Selamün aleyküm hocam. Hadis-i şeriflerde Beyt-i Mamur’un kabenin yedinci kat semadaki izdüşümünde veya tam hizasında olduğu söylenmektedir. Buradan hareketle arş-ı alanın ve diğer semaların da dünyaya paralel olarak döndüğünü söyleyebilir miyiz? yoksa bu izdüşüm meselesini fizik kurallarının ötesinde mi algılamak gerekir? Ali

*******

Ve aleyküm selam.

Beyt, bilindiği üzere ev demektir. Beytü’l-Ma’mûr isim terkibi de lugaten bayındır, bakımlı ev manasınadır. Yedinci kat semâ'da Kâbe’nin üst hizasında bulunan bir yerdir. Diğer isimleri de Beytü’l-İzze ve Durâh’dır. Hz. Ali’nin (r.a.) de bir soru üzerine Beytü’l-Ma‘mûr’u, gökte bulunan ve Kâbe’nin yerdeki kudsiyetine benzer bir kudsiyete sahip olan, her gün yetmiş bin meleğin ziyaret edip namaz kıldığı, bir diğer adı da Durâh olan bir yer, bir mescid olarak tarif ve tavsif ettiği rivayet edilmektedir. [Taberî, Tefsîr, XXVII, 10]

Beytü’l-Ma’mûr’dan Kur’an’ı Kerîm’de şöyle bahsedilir:

Yemin olsun Tûr’a, Yayılmış ince deri üzerine, satır satır yazılmış Kitâb’a, Beytü’l-Ma’mûr’a, Yükseltilmiş tavana (göğe), Kaynatılmış denize. (Bunlara yemin olsun ki) Rabbinin azabı mutlaka vukû bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur.”  [Tûr suresi, 1-8]  

Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerîm’in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi, bu ayet-i kerîmede de Tûr Dağı’na, Kur’an-ı Kerîm’e ve Beytü’l-Ma’mûr’a yemin etmektedir. Buradaki yeminden maksad, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir.

Müfessirler bu ayet-i kerîmede sözü geçen Beytü’l-Ma’mûr’u ekseriyetle, yedinci kat semada, Kâbe’nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir. Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler. Beytü’l-Ma’mûr Kâbe’nin üst hizasındadır. [Muhtasaru Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr. M. Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Elmalı’lı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü’t-Te’vîl fî Meâni’t-Tenzîl, IV, 242; el-Beyzâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’an, IV, 123]

Müfessirler Beytü’l-Ma’mûr’u Kâbe (semâda meleklerin Kâbe’si) olarak da tefsir ederler [Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi, İstanbul, 1307, IV,180; İ.H. Bursevî, a.g.e., IV,123; Elmalı’lı, a.g.e., VI, 4551; el-Beyzâvî, a.g.e., IV, 467]

Bir yerin ma’mûr oluşu; meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur. Kâbe’nin ma’mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir. “Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma’mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa, melâike ile doldurur denilmiştir”. [Elmalı’lı, a.g.e., VI, 4551]

Mi’rac’la ilgili meşhur hadiste Beytü’l-Ma’mûr’dan da şöyle bahsedilir:

“…Sonra bana Beytü’l-Ma’mûr gösterildi. Burası, yedinci semada melekler için inşa edilmiş, bir gelen bir daha gelmemek üzere her gün yetmiş bin meleğin ziyaret edip ibadette bulunduğu bir mâbeddir”. [Buhârî, Sahîh, Bed’u’l-Halk, 6, Menâkıbü’l-Ensâr, 42; Müslim, Sahih, Îmân, 259, 264; Nesâî, Sünen, Salât, 1; Ahmed, Müsned, III, 149, 153; IV, 207, 209, 210]

Müfessirler Beytü’l-Ma’mûr’u, tasavvufî bir izahla; Beytü’l-Ma‘mûr’un zâhirî ve bâtınî olmak üzere iki delâleti olduğunu  ifade ederler. Zâhirî delâleti, yedinci semada melekler tarafından mâmur hale getirilen ve Durâh denilen bina; bâtınî delâleti ise, Hakk’ın tecelli ederek ma’mûr eylediği mü’min kalbidir. Mü’min kalbi’nin imâr edilmiş ve bakımlı oluşunu da, marifet ve ihlâs’la açıklarlar. [el-Beyzâvî, a.g.e., IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, a.g.e., IV,180; Bursevî, a.g.e., IV,123; Elmalı’lı, a.g.e., VI, 4551]

Rebi‘ b. Enes’ten (r.a.) nakledilen bir görüşe göre Beytü’l-Ma‘mûr, Hz. Âdem’den Hz. Nûh zamanına kadar Kâbe’nin yerinde bulunuyordu. Hz. Nûh, halkından hac maksadıyla onu ziyaret etmelerini istemiş, fakat onlar buna uymamışlardır. Meydana gelen bir su baskını üzerine de Kâbe hizasında dünya semasına yükseltilmiş olup onu her gün yetmiş bin melek ziyaret etmektedir ve bu durum Sûr’un üfleneceği güne kadar devam edecektir. [Bkz. Mâverdî, en-Nüket ve’l-‘uyûn (nşr. Hıdır Muhammed Hıdır), Küveyt 1402/1982, IV, 110; el-Firûzâbâdî, Tenvîru’l-Mikyâs min Tefsîri İbni Abbâs, Mısır, 1316, 329]

Tâbiîn’in büyüklerinden Hasan-ı Basrî’den (rh.) gelen bir rivayete göre ise, Beytü’l-Ma‘mûr Kâbe’dir. Kâbe’nin “ma’mûr” diye tavsif edililmesinin sebebi, meskûn olması ve çok sayıda Müslüman tarafından ziyaret edilmiş bulunmasıdır. Onun bu te’vili / yorumu el-Beytü’l-Ma‘mûr’un yer aldığı âyetler dizisinin ifade ettiği umumi manaya daha muvafık düşmektedir. Çünkü yukarda zikri geçen Tûr sûresinin ilk altı âyetini oluşturan bu sırlamada, ehemmiyetleri sebebiyle üzerlerine yemin edilen şeyler (Tûr dağı, yazılmış kitap, gök, deniz) insanın hisleriyle / duyularıyla idrâk ettiği belli şeylerdir. Bunlar arasında yer alan Beytü’l-Ma‘mûr’un da o nevi nesnelerden olması daha münasip görünmektedir.

***

Son devir dersiamlarımızdan ve Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn silsilesinin 33’üncü ve son halkasını teşkil eden, Rasûl-i zîşânımızın verâset-i tâmesine sahip âlim-ârif ve fâzıl insan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de bir sohbetlerinde, “Ka’be-i Muazzama ve Beytü’l-İzze veya Beytü’l-Ma’mûr” hakkında hulâsaten şu beyanlarda bulunmuşlardır:

“Bu dünyada sekaleyn’in (ins ve cinnin) kıblesi Ka’be-i Muazzama, melâike-i kirâmın kıblesı de Beytü’l-İzze’dir. Beytü’l-İzze muhâzât-ı Kâbe’dir (Kâbe ile aynı hizâdadırlar). Onun için, ’semâda eşref (en şerefli) olan Beytü’l-İzze ve yeryüzünde ise Ka’be-i Muazzama’dır’demişlerdir…

“Ka’be’ye ’Beytullah’ denildiği gibi, Beytü’l-İzze’ye de ’Beyt-i Ma’mûr’ denir. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’ın toplu olarak indiği yerdir. Cebrâil aleyhisselâm Leyle-i Kadir’de Kur’ân’ımızı Levh-i Mahfûz’dan alıp Beytü’l-İzze’deki nûrdan bir kürsî üzerine indirmiştir.”

***

Netice olarak, Beytullâh’ın / Kâbe’nin bulunduğu arz gibi, Beytü’l-Ma’mûr’un da muhâzât-ı Kâbe olarak içinde olduğu yedinci kat semâ dahil bütün Semâvât’ın, Kürsî’nin ve Arş-ı A’lâ’nın döndükleri tasavvur olunabilir. Çünkü bunların tamamı Âlem-i Halk’a dahildir. Bu âlemde zaman ve mekân mefhumları câridir. Sebepler âlemidir. Her şey muhtelif sebeplere bağlı olarak cereyan etmektedir. Sebepsiz meydana gelenler oluşumlar, istisnaî hallerdir. Bu âlemde “Sünnetullan” bu şekilde mer’îdir. Ama Müsebbibü’l-Esbâb âlemi olan Âlem-i Emr’de zaman ve mekân mefhumlarına yer olmadığı gibi, sebepler de yoktur.

Dilerseniz meseleyi biraz daha basitten alarak yukarıya doğru açıklamaya çalışalım. Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki Mevlâmız:

“Ay'a gelince, ona menziller (birtakım safhalar, duraklar) tayin ettik. (Dolaşa dolaşa) nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönüşür (kuru, sarı, kavisli bir hâle gelir). Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; (ne güneş aya kavuşabilir, ne gece gündüzün önüne geçebilir). Onların (o gök cisimlerinin) her biri kendi yörüngesinde yüzerler (akar dururlar)”. [Yâsîn suresi, 39-40]

Aya gelince; ona konak-konak ölçü biçmişizdir. O güneş gibi istikrarlı bir şekilde akıp gitmez. Ona birtakım konaklar ve her konaklamaya göre bir ölçü tayin etmişizdir. Gezegendir, her gün bir konak yerine gelir, her konağa göre bir şekilde görünür. (...) Bunlardan her gece bir konağa konar da geleceğe kadar nûru (aydınlığı) arta-arta, sonra da eksile-eksile son konakta -ki ictima’dan / kavuşumdan öncedir- iyice incelir, kavislenir. Nihayet dönüp eski urcûn gibi olana kadar.

‘Urcûn’, eğri salkım çöpü demektir. Bilhassa hurma salkımının dip çöpü ki eskisi, yani geçen seneninki, daha ince, daha eğri, daha renkli olur. Bu benzetme, çok şaşırtıcı bir güzelliktedir. Zannedildiği gibi hilâlin ilk ve son şeklini göstermekle kalmıyor, Ay’ın o konaklarda giderken dünya etrafında bir ayda kat ettiği yörüngenin bir hattını da göstermiş oluyor.

Eski denilmekle bu yörünge üzerinde Ay’ın her konaktaki hacmi de hayâl ettirilmiş bulunuyor ki, eski astronomiciler bu benzetmenin inceliğini kavrayamazlardı. Bu takdir o kadar güzel ve bu vazife dağılımı o kadar yerindedir ki (...) ne güneşin kendisine aya çatmak yaraşır, (...) ne gece gündüzün önüne geçer. (...) Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler. Biri diğerine çarpmaz, vazifeleri o kadar güzel ve düzenli dağıtılmıştır. “Yesbehûne (yüzerler)” cemi’ sîgasiyle getirilmekle hepsinden maksadın, yalnız güneş ve aydan her biri değil, bütün gök cisimleri olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan yeni astronomi kanunlarına işaret eden bu âyetin bir benzeri Enbiyâ sûresinde geçmiş olduğundan [Enbiyâ, 21/33] âyetinin tefsirine bakınız.

“Yalnız güneşin yüzdüğü felek nedir? Bu bir yörünge olduğuna göre, onun da bir gezegen olması gerekmiyor mu?” diye sorulabilir.

Gerçi ekseni etrafında da dönme yeri mânâsına yörünge denebilirse de, bundan zâhir olan (açıkça anlaşılan), güneşin yukarıda anlatıldığı üzere, hadis-i şerifin gösterdiği gibi Arş’ın altında diğer bir istikrar yerine, bir merkeze doğru hareket ettiğini ve dolayısıyla onun yüzdüğü feleğin de ona olan yörünge ve hareket yeri olduğunu kabul etmek gerekir. [Bkz. Elmalı’lı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsirleri ]

***

Velhâsıl, bütün bu izahlardan anlaşılan o ki; yedi kat gök, Kürsî ve Arş-ı Azîm de arz (dünya) gibi yuvarlaktır… Nitekim Cennet-i a’lâ da yuvarlaktır. Bunların her bireri de Cenab-ı Hakk’ın tayin ettiği düzenle / disiplinle yörüngelerinde dönmektedirler. (Allâhu a’lemu bi’s-savâbi / Her şeyin olduğu gibi bu meselenin de en doğrusunu muhakkak ki Allah Teala bilir.)

Go to top