Selamün aleyküm hacam, su içerken bardakları tokuşturup şerefe diyerek içmek o suyu harama çevirir mi? Bu su alkol içmek gibi sayılır mı? Zeynep Bedia Gündoğmuş - İstanbul
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Su içerken bardakları bir birine vurup şerefe diyerek içmek, o suyu zahirî hüküm olarak haram kılmasa da bu densiz davranış sünnet ve âdaba aykırıdır. Şuurlu Müslümanın yapabileceği bir hareket değildir. Evet, suyun kendisi haram olmaz, fakat bu çirkin fiili işleyen kişi şarap içmiş gibi günahkâr olur. Nitekim İbn Âbidîn (rh.) Dürrü’l-Muhtâr’da, "Suyu şarap olarak düşünüp içmenin haram olduğunu" ifade etmiştir. [Bkz. A.g.e., 6, 372]
Hâsılı; helal olan bir şeyi harama benzetmekle o yiyecek-içecek mahiyet itibariyle haram olmaz. Ancak helal olan bir gıdayı-nesneyi harama benzettiği için o kişi, günaha girmiş olur.
Selamun aleyküm değerli hocam.
Kadrosu Çankaya kamu kurumunda bulunan bir personel Keçiören kurumuna kadrolu olarak değil de geçici olarak 6 aylık periyotlarla görevlendiriliyor ve Keçiörende aktif görev yapıyor. Ama burdaki amaç Keçiören kurumunda döner sermaye olmadığından Çankaya kurumunun döner sermayesinden faydalanmak. Eğer kadrolu olarak Keçiörene geçecek olsa döner sermayeden faydalanamayacak. Bu geçici görevlendirmeler bizzat amirlerinin yönlendirmesiyle yapılıyor. Yani Keçiören kurumunun amiri diyor ki: sen bana lazımsın o yüzden benim yanımda çalış. Çankaya kurumunun amiri de duruma itiraz etmiyor. Hocam bu kişi hiç görev yapmadığı Çankaya kurumunun döner sermayesini alması caiz midir?
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Bunun nesini soruyorsunuz ki? Açık bir sahtekârlık olduğu meydanda değil mi? Amirleri de bu hileye önayak olup vebâle ortak olmuş oluyorlar. Asla caiz olmaz. Bu yöntemle elde edilen kazanç da haramdır. Bu güne kadar aldıklarını da kuruşu kuruşuna iade etmesi icap eder.
- Îma’ (elif-yâ-mîm-hemze ile) nedir, ne kadar biliyoruz?
- Hastalık-rahatsızlık sebebiyle belli âzaların namazın rükünlerini yerine getirmeye muktedir olamaması durumunda hemen îma’ ile namaz kılınabilir mi?
- Îma’ hangi uvuzlar ile ve nasıl yapılır?
Îma’ ile ilgili bu soruların fıkhî cevapları:
Îma’ kelime olarak işaret manasınadır. Fıkıh ıstılâhında îma’, rukû ve secdeleri sadece başını eğerek yapmaktır. Rukû ve secde namazın rükünlerinden olup bütün namazlarda farzdır. Kıyam da aynı şekilde farz ve vacip namazlarda rükündür, farzdır.
Özürsüz olarak bunlardan biri veya hepsi terk edilse namaz caiz olmaz. Îma’ ile namaz kılan bunların üçünü de terk ettiğine göre hiçbir şekilde secde yapma imkânı olmaması lazımdır. Eğer bir şekilde secde yapması mümkün olursa îma’ ile namaz kılması caiz olmaz. Secde yapamazsa, kıyam ve rukû yapması mümkün olsa bile kıyam ve rukû lazım gelmez. Çünkü secdeden âciz olan kimseden Hanefi mezhebine göre kıyam ve rukûnun farziyyeti düşer. Diğer mezheplere göre düşmez. Îma’ ile namaz kılacak kimsenin ayağa kalkması gerekmez. Nasıl mümkün olursa o şekilde yere oturur. Ayakta veya sandalye üzerinde oturarak îma’ ile kılması da caizdir. Lakin yere oturması efdâldir.
Rukûda başını biraz eğer, secdede daha çok eğer. Kendisini eğmesine lüzum yoktur. Eğer rukû ve secdede başını aynı miktar eğip de secdeyi rukûdan daha aşağı yapmazsa namazı caiz olmaz. Yere secde yapamayan kimse sandalyeye oturarak önüne bir tabure koyup onun üzerine secde etmez, mekruhtur. Ayaklarını koyduğu yerden yarım zira’dan (takriben 35 cm.den) yüksek yere secde etmek ise caiz değildir.
Secde yapabilen bir kimse, ayakta durması zor olsa bile, mutlaka durabildiği kadar ayakta durup ondan sonra oturması lazımdır. Hatta dayanıp durması mümkünse dayanıp durmalıdır, aksi halde namazı caiz olmaz. [Bkz. Kudûrî, s. 18; Nûru’l-Îzâh, s. 50; Tahtâvî, s. 351; Reddü’l-Muhtâr, c. 2, s. 97; el-Fıkhu ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa, c.1, s. 499]
Selamun aleyküm hocam burdan soru soruluyor mu bilmiyorum ama sitede soru soracak yeri bulamadım iki tane sorum var
1. sorum dul bir kadın var şişman ve belinden sıkıntılı 48 yaşında ona rağmen borcundan dolayi çalışıyor çocuklarının borclarindan dolayi çok sıkıntıda kalmış kazancı hep haram olan birinden 6 milyar borç para almış o borcu veren kişi de şimdi tevbe etmiş kadinin zaten ondan haricte bir suru borcu var bu insan tevbe ettigi icin kadının da durumu iyi olmadığı icin borcunu onun hakkıdır diyerek silse olur mu?
2.sorum yine bu kisiden haram paradan borc alan başka biri kredi cekmektense bu insandan borc aliyorlar çoğunluğu helal parasina haram karışıyor oturacak bir ev aliyorlar şimdi o kişi tevbeli olduğu için bana olan borcunuzu Kur’an kursuna verin diyor onu taksit taksit Kur’an kursuna ödeseler olur mu? Çünkü toplu ödeme imkanları yok. Cevaplarsaniz çok sevinirim hocam Allah razı olsun. 30.05.2016 16:31 Zorlu Hayal – Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Bir şahsın gelirinin tamamı bir yana, çoğu haram olan kimseden dahi borç para almak, onunla alış-veriş etmek İmam Gazali’ye (rh.) göre haramdır. Fakat diğer bazı âlimlere göre, böyle bir muamele mekruh olsa da haram değildir.
Gelirinin çoğu helal, azı haram olan kimseden borç almak ise caizdir. Şüphesiz ki daha helal bir kaynak bulunursa, onu tercih etmek en uygun olanıdır. Bu kısa tesbitten sonra sorularınıza gelecek olursak;
1- “…borcu veren kişi şimdi tevbe etmiş, kadının zaten ondan hariç de bir sürü borcu var, bu insan tevbe ettiği için kadının da durumu iyi olmadığı için borcunu onun hakkıdır diyerek silse olur mu?”
Allah (c.c.) tevbesini kabul etsin. Ona bizim başka bir diyeceğimiz olmaz elbette…
Gelelim meselenin tahliline…
Bir kısmı haram bir kısmı helal olan maldan yapılan hayırlarda, yalnızca helal kısmın sevabı alınır, haram kısmın sevabı olmaz.
Bir insan gayrimeşru bir iş yapıp, neticede kazandığı parayı helal işte kullansa, ondan sevap umamaz ve yaptığı işi meşrulaştıramaz. Bu nedenle bu kişiler,”haram kazanıp, o parayla hayır işleyeyim” diyemez.
Haram yolla elde edilen parayı veya malı ne yapmak gerekir, konusuna gelince:
Haram yollarla elde edilen para veya mal da haramdır. Meşru olmayan yoldan kazanılan bir malı, bir parayı şahsın kendisinin yemesi caiz olmayıp, haramdır. Eğer bu mal hırsızlık, gasp gibi yollarla haksız yere ele geçirilmişse, insanın onu kazancından ayırması, uzaklaştırması gerekir. Bu halde sahibi belli ise, malın ona verilmesi gerekir. Esas sahibi ölmüş olunca da hak mirasçılarına verilir. Şayet sahibi kaybolmuşsa, ortaya çıkana kadar bekletilir. Çıkınca da meydana gelen artışlarla birlikte sahibine teslim edilir.
Gerçek sahibi bilinmeyen mal, birkaç şekilde olur. Ya sahibi ölmüştür, ya kaybolmuştur veya millet malından haksız bir şekilde alınıp zimmete geçirilmiştir. Ayrıca bugün sık sık karşılaşılan bir hal olan faiz yoluyla da ele geçmiş olabilir.
Esas olan, mümkün mertebe faiz müesselelerine para yatırmamaktır. Fakat çeşitli sebeplerle bankada bulunan paraya faiz tahakkuk etmişse, onun sarfı da yukarıda zikredilen haram mallarla birlikte mütalâa edilebilir.
Sahibi bilinmeyen haram malı veya faiz yoluyla ele geçen parayı sarf hususunda İslâm âlimlerinin farklı görüşleri bulunmaktadır. Bu meseleyi haram malın sarfı bahsinde anlatan İmam Gazalî (rh.) hazretleri, iki cihete dikkat çekmektedir.
Birisi, o malın tasadduk edilmesi, öbürü ise, temiz bir mal olmadığı gerekçesiyle fukaraya / hizmet kuruluşlarına sadaka olarak verilemeyeceğidir. İkinci görüşü benimseyen âlimlerden Fudayl bin İyâd (rh.), eline geçen iki dirhem paranın helâl yoldan kazanılmış olmadığını fark edince, onu götürüp taşların arasına koymuş ve “Ben ancak helâl ve temiz olan malı tasadduk ederim. Kendim için hoş görmediğimi başkası için de uygun görmem.” demiştir. İmam Gazalî (rh.), Fudayl hazretlerinin bu hâlini anlattıktan ve bu görüşü bir derece kabul ettikten sonra, bu görüşleri destekleyen naklî delilleri şöyle sıralamaktadır:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bir ceneza defninden dönüşünde, Kureyşli bir kadının verdiği ziyafete davet edilmiş; önüne konulan kızartılmış koyunun haram olduğu bildirilince, ”Bunu kaldırın ve esirlere yedirin” [Tirmizî, Sünen, Savm, 3] buyurmuştur.
Yine bir diğer naklî delil de şöyledir:
Bizans’ın İranlılara galip geleceğini haber veren Rum sûresinin ilk âyetleri nâzil olunca, müşrikler Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) yalanlayarak alaya aldılar. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (ra), Fahr-i Âlem Efendimizin (s.a.v.) müsaadesiyle, müşriklerle bahse girişti. Sonunda Kur’ân-ı Kerim’in verdiği haber doğru çıktı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) de iddiada ortaya konan develeri müşriklerden aldı. Ancak bu arada kumar haram kılındığı için, Rasul-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.),
“Getirdiğin bu mal şüphesiz haramdır. Onu Müslümanlara sadaka olarak ver.” buyurdu.
Bilindiği gibi, karşılıklı bahis de kumara girmektedir. Her iki görüşle ilgili geniş açıklamalarda bulunan İmam Gazalî hazretleri özet olarak şunları söylemektedir:
‘Zarurî olarak bilinir ki, bu malı hayırlı bir yere sarfetmek, denize atmaktan daha hayırlıdır. Bunun ne atana, ne de malın sahibine bir faydası vardır. Halbuki bir fakirin eline verildiği takdirde, o fakir faydalanacağı gibi, mal sahibine de duacı olacaktır.’
‘Kendimiz haramı nasıl yemiyorsak, fakirlere de yedirmeyiz’ görüşünde olan âlimlere ise İmam Gazalî (rh.) şu cevabı vermektedir:
“Bu söz doğrudur. Fakat bu mal ona ihtiyacımız olmadığı zaman bize haramdır, fakire ise helâldir.” [İhyâu Ulûmiddîn, II, 127-132]
Bu durumda haram yollarla ele geçmiş bulunan parayı fakirlere tasadduk etmek mümkün olduğu gibi, bir hayır kurumuna vermek de mümkündür. Sadaka olarak verilen bu paradan ecir-sevap da beklenmez. Sadece para en uygun bir şekilde elden çıkarılmış olur.
2- “…yine bu kişiden haram paradan borç alan başka biri, kredi cekmektense bu insandan borç alıyorlar çoğunluğu helal parasına haram karışıyor, oturacak bir ev alıyorlar şimdi o kişi tevbeli olduğu için bana olan borcunuzu Kur’an kursuna verin diyor, onu taksit taksit Kur’an kursuna ödeseler olur mu? Çünkü toplu ödeme imkânları yok.”
İyi hoş güzel de, kimin parasını hakkıdır diyerek kime veriyor? Bir defa o para onun değil, haramdır, başkalarına aittir. Sildim demekle kendi vebâlinden silinmez. Sahibi olmadığı bir şeyde tasarruf hakkı yoktur çünkü... Ama bana getirmeyin dediğine göre, ona vermenin de bir anlamı yok. O halde öbürleri de bu haram paradan kurtulmak için haliyle ödeme güçlerine göre, yani taksitle de olsa bu meblağı söz konusu yere / yerlere verebilirler. Hiç ödeme güçleri yoksa şayet, kendi hesaplarına da kullanabilirler. Ancak imkân nisbetinde bundan kaıçınmaları evlâ, daha uygun ve isabetli olur.
Selamünaleyküm hocam. suallerimize vevap verdiğiniz için ALLAH razı olsun. Önemli bir konu var size danışmak istedim. Ben de acinza bir fıkıh talebesiyim. Ve okumalarımızda eksik kalan yerleri fıkıhla iştigal etmiş tüm hocalarıma soruyorum. Sizi de yeni tanıdım bir tanıdık vesilesiyle. Bu sebeple ara ara sizlere suallerim olacak.
Sorum şu hocam: Bir babanın bir başkasının çocuğuna süt baba olabilmesi için bu babanın eşinden gelen sütün kendisinden kaynaklanması gerekiyor. Aksi takdirde bu baba süt baba olamıyor.
Bu durumda çocuğu olmayan bir ailede anne olan kadın iğneler kullanmak suretiyle göğsünden süt getirilse ve iki yaşını doldurmamış bir bebeğe içilirse bu çocuk süt evlat olur mu? cumali ömeroğlu – gmail.
*******
Ve aleyküm selam. Teşekkür ederim. Rabbim cümlemizden razı olsun.
Sevgili ‘fıkıh talebesi’ kardeşim;
Hocalarını da okuduklarını da zannederim biraz fazla karıştırmış olacaksınız ki, soruyu da ibhamdan kurtaramamışsınız.
Bizi tanıyıp tanîma’manız önemli değil. Âcizane kanaatim, şimdilik hocalarına ve okuduğun kitaplara dikkat etmen yeterli. Bu ve benzeri teferruata, temel bilgilerinizi sağlam bir şekilde aldıktan sonra geniş zamanda eğilebilirsiniz.
Şimdi gelelim sorunuzdaki muğlaklığı gidermeye…
“…çocuğu olmayan bir ailede anne olan kadın” ne demek? Bir kadının çocuğu yoksa anne değildir, anne ise çocuğu var demektir. Herhalde bununla, “evli fakat çocuğu olmayan bir kadın”ı kastettiniz. Kanaatimce bu cümleyi başka türlü anlamak da mümkün değil. O bakımdan sorunuzu bu esasa göre bina edip cevaplamaya çalışalım.
***
Mâlum olduğu üzere evliliği haram kılan süt hısımlığının / akrabalığının tahakkuku için bazı şartlar vardır. Bunlardan biri, hatta birincisi; sütün, bir kadına ait olmasıdır. Cumhura (ulemanın ekseriyetine / çoğunluğa) göre, süt emziren kadının evli veya bâkire olması ya da kocasının bulunmaması (dul) yahut sinn-i iyâsa girmesi (âdetten kesilmesi) neticeyi değiştirmez. Binaenaleyh sütün hangi saikle-sebeple-vesileyle oluşması / gelmesi hükme medâr olmaz. Hükme mesned teşkil eden husus, sütün kadına ait olup olmamasıdır. Dolayısiyle tedavi yoluyla kendisinde süt hâsıl olan o kadının emzirdiği çocuk, onun süt evladı olur ve sütannelik hükümleri uygulanır. Fakat kadın evli ise, kocası, çocuğun sütbabası olmaz.
Ancak, sütten başka bir maddeyi, meselâ sarı su, kan veya kusuntuyu emmekle-yemekle süt hısımlığı doğmaz. Erkeğin, hunsâ-i müşkil’in (doğuştan her iki cinsin de belirleyici organ ve alametlerini taşıyan, fakat hangisinin galip olduğu belli olmayan insan), dokuz yaşından küçük kızın veya bir hayvanın sütü de hısımlık oluşturmaz.
Ayrıca sütü emilen kadının hayatta veya ölmüş olması da fark etmez. Ölmüş kadının sütüyle de razâ (sütanneliği-sütkardeşliği hükümleri) sabit olur. [Bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 78, Md. 269] Şâfiîlere göre ise, ölmüş kadının sütüyle mahremiyet tahakkuk etmez.
***
Sadedinde olduğumuz mevzu hakkında müteferrik meseleler
- Kadında, evlendiği kocanın yaklaşmasından hiç süt gelmezse…
Bir erkek evlendikten sonra hanımı hiç doğum yapmaz, fakat bir süre sonra sütü akmaya başlarsa, bu durumda emzirdiği çocuk sadece kadının süt evladı sayılır, erkeğin değil. Binaenaleyh adamın başka karısından olan evlatlarıyla bu çocuğun evlenmesinde dinen bir mahzur olmaz.
- Doğum yapan kadının bir süre sonra sütü kesilir ve sonra yine akmaya başlarsa…
Evli bir kadın kocasından hamile kalıp doğum yaptıktan sonra sütü gelir ve çocuğunu emzirdikten sonra göğüsleri kuruyup sütü kesilirse; aradan epey bir zaman geçtikten sonra göğüsleri yeniden sütlenir de onunla başka bir çocuğu emzirirse, o takdirde o çocuk kadının kocasının süt evladı sayılmaz. Çünkü süt onun cinsî temasından dolayı gelmiş değildir. Bu sebeple, süt emen çocuk, o adamın başka karısından olan çocuklarıyla evlenebilir.
- Bâkire kızın göğsü harekete geçip süt akıtırsa…
Bâkire kızın göğsünden süt gelir de bununla bir çocuğu emzirirse, onun sütannesi olur ve normal sütannelerle süt çocukları arasındaki tahrîm (haramlık hükümleri) aynen bunlar arasında da câridir. Çocuğu emzirdikten sonra evlenirse, kocası o çocuğun sütbabası sayılmaz. Bu yüzden çocuk, o adamın başka karısından olan çocuklarıyla evlenebilir. [Bkz. Fetâvâ-yi Kaadıhan, Fetâvâ-yi Hindiyye, Hızânetü’l-Müftîn, Hızânetü’l-Ekmel, Ebu Abdullah Cürcânî, Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslâm Fıkhı, Uysal Kitabevi, 3/8-9]
N e t i c e
Bütün bu şartlar göz önüne alındığında; bir hanım iğne yaptırarak yani tedavi yöntemiyle göğsünden süt getirtir ve bunu bebeğe içirirse, bu yolla sütanne olabilir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, şayet evli ise kocası sütbaba olamaz. Çünkü o sütün baba ile bir alakası yoktur.