69, Hadis No: 1333]
Görüldüğü üzere Peygamberimiz (s.a.v.), sırf fitne baş göstereceği endişesine binaen, meşrû olan bir işi terk etmiş; fakat fitne endişesinin olmayacağı başka bir zamanda yapılmasına da müsaade etmiştir. Mütekaddimînin (önceki âlimlerin) gizlediği bu sırları, müteahhirînin (sonraki âlimler) kitaplar yazarak açıklamasının hikmeti de böylece ortaya çıkmıştır. Üstelik sonrakiler de bu tutumlarında sadece ehil olan kimselere hitap etmeyi hedeflemişlerdir. [el-Mektûbât, lil-İmami’l-âlimi’r-Rabbani el-Müceddid lil-elfi’s-sânî Ahmed el-Farukî es-Serhendî, Fazilet Neşriyat, İstanbul, yy., 1, 3-4; Ayrıca bkz. Terc. Yasin Yay. İst., yy., 1, 21-24]
Mesela Hz. Ali’nin (k.v.) torunu Zeynelâbidîn (r.a.), yaşadığı devirdeki râbıta-i şerîfe inkârcılarına işâretle Arapça manzûm olarak (şiir üslûbu ile) şunları söylemiştir:
“İnnî le ektümü ilmî cevâhirahû...
Key lâ yerâ zû cehlin fe yeftetinâ!
Lekad tekaddeme fî hâzâ Ebû Hasenin,
İle’l-Hüseyni ve vassâ kablehü’l-Hasenâ...
Yâ rubbe cevheri ilmin lev ebûhü bihî;
Le kıyle lî ente mimmen ya‘büdü el-vesenâ!
Ve le estehille ricâlün Müslimûne demî;
Yeravne akbeha mâ ye’tûnehû hasenâ.”
Nesir olarak meali: Ben, câhil kimselerin, anlayışsızlıkları yüzünden fitne çıkarmalarını önlemek için, ilmimin cevherlerini gizlerim. Büyük babam Hz. Ali ve babam Hz. Hüseyin de böyle yapardı. Büyük babam, amcam Hz. Hasan’a da böyle yapmasını vasiyet etmişti (r.anhüm). Zira nice ilim cevheri vardır ki; ben onları açıklamış olsam, bana, ‘Sen putperestsin!’ diyerek, Müslümanlar’dan birçokları şüphesiz kanımı helâl addeder, öldürülmemi isterlerdi. Sonra da, yaptıkları bu en kötü işi yani haksız yere adam öldürmeyi güzel görürlerdi.
“Huccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî hazretleri, Minhâcü’l-Âbidîn isimli eserlerinin evvelinde, bu sözleri şiir hâlinde ondan rivâyet etmiş... Muhyiddîn-i Arabî (M.1165-1240) hazretleri de, Fütühât-ı Mekkiye’nin otuzuncu bâbında aynen zikrettikten sonra demiştir ki: “Üçüncü beytin sonunda geçen, ‘el-vesen: put’ sözü ile Zeynelâbidîn radıyallâhü anh, maksadına, yani ‘râbıta’ya işâret etmiştir.” [İbrahim Fasîhuddîn b. Sıbgatullah b. Es‘ad el-Hayderî, Tuhfetü’l-Uşşâk fî İsbâti’r-Râbita, s.11]
Kısacası yaşadığı devirde, manevi hallerden / bâtıni ilimlerden biri olan râbıtadan bahsetmiş olsa, Müslümanlar’dan birçoklarının kendisine, “putperestsin!” diyerek, katline hükmedeceklerini... Ve bu şeni‘ fiili de, iyi bir iş yapıyoruz zanniyle işleyeceklerini ifade ediyor. Aynen günümüzde bazı kişi ve kliklerin rabıtayla meşgul olan Müslümanları şirkle itham ettikleri gibi...
Yine yukarıda da zikrettiğimiz üzere, Ebu Hüreyre (r.a.), şöyle demiştir:
“Râsûlullah’tan (s.a.v.) iki kap (dolusu) ilim öğrendim. Birisini yaydım; anlatıp herkese duyurdum, ikincisini söyleyecek olsam, şu boğazım kesilirdi.” [Buhârî, Sahih, İlim, 42]
Ashaptan en çok hadis rivayet eden zât, Ebu Hüreyre’dir (r.a.). Hatta kendisine, neden çok hadis rivayet ettiği sorulduğunda, ”Kur'ân-ı Kerim’de iki ayet olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim.” demiş ve şu ayetleri okumuştur:
“Gerçekten indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yolu, Kitap’ta insanlara açıkça gösterdikten sonra gizleyenler var ya, onlara hem Allah lânet eder hem de lânetçiler lânet eder. Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar müstesnadır; zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Tevbeleri en çok kabul edici ve günahları en çok bağışlayıcı benim.” [Bakara suresi, 2/159-160; Bkz. Buhârî, Sahih, Hars 21; Müslim, Sahih, Fedâilü's-sahabe, 159]
Demek ki, Ebu Hüreyre (r.a.), dini açıdan bilinmesi gerekli hiçbir şeyi gizlememiştir.
- O halde Ebu Hüreyre’nin (r.a.) gizlediği ilim neydi ve gerçekten hep gizlemiş midir?
Âlimler, Ebu Hüreyre'nin (r.a.) öğretip saçmadığı ve yazdığı takdirde kendisi adına fitneye (azaba, işkenceye) uğratılmasından ya da öldürülmekten endişe ettiği bilgilerin, fitneler ile mürted ve münafıkların şahıs olarak tâyini ve bu neviden olup apaçık âyetler ve hidâyet ile alakası olmayan şeylerle ilgili olduğunu söylemişlerdir. [Bkz. Kurtubî, Bakara 159. ayetin tefsiri]
Diğer taraftan, Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) talebeleri olan sahabîler; kıt akıllı, sıradan kimselere, anlayamayacakları ve hadislerin sadece görünüşteki manasına bakarak yanlış hükümler çıkarma ihtimali olan kimselere, müteşâbih (anlaşılması herkesçe mümkün ve muvafık olmayan) hadisleri rivayetten kaçınmışlar ve bunu yasaklamışlardır. Yahut aklı zayıf bu kimselerin, benzeri hadisleri anlayamadıklarından dolayı itiraz etmeleri ve bu sebeple de -hâşâ-Allah ve Rasûlü'nü yalanlamaya gitmeleri endişesinden bu tavrı takınmışlardır. Bu duruma en güzel örnek, günümüzde İslâmî ilimleri okuma-öğrenme usûlünün dejenerasyonu ile ortaya çıkan bir yığın müçtehit taslakları ve evliya olaçıkagelenler değil midir?! Enerjimizin büyük kısmını bunların yaptıkları tahribatın tamirine harcamıyor muyuz?
Evet, işte tam da bu yüzden İbn Mes'ûd (r.a.), şöyle demiştir:
“Bir topluluğa akıllarının ermeyeceği bir söz söylersen, bu söz, onların bazısının fitneye düşmesine yol açar.” [İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm, 1, 124]
Hz. Ali (r.a.) de şöyle demektedir:
“İnsanlara anlayabildikleri şeyleri haber veriniz; Allah ve Rasûlü'nün yalanlanmasından hoşlanır mısınız?!” [Buhârî, Sahih, İlim,49]
Bazı âlimler de Ebû Hüreyre'nin (r.a.) gizlediği bu nevi haberlerin, kötü idarecilerin hâllerini ve dönemlerini açıklayan hadisler olduğunu söylemişlerdir. Bunlar da, dini hükümleri ihtiva eden haberler değildir.
Yine söz konusu haberlerin, kıyamet alâmetleri, insanların hâllerinin değişmesi ve fitnelerle ilgili hadislerin olması da ihtimal dâhilindedir. Çünkü bu nevi hadiselerle yakından tanışmayan, ilmi-irfanı kıt kimseler, bilmeden inkâra gidip itiraz edebilirler. [Bkz. Abdülganî, Sünnetin Delil Oluşu, Sahabe'yi Hadis Rivayetinden Kaçmaya ve Bunu Yasaklamaya Sevkeden Sebepler]
Ayrıca, onun gizlediği haberlerin bir kısmı, şu misâlde olduğu gibi, verdiği müjdeli habere güvenen insanları gevşekliğe sevk edebilecek mahiyetteki hadisler de olabilir:
Bir gün, Rasûlullah (s.a.v.), “Samimiyetle Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet getiren herkese Allah, Cehennemi haram kaldı.” buyurur. Muaz (r.a.):
“Ey Allah'ın Rasûlü! Bunu, insanlara haber vereyim de sevinsinler mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.):
“Ama o takdirde, bu müjdeye güvenip amelden gevşerler.” ikazında bulunur.
Hz. Muaz (r.a.) da bu hadisi, ölüm döşeğine düşünceye kadar haber vermez. Ancak ölüm esnasında, ilmi gizlemenin vebâlinden kurtulmak için bunu nakleder. [Buhârî, Sahih, İlim, 49; Müslim, Sahih, îman, 53]
Özetle söylemek gerekirse, ilgili rivayetler, kıyamet alametleri, ümmetin başına gelecek olan bazı fitneler ve yine onların başına geçecek zâlim idarecilerle alâkalı haberler olmalıdır. Ebû Hüreyre’nin (r.a.) bazen kinâyeli olarak aktarmış olduğu haberler de bu kanaati güçlendirmektedir.
Meselâ, Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) “Vukûu yaklaşan şerden dolayı vay Arab’ın hâline!” [Buhârî, Sahih, Fiten 4] sözü ile Ebû Hureyre’nin (r.a.), “60 yılının başları ve yönetimin çocuklara geçtiği (günlerden) Allah’a sığınırım.” [İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 1, 261] ifadeleri buna işaret etmektedir.
O hâlde Ebû Hureyre (r.a.), anlaşılmasında güçlük çekilen haberlerden dolayı ‘Allah ve Rasûlü yalanlanmasın’ diye ancak insanların anlayabilecekleri, akıllarının alabileceği ve istifade edebilecekleri şeyleri dile getirmeye hassasiyet göstermiştir. Bundan dolayı da bildiği her şeyi anlatmaktan çekinmiştir. [M. Accâc el-Hatîb, Ebû Hureyre Râviyetü’l-İslâm, s. 266]
Hâsıl-ı kelâm netice-i merâm
Gizlilik meselesi zâhirî ilimlerde de bâtınî ilimlerde de söz konusudur. Ancak mutlak mânâda değil. Yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız gibi, belli bir âdap ve usûl çerçevesinde, çeşitli hikmet ve sebeplere binâendir.