السلام عليكم ورحمة الله وبركاته
Mürtedlerin tüm mezheplere göre öldürülmesi gerektiği konusunda ne düşünüyorsun?
Yani dinden dönmüş ama hiçbir zararı yoksa müslumanlara o zaman da öldürülür mü?
Yoksa başka bi hadd cezası uygulanabilir mi?
Halis hocam, bu soruyu Marmara İlahiyatta okuyan bir bayan kardeşimiz sordu.
Soru: Abdullah Güler tarafından yazıldı. Kategori: Soru: Cevap
21.12.2017, 20:47
*******
Ve aleyküm…
Değerli kardeşim;
Öncelikle belirtelim ki, bu haliyle soru yanlış! Hem de çok yanlış… Zira;
Söz konusu mesele, İslâm hukukunda içtihadî bir hükümle alakalı. Bizler ise tabakât-ı fukahânın hiçbir sınıfına dâhil olmayıp, sadece “makillid” birer Müslümanız. Öyle değil mi? Binaenaleyh bu hususta ne düşündüğümüzün bir kıymet-i harbiyesi olmaz; mülahazamız, ke-en-lemyekün (yok) hükmünde olur.
Bize düşen; müçtehidân-i kirâmın içtihatları istikametinde amelde bulunmak, uygulamada da “mensubu olduğumuz mezhebin müfta bih olan kavli”ne göre hareket etmektir. Gerisi lâf u güzâf!..
Meselenin tahlili, tavzihi, teferruatı ise ayrı bir bahis... Merak edenler kaynaklara bakabilirler. Ayrıca bunları soracak kadar mevzu ile alakadar olan kişinin de bunları zaten bilmesi gerekir.
Evet, maalesef kendilerinin müçtehit oldukları zu’munda olan bir kısım akademisyenlerin öğretim görevlisi olarak bulunduğu İlahiyat Fakülteleri’nde, bu nevi suallerin sorulabilmesi, aslında pek de yadırganacak cinsten bir şey değildir elbette… Ne diyelim; Mevlâm bütün mü’minlere, bahusus İslâmî ilimlerle meşgul olanlara akl-ı selim, kalb-i selim, fikr-i selim, imanî şuur ve idrâkler nasip eylesin. Hidâyet-i kâmileden ayırmasın. Bid’at ve dalâletin her nev’inden hıfz u himaye ve vikaye buyursun.
Sorunun, “Yani dinden dönmüş ama hiçbir zararı yoksa müslümanlara o zamanda öldürülür mü, yoksa başka bi had cezası uygulanabilir mi?” kısmı için de şunları söyleyebiliriz:
İslâm fıkhında bütün bunların cevabı verilmiş, mezhep müçtehitleri tarafından gayet açıkça zikredilmiştir. Ona göre hareket edilir, kafana göre değil. Çünkü o içtihatların her biri, mutlaka edille-i şer’iyyenin ya aslî ya da fer’î delillerinden birine istinat etmektedir. Bu format uzun uzadıya bunları yazmanın yeri değil. Ancak anlatmaya çalıştıklarımızı te’yiden kısa da olsa bir şeyler söyleyebiliriz. Şöyle ki:
Şâfiî mezhebi âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, bir kimse mürtet olduktan sonra tekrar tevbe eder Müslüman olursa, tevbesi kabul olur. Hatta bu gel-gitlerini yüz defa tekrarlasa da yine tevbesi makbûldür. [Bkz. İmam Mâverdî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ, 13, 449]
Mürtedin öldürüleceğine dair hükmün önemli bir dayanağı şu mealdeki hadis-i şeriftir:
“Müslüman bir kimsenin kanının dökülmesi ancak şu üç şeyle helâl olur:
1) Evli olup zina eden,
2) Haksız yere bir kimseyi öldüren,
3) Dinini terk edip cemaatten (İslâm camiasından) ayrılan kimse.” [Müslim, Sahih, Kasame, 25,26; Tirmizî, Sünen Hudûd,15; Ebu Dâvud, Sünen, Hudûd,1; Nesaî, Sünen, Kasame, 5,14]
Ulemâ bu hadis-i şerif ile Buhârî dışında bütün Kütüb-i Sitte’de yer alan, “Dinini değiştiren kimseyi öldürün.” [Neylü’l-Evtâr, 7, 190] mealindeki hadis-i şerife dayanarak, mürtedin öldürüleceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Ancak Hanefî mezhebine göre kadın mürted olursa öldürülmez. Fakat tevbe edinceye kadar konulacağı hapiste kalır. Diğer üç mezhebe göre ise, mürted olan kadın da öldürülür. [Bkz. Vehbe Zuhaylî, el-Fıkhu’-İslâmî ve Edilletuhu, 6, 186]
Buna mukabil, Hanefi mezhebine göre, mürted olan bir erkeğe tevbe etme fırsatını vermek ve tevbe etmesini talep etmek müstehaptır. Diğer üç mezhebe göre, mürtedin tevbe etmesini talep etmek ve ona bu fırsatı tanımak ve (en az üç gün hapiste / gözetim altında tutarak) bunu tahakkuk ettirmeye çalışmak vaciptir. [Zuhaylî, a.g.e., 6, 187-188]
Kısacası, İslâm devleti ona her türlü düşünme imkânını verdikten ve yanlışlarını düzeltmeye yönelik ilmî yardımları sunduktan sonra, yine de olumsuz cevap aldığı takdirde, söz konusu hükmü gerçekleştirebilir.
Bu hususta önemli bir nokta da şudur: Mürtedin cezasını fertler değil, ancak devlet başkanı veya nâibi-vekili tesbit edip infaz ederler. Tabii İslâm hukukiyle idare olunan ülkede… Bu gün ise dünya üzerinde böyle bir ülkeden söz etmek muhâl olduğuna göre, mevcut sistemlerde, adı ne olursa olsun, bu hükmü kalkıp da bir kimse münferiden uygulamaya kalkışamaz, kalkışmamalı… Yoksa fitne ve fesat, anarşi doğar! Mevzu ile ilgisi bakımından ayrıca şu linke de bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2108-murtedin-kul-haklari-ve-amelleri.html
Başka bir ifadeyle;
Beşerî sistemlerin yırtığına İslâm hukukundan yama yapma gayretkeşliğinden vaz geçmemiz gerekir. Bu tutum yanlıştır! Zira âmiyâne tabirle “yama yırtığa denk gelmez”, o bünye bu tedaviyi kabul etmez. Her sistem kendi yırtığını, kendi söküğünü kendi içinde halletmelidir.
***
Mürtedin öldürülmesiyle ilgili sebep ve hikmeti de şöyle özetleyebiliriz:
Mürtet dininden ve mensubu olduğu İslam ümmetinden çıktığı için, İslâm hukukuna göre masûmiyetini yitirmiş ve hâin statüsüne girmiştir. Hâinin cezası da ölümdür.
Mürted olan kimse, filasıl kâfir olanlara kıyaslanamaz. Çünkü İslâm dini gibi, hem akla, hem nakle, hem kalbî ve ulvî duygulara hitap eden bir dinden dönen kimsenin, artık insanlık hasletlerine dair bir meziyeti kalmamış olur. Bu açıdan bakıldığında, mürted olan kimse İslâm’dan çıkmakla İnsanlık’tan da çıkmış olur. İnsanlık yönünü kaybeden bir kimse kelimenin tam anlamıyla anarşist olur. Aklını dalâlet yönünde kullandığı için, artık masûm bir hayvan da değil, yırtıcı bir canavardan daha sapık ve sapkın olduğundan, hayat hakkını kaybeder.
Velhâsıl; millet olarak bir arada barış içinde yaşamaları mümkün olmayan gruplar arasındaki dengeler itibariyle, din değiştirmek demek, bir anlamda "karşı tarafa ve Müslümanlar aleyhine geçmek" demektir. Veya Müslüman topluma yönelik propagandalar yaparak zehir kusan, özellikle gençleri zehirleyen bir yılan, bir akrep demektir. Bu sebeple, bir kimse dinini değiştirdiği için değil, buna ek olarak Müslümanları manen (idarî-içtimaî-kültürel yönlerden) zehirlemeye çalıştığı için öldürülür.
S.a. Halis hocam;
Bir süalim olacaktı:
"Celaleddin-i Rumi hazretlerine MEVLÂNÂ kelimesini kullanmak caiz mi?" şeklinde bir süal var. Bilgilerinizden istifade etmek isterim.
Soru: Ahmed Âsâf bey tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
Selam ile fi emaniAllah
*******
Ve aleyküm selam.
Değerli kardeşim;
Sorunuzun kısa cevabı; caizdir, bu bir mecazdır, başka kelime ve tabirlerle de örnekleri mevcuttur. Mesela Mevlâna (k.s.) için sizin de kullandığınız “Hazret” kelimesi gibi… Bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2515-hazret.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1166-hazret-ifadesi.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/692-hazret-ne-demek.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3087-dini-yazilardaki-bazi-kisaltmalar.html
Malum olduğu üzere bazı lafızlar/kelimeler bir değil birkaç manaya gelir. Cümledeki yerlerine göre anlamları değişir. Mesela “kul” kelimesi; köle/bende, insan, mahlûk, emir altında bulunan, tâbi, mensup gibi manalara gelir.
Sultana bağlı askerlere “Kapı kulu” denirdi. “Bende” kelimesi de kul demektir. Bendeniz, kulunuz demektir. Bu tabir bugün bile tevâzu ifadesi olarak kullanıla gelmektedir. Padişahlar, tebeasından olan sâdık yardımcıları için “Kulum” tabirini kullanırlardı. Burada kulum, “sağ kolum” demektir.
***
Ve yine bunun gibi “el-Mü'min” ismi mesela Haşr sûresinde Allahu Teâla için kullanılmıştır ve Esmâü'l-Hüsnâ'dandır. Bu ve benzeri kelimeler-isimler Allah (c.c.) için kullanıldığında farklı, insanlar için kullanıldığında farklı manalar taşır. “el-Mü'min”, emniyet ve güven veren, inanan kullarını korku ve endişelerden emin kılan demektir. Ve Allah (c.c.), yüceler yücesi yaradan, kâinatın tek sahibi, mâlikü’l-mülktür. Maamafih bu güzel ismini, kendisine iman eden kullarına da vermiş; halifesi kıldığı kulunu, bununla şereflendirmiştir. Bu isim kula nisbet edildiğinde manası;Allah'tan gelen her şeye inanan, onları mutlak manada tasdik eden / doğrulayan kimse demektir.
***
“Mevlânâ” kelimesinin masdarı/kökü "mevlâ" lafzıdır. Mevlâ dost, “Mevlânâ” ise "bizim dostumuz" anlamındadır.
“Mevlâ” lafzı çeşitli manalara gelir. Meşhur olan üç manası: İlah, köle ve efendi demektir. Mesela “Mevlâmızın rahmeti boldur” cümlesinde Mevlâ, ilah manasındadır. Âmene’r-rasûlü ayetindeki “Ente Mevlânâ” cümlesi, Sen bizim Mevlâmız'sın [Baqara suresi, 286] demektir. Yani ilahımız, sâhibimiz, mâlikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedvircisisin (çekip çevireni, yönetenisin)” mânâsınadır. Aynı kelime, aynı kavram İlm-i Vazı’ esasları çerçevesinde farklı yerlerde farklı mânâlarda kulanılır. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’a nisbetle ayrı, insana nisbet edildiğinde ayrı mânâya gelir. Mesela “Salâhuddîn ibn Mevlânâ Sirâcüddîn, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (k.esrarahum) hazeratı, kıymetli zatlardır” cümlesindeki mevlâ kelimesi, efendi manasınadır; Mevlânâ da, efendimiz demektir.
“Hz. Bilâl, Hz. Ebu Bekir’in (r.anhuma) mevlâsı idi” cümlesinde mevlâ, azâd edilmiş köle manasındadır.
Bunun gibi birçok kelime kullanıldığı yere / cümleye göre mana alır. O bakımdan mâneviyat erbabı, Allah dostları/veliler/evliyaullah veya diğer büyük zatlar hakkında şânlarına yakışmayan bir şey duyunca, işin aslını öğrenmeden onlara sû-i zanda bulunmamalıdır.
***
Keza “Seyyid (efendi)” tabiri, kâinatın sahibi, yaratanı, koruyanı manasında olduğunda, Allahu Teâla’ya ait bir hitâptır. Nitekim Mutarrif bin Abdullah babasından (r.anhuma) şöyle naklediyor:
“Âmir oğullarından bir kaç kişi ile Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına geldik. Bunlar;
- “Sen bizim babamızsın, Sen bizim seyyidimiz (efendimiz)sin, sen bizim en faziletlimizsin, sen bizim en büyüğümüzsün, sen parlak kâsesin, sen şöylesin, sen böylesin demeye başladılar. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem;
- “Ne söyleyecekseniz söyleyin, şeytan sizi şaşırtıp durmasın. Seyyid, Allah’tır!”buyurdular.Biz:
- “Fazilette en ileride olanımız, mertlikte en başta gelenimizsin!“dedik.Bize:
- “Söylediğinizin hepsi bu veya buna yakın bir söz olsun. Şeytan sizi(mubalağalı medihlerde-övgülerde) koşturmasın!“buyurdular.” [Bkz. Buhari, Edebü’l-Müfred, Bâb, 107, Hadis no: 211;Ebu Davud, Sünen, Edeb 10, Hadis no: 4806; Nesaî, Sünen, Amelü’l-Yevm, 245]
Hâsılı “Seyyid” kelimesi, büyüklük, ululuk, efendi, sahib manasına gelmektedir. Bu bakımdan hadis, “seyyid” yani “efendi” kelimesini gerçek anlamda insanlara izafe etmeyi yasaklamaktadır. Zira insanların alnından tutup, onları hakiki manada idare eden Allahu Teâla’dır. Bu manada Seyyid elbetteki Cenab-ı Hak’tır.
Ancak âlimler, bunun insanlara, daha hususi manada kişilere izafe edilerek mecâzen kullanılmasını caiz görürler. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Ben âdemoğlunun seyyidi (efendisi)yim. Bunu söylemem övünmek değildir.” Yani ‘Ben bunu övünmek için değil, tahdîs-i nimet / Allah’ın bana verdiği nimeti anlatmak ve açıklamak için söylüyorum’demek istemiştir.
Buhârî’de gelen bir rivayette Hz. Ömer (r.a.),“Ebu Bekir bizim seyyidimiz (efendimiz)dir.”demiş ve Bilâl’i kastederek de,“Seyyidimizi (efendimizi) azâd etti.” ifadesini kullanmıştır. [Buharî, Sahih, Fezâilü’l-Ashâb’ın-Nebî, 23]
İslâm hukukuna göre, aralarında yardımlaşma ve dostluk câri olacağı için, kölesini azâd eden efendiye de azâd edilen köleye de mevlâ denilir. Aralarını ayırmak için azâd edene "Mevlâ-yı a’lâ" azad edilene de "Mevlâ-yı esfel" tabir edilir. Mevlâ-yı esfel, mevâlî kalıbında cemi’ / çoğul yapılır ve daha ziyade bu şekilde kullanılırdı.
Bütün bunlar, aynı kelimenin yerine göre farklı manalarda istimâl edilebildiğini, hem efendi, hem köle manasına gelebildiğini göstermektedir.
***
Dilerseniz yazıyı, anlatmaya çalıştıklarımızı te’yid eden iki hadis-i şerif mealiyle noktalayalım:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:
“Kıyamet günü insanların seyyidi (efendisi) benim.” [Buharî, Sahih, Enbiya, 3, Tefsiru sureti 17/5; Muslim, Sahih, İman, 237, 238]
“Ben Âdem’in çocuklarının seyyidi (efendisi)yim.” [Ebu Davud, Sünen, Sünnet, 12]
Hocam Kendim tesbihlere çok meraklıyım.kendim olsun sevdiğim insanların bana göndermiş olduğu tesbihleri biriktirip koleksiyon yapıyorum naçizane.ama aklımada takılmıyor değil.amacınım dışında zikir ve tesbihat için çekilmesinden ziyade bu şekilde biriktirmem hususu ile alakalı endişemde oluyor ara ara.bu konuyu siz Muhterem Hocam a danışmak istiyorum.Allah razı olsun.Hayırlı akşamlar.
Soru: Fazıl Karataş tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
17.12.2017 Pazar, 19:29
*******
Selamün aleyküm.
Değerli kardeşim;
Bilindiği ve sizin de işaret ettiğiniz gibi İslâm örfünde tesbih, zikir ve tesbîhat çekiminde adetlerin tesbiti/belirlenmesi için kullanılır. Bunun dışında süs ve takı olarak kullanılanlara ise boncuk denilir.
Tesbihlerin, kullanım maksadı dışında koleksiyon olarak biriktirilmesine işine gelince…
Bu meşgale, gereksiz harcama yapmadan, vakti boşa geçirmeden, kısacası vakit ve nakit israfına yol açmadan mütevazı sınırlar çerçevesinde olursa fetva bakımından caiz olabilir.
Ancak âcizane kanaatim; takva ehli bir mü’min, bu gibi fuzûli sayılabilecek, mâlâyâni sınıfına girebilecek işlerle meşgul olmaz, vakitlerini daha önemli, daha lüzumlu ve daha faydalı işlere-amellere ayırır, onlarla doldurur.
Bilmem anlatabildim mi?
Wesselâm...
selamün aleyküm hocam; müslüman bir kadının kocasından izinsiz mevlid, hatim, sünnet yada buna benzer merasimlere, dini sohbetlere katılmak için dışarı çıkması caiz midir?
Soru: Burçin tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Erkek, hanımının dışarı çıkmasına izin vermediğinde, hanımını kendisinin eğitmesi, onun tâlim ve terbiyesini üstlenmesi, ziyaret için babasının evine de götürmesi gerekir. Bunlar kadının hakkıdır. Koca bu haklara engel olamaz. Ama bu hakları mümkün mertebe aile içinde huzursuzluk çıkarmadan kullanmaya çalışmak gerekir.
Kadın kocasından izinsiz bir yere gitmemeli, gitmek zarureti hâsıl olduğunda onu haberdar ederek rızasını/olurunu almalıdır. Aynı zamanda gittiği yerden geç kalmayıp evine erken dönmelidir.
Kadınların zaruri ihtiyaçlarını dışarıdan temin etmeleri ve gereken meşrû yerlere gitmeleri için evlerinden çıkmaya hak ve salâhiyeti vardır. Fakat bu hakların bazıları hariç, diğerlerinden kocasının izin ve rızasının olması şarttır.
Cenab-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'inde buyuruyor ki:
“(Ey Peygamberin hanımları, dolayısıyla bütün mü'minlerin hanımları!) Vakarınızla evlerinizde durun. Evvelki câhiliyet (devri kadınlarının dışarı) çıkışı gibi süslenip çıkmayın. (Cahiliyye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın, çarşıda-pazarda kırıla döküle, süslerinizi göstere göstere yürümeyin.) [Ahzâb suresi, 33]
Bir hadis-i şeriflerinde Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.),
“(Ey kadınlar), ihtiyaçlarınızı (karşılayan olmadığı zaman, hâcetinizi) temin için (evlerinizden) dışarıya çıkmanıza (Allahu Teâla tarafından) izin verilmiştir.” buyurmuşlardır. [Bkz. Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâcu'l-Câmiu li’l-Usûl fî Ehâdîsi’r-Rasûl s.a.v., 2, 934, Buharî ve Müslim]
Bu âyet-i kerime ve hadis-i şerif mucebince, Müslüman kadının maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayacak mahremi olan bir kimse olmaması veya bunların alâkasızlığı halinde, kadın elbetteki edep ve tesettür dâhilinde meşrû imkânlarla evinden çıkarak ihtiyaçlarını temin edebilir. Kocası bulunan kadın ise, beyi’nden izinsiz evinden çıkmaz ve bir tarafa gidemez.
Bir kadının kocasından izinsiz bir yere gitmesi, izinli de olsa gittiği yerden geç gelmesi erkeğine sıkıntı ve nefret verir. Bu işin birkaç defası koca tarafından muaf tutulursa da çok kere af edilmeyerek geçimsizliğe yol açar. Hele koca tarafından ihtar edildiği hâlde kadının dinlemeyerek gitmesi, kocasına karşı saygısızlık ve itaatsizliğinden dolayı da gerçekten huzursuzluğa sebep olur. Böyle olan kadınlar hakkında Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Hangi kadın, kocasının izni olmaksızın evinden çıkarsa, evine dönünceye yahut kocası kendisinden râzı oluncaya kadar Allahu Teâlâ'nın gadabı içinde kalmış olur.” [Hatîb-i Bağdâdî; es-Seyyid Ahmed el-Hâşimî, Muhtâru’l-Ehâdîsi’n-Nebeviyye, Eser Kitabevi, İstanbul, 1964, Hadis no: 405 ]
Ve yine erkeğin karısı üzerindeki hakkının ne olduğunun sorulması üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Kocanın karısı üzerindeki hakkı; kocasından izinsiz evden çıkmamasıdır. Eğer çıkarsa, kocası zâlim ve âsi bir kimse olsa dahi, eve dönünceye yahut tevbe edinceye kadar Allahu Teâla, Rûhu’l-emîn, rahmet melekleri, azap melekleri ona lânet ederler.” [Bkz. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ; Ebû Yûsuf, el-Âsâr]
Hacı Mehmed Zihni Efendi merhum Nimet-i İslâm’da, "Bir kadın kocasından izinsiz yabancıları ziyarete, düğün ve derneklere gidemez, hatta ziyaret gününün haricinde ebeveyninin bile velîmesine (ziyafet merasimine-davetine) kocasından izinsiz gidemez. Kadın ebe veya gâsile (ölü yıkayıcı) olsa, bu hizmetler için velev ki para almaması lazım gelse dahi kocasından izinsiz gidemez." diye zikredilmiştir.
İşte onun için her kadın idrâk ve anlayış gösterip, bu hususlara çok dikkat ve riayet etmelidir.
Kadının izinsiz dışarı çıkabileceği durumlar
Kadın şu hususlarda kocasının rızasını almak mecburiyetinde değildir:
1. Bir kadın yanında mahremlerinden biri; mesela oğlu, oğlan kardeşi bulunmak şartiyle, kocası razı olmasa bile hac farizasını eda için sefere azimet edebilir. Çünkü koca hakkı, farz-ı ayn üzerine tekaddüm edemez (onun önüne geçemez).
2. Bir kadın, babası müzmin/kronik veya maraz-ı mevt/ölüm hastalığı ile ağır hasta olup da bakacak kimsesi bulunmadığı takdirde, kocasının izni olmasa bile gidip bakabilir. Velev ki babası gayr-i müslim olsun. Şu kadar var ki, gaybûbeti müddetinde (yokluğunda) nafakası kocası üzerine lâzım gelmez. [Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-i İsamiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1967, 2, 147]
3. Bir kadın hâcete mebni (ihtiyacı sebebiyle lazım olan bilgileri) meseleleri öğrenmek için, kocası tâlim edemediği (öğretemediği) takdirde, ilim meclisine tesettür dâhilinde gidebilir. [Mehmed Zihnî Efendi, a.g.e.; Ayrıca bkz. Osman Karabulut, İslam’da Evlilik ve Mahremiyetleri, s. 298-300]
***
“…Kadın ve Ev
Kadının özgür olmasını savunan ve bu savunma ile zımnen de olsa İslam geleneğinde kadının tutsak olduğunu iddia eden modernistler, evini sadece ibâte için kullanan bir kadın modeli önermişlerdir. Bu yüzden fitne olacak durumlarda kadının camide ibadet etmesinin kerahetine işaret eden içtihatları dini ve akli temelden yoksun ve yanlı değerlendirmeler olarak nitelemişlerdir. [Bkz: Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1969, V, 55; Şemseddin es-Serahsî, el-Mebsud, Beyrut, 1982, II, 20-25; Abdulkerim Zeydan, el-Mufassal fî Ahkâmi’l-Mer’e, Beyrut, 2000, I, 268-269]
Kadın ve Cami
Kadının cami merkezli bir ibadet hayatının olması gerektiğini savunanlar, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Raşit Halifeler döneminde cami ile iç içe olan kadının, Emeviler döneminden itibaren cami ile münasebetinin giderek zayıfladığını, cinsiyet eşitliği prensibinden uzaklaşılarak sosyal, siyasal, ekonomik ve dini hayattaki konumlarının tekrar sorun haline getirildiğini iddia etmektedirler. [Dikkat: Fıkhın kolaylaştırılmasını talep edenlerin açılımları hep bu şekilde başlar. Allah Resulü’nün kolaylaştırdığı dinin sahabe tarafından bir parça zorlaştırıldığı, tabiunun da dini sahabeden daha zor hale getirdiği ve bu durumun günümüze kadar artarak devem ettiği iddia edilir. İddianın vakıaya aykırı olduğunun en önemli göstergesi hadislerin fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere kaynaklık etmesidir.]
Bu iddia şu cihetle tarihi gerçeklerle çelişmektedir: Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’de mescidini inşa edince ona yakın olmak isteyen sahabe evlerini mescidin çevresine kurmuştu. Evlerin kapıları da mescide açılmakta idi. [Bkz. Ebu Davûd, Sünen, Tahare, 93] Bu yüzden erkekler gibi kadınlar da her ne amaçla olursa olsun evlerinden çıktıklarında öncelikle mescide uğramak zorunda idiler. Bu durum kadınların mescit ortamında daha fazla bulunmalarını temin etti. Kadınların ibadetlerini camilerde yapması gerektiğini savunanların delil olarak ileri sürdüğü “bir kadın sahabinin namazda Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ağzından ‘Kâf Suresi’ni ezberleyecek kadar camide yer alması” meselesi de Medine’deki bu ilk yerleşim şartları çerçevesinde gerçekleşmişti.
Medine döneminin ilerleyen yıllarında mescitle sosyal hayatın münasebeti değişince evlerin mescide bakan kapıları bizzat Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün emriyle kapatılmıştır. Böylece kadınların cami ortamında yer almaları, yeni düzenleme ile sınırlandırılmıştır. Fakat Hz. Ömer (radiyallahu anh) devrinde teravih namazları cemaatle kılınmaya başlayınca halife erkeler için ayrı, kadınlar için de ayrı mekanda farklı imam görevlendirerek onların daha geniş katılımla cemaatle namaz kılmalarına imkan hazırlamıştır. Hz. Ömer’in bu uygulamasında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kadınlar için camiyi ibadetten daha çok eğitim için kullanması başlıca etken olmuştur.
Nitekim Ebû Said el-Hudrî’den gelen şu hadis-i şerif bu hususu açıklamaktadır: “(Bir gün) Kadınlar ‘Ey Allah’ın Resûlü, erkeklerden bize meydan kalmıyor /galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?’ dediler. Rasûlüllah onlara bir gün belirledi. Kadınlar o günde Rasûlüllah’ın huzuruna gelir, O da onlara sohbet ederdi.” [Buharî, Sahih, İlim, 36] Kadınların Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) gelip “erkeklerden bize meydan kalmıyor/galebenâ aleyke’r-ricâl, bize özel bir gün ayırır mısın?” demelerinden, ‘erkekler her gün camiye devam ediyor, ilim öğreniyor ve dini meseleleri dinliyorlar. Biz kadınlar zayıfız, onlarla boy ölçüşemeyiz.’ [Aynî, Umdetü’l-Qârî, Beyrut, 2001, II, 202] gibi bir anlam çıkmaktadır. Allah Resulü’nün bu uygulaması kadınların mescidi genelde ilim tahsil etmek için kullandıklarını bildirdiği gibi beş vakit dâhil diğer namazlar için sıklıkla camiye çıktıkları iddiası ile de çelişmektedir.
Kadın sahabilerin cemaate çıkmaları ile alakalı Tahavî şunları söylemektedir: “Kadınların namazgâha gitmeleri İslam’ın ilk yıllarındadır. Bundan gaye ise, düşman nazarında Müslümanları çok göstermektir.” [Aynî, a.g.e., III, 404] Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) camiye girmelerinin helal olmadığını söylediği hayızlı kadınların bayram sabahı namazgaha çıkıp arkada durmalarını teşvik etmesi de, bu “çok görünme” fikrini desteklemektedir. İlerleyen yıllarda Müslümanların kemiyet itibarıyla büyük kalabalıklara tekabül etmeleri kadınların cemaate iştiraklerinin gerekçesini ortadan kaldırmıştır.
Ayrıca kadınların mescidi amacı dışında kullanmaları da cemaatten geri kalmalarında etkili olmuştur. Konu ile ilgili Hz. Âişe şöyle demektedir: “Eğer Resülüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınların (kendisinden sonra) mescitlerde neler ihdas edeceklerini bilseydi, İsrailoğulları’nın kadınları gibi, o da onların mescitlere girmelerini yasaklardı.” [Buharî, Sahih, Ezan, 163]
Kadınlar Kapısı
Mescid-i Nebevi’nin başlangıçta kapılarından hiçbiri kadınlara tahsis edilmemişti. Camiye giden kadınların sayısında artış olunca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Şu kapıyı kadınlara tahsis etseydik.” [Ebû Davûd, Sünen, Salât, 16] buyurmuştur. Allah Resulü’nün bu ifadesi delalet cihetiyle tahsis içermektedir. Nitekim ifadeden kapının kadınlara tahsis edilmesi gerektiğini anlayan Abdullah b. Ömer (radiyallahu anhuma) Efendimiz’in -kıblenin Kâbe’ye çevrilmesinden sonra- Beyt-i Makdis yönüne açtırdığı bu kapıdan ölünceye kadar içeri girmemiştir. Eğer diğer sahabiler girdilerse bu ya namaz vakitleri dışındadır ya da onlar Allah Resulü’nden bu konudaki yasaklayıcı hükmü işitmemişlerdir. [Mahmud Muhammed Hattab es-Sübki, el-Menhelü’l-Azbü’lMevrûd, Beyrut, ty., IV, 72. Yani böyle bir tahsisten haberdar değillerdir.] Daha sonra Hz. Ömer (radiyallahu anh) Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından kadınlara tahsis edilen bu kapıdan erkeklerin girmesini bütünüyle yasaklamıştır. [Bkz. Ebû Davûd, Salât 17]
Hayır Nerede?
Müslüman kadının cami merkezli bir ibadet hayatı olması gerektiğini savunanlar, kadınların ibadet etmeleri için evlerinin camilerden daha hayırlı olduğu görüşünün bir temenni ya da konu ile ilgili hadislerin yorum farklılığından kaynaklandığını, bazı rivayetlerin kadınlar aleyhine yorumlandığını [Bkz: Karen Armstrong, a.g.e., s. 211–212] dolayısıyla da kadınların camiye mesafeli durmalarını temin eden anlayışın dinî ve aklî temelden mahrum [Bkz: Ignaz Goldziher, “İslâm’da Eğitim”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 7, Ankara, 1988, s. 90.] olduğunu ileri sürmektedirler. Evin camiden daha hayırlı olduğunu tasrih eden Ümmü Humeyd hadisinin ise o sahabinin ailevi sorunlarına matuf olduğunu bu yüzden genelleme ifade etmeyeceğini iddia etmektedirler.
Gerçek şu ki kadınlar için evlerin mescitlerden daha hayırlı olduğunu bildiren hadisler yoruma ihtiyaç duyulmayacak derecede açıktır. Bu durum, Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) eşleri başta olmak üzere diğer bütün kadın sahabiler tarafından da böyle anlaşılmıştır. Nitekim Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in eşleri, cemaatle kılınan namazın ferdi olana nisbetle 27 derece daha faziletli olduğunu bilmelerine rağmen namazlarını mescit yerine, mescide bitişik olan evlerinde eda etmişlerdir. [Bkz. Zeydan, a.g.e., I, 212]
Ümmü Humeyd hadisi de iddia edilenin aksine genelleme ifade etmektedir. Kadınların ibadetlerini nerede yapmalarının daha faziletli olduğunu bildiren ilgili hadis şu şekildedir: “Odalarınızda kıldığınız namaz, salonlarınızdakinden, salonlarınızda kıldığınız binalarınızdakinden, binalarınızda kıldığınız da cemaatle kıldığınız namazdan daha faziletlidir.” [Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Esîr, Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe, Beyrut, 1994, VII, 311] Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), Ümmü Humeyd’e “Selâtuki/senin namazın” şeklinde değil de “salatükünne/siz kadınların namazı” diye hitap etmiştir. Konu ile alakalı bir başka rivayet ise şu şekildedir: Ümmü Humeyd, Allah Resulü’ne gelip, Onunla birlikte namaz kılmayı arzuladığını söyler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini anlayışla karşıladığını fakat –ona- odasında kılacağı namazın salondakinden, salondakinin binadakinden, binadakinin aile mescidinden, aile mescidindekinin de Peygamber mescidindekinden daha hayırlı olacağını söylemiştir. [İbn Abdilberr, el-İstîâb fî Esmai’l-Ashab, Beyrut, 2002, II, 580] Ümmü Humeyd’le alakalı bu rivayette de ailevi bir nedene işaret eden herhangi bir unsur mevcut değildir. Konu ile alakalı el-İsabe’deki rivayette ise Ümmü Humeyd bütün kadınlar olarak serzenişte bulunmuş ve “Ey Allah’ın Resulü eşlerimiz seninle birlikte namaz kılmamıza engel oluyorlar.” deyince Hz. Peygamber bütün Müslüman kadınlara hitaben, iç odalarda kılınan namazın diğer bütün mekânlardan daha faziletli olduğunu bildirmiştir. [Hadis metni için bkz. İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Beyrut, 1995, VIII, 383; Konu ile ilgili hadisler için bkz. Ebû Davud, Salat 53; Tirmizî, Reza’ 18; Ahmed, Müsned, II, 297-301, VI, 371]
Kadın, Cami ve İrşat
Asr-ı saadet ve sonrası dönemlerde kadın, -iddiaların aksine- ihtiyaç hissetmesi durumunda cami ortamında yer almış, gerek çocukluk gerekse de yetişkinlik döneminde irşat hizmetlerinden faydalanmıştır. “Eşleriniz camiye çıkmak için sizden izin istediklerinde onlara engel olmayınız.” hadisi de bunda etkili olmuştur. Fakat tarihin hiçbir döneminde kadın, erkek gibi cami merkezli bir irşat ya da ibadet içerisinde yer almamıştır.
Burada göz ardı edilen bir husus var ki, o da Allah Resulü’nün “kadının camiye çıkmak için eş ya da velisinden izin alması” gerektiğini belirtmesidir. Kadının, camiye çıkmasının izne tabi olmasının zımnında daimi ibadet yerinin evi olduğu gerçeği de vardır. Bunun içindir ki eş ya da veli cami ortamının kadın için müsait olmadığı kanaatine sahipse ona izin vermeyebilir. [Zeydan, a.g.e., I, 214; Makalenin tamamı için bkz.: http://www.haceganmedreseleri.com/kadin-cami-ve-ozgurluk/]
Soru: Abdullah tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Sünnet olsun farz olsun, iki namaz arasında konuşmak veya başka dünyevî bir iş yapmak, ne ilk kılınana ne de sonra kılınacak olana sıhhati bakımından zarar vermez. Namazların kabulü açısından bir sıkıntı olmaz.
Ancak unutmamak gerekir ki; namaz, erkânıyla-ef’âliyle tamamen bir huzû ve huşû işidir. Binaenaleyh arada konuşmak, gülmek, şakalaşmak huzû-huşûu bozar, huzuru temin bakımından zarar verir. Bu Sebeple namaz öncesi ve sonrasında sükûnet üzere bulunulması lazımdır. Hatta mümkünse, namaz için ayağa kalktığında kişi, önce; üç kere istiğfar, üç kere de salavat-ı şerife getirdikten sonra,
“Eûzü billâhissemîıl alîmi mineşşeytânirracîm. Rabbi eûzübike min hemezâtişşeyâtıyn ve eûzübike Rabbi en yahduruun” deyip Besmele ile Qul eûzü bi-Rabbinnâs... sûresini okumalı, ardından da Teşrık Tekbiri getirdikten sonra niyet edip İftitah tekbiri ile namaza giriş yapmalıdır. Namaz içinde ve dışında ihlâsı nisbetinde, şüphesiz bunun büyük faydalarını görecektir.
Velhâsıl, sözünü ettiğiniz ve biraz da lâubâlilik kokan o durum, namazın geçerliliğine zarar vermemekle beraber, bu ibadetten beklenen manevi karşılığı, ecri-sevabı-mükâfatı azaltabilir. Bu da az kayıp sayılmaz musallî bir mü’min için.
Öyle değil mi?
Bu meseleyle ilgili daha geniş bilgi için lütfen aşağıdaki linke de mutlaka bkz. ve dikkatle okuyunuz.