Yeni doğan çocukları sütannelere vermek, İslâm’dan önce de Kureyş ve sair Arap eşrafı arasında yaygın ve geçerli bir âdet idi. Bunun sebebi de;

a) Kadınların kocalarıyla daha rahat meşgul olmaları / olabilmeleri

b) Çocukların da kırlarda yaşayan Araplar içinde özellikle havasının güzelliği, rutubetinin azlığı ve suyunun tatlılığı ile tanınan yerlerde yaşayan şerefli kabileler arasında sağlam vücutlu, sıkı etli ve cesaretli yetişmeleri

c) Arap lisânını düzgün ve pürüzsüz konuşmayı öğrenmeleri içindi.

Bilhassa göçebe Araplar dış tesirlere fazla mâruz kalmadıklarından; dillerini, örf ve âdetlerini / gelenek ve göreneklerini koruyabilmişlerdi. Bu sebeple onlar en güzel, en fasih, en beliğ Arapçayı konuşmaktaydılar.      

Mekke iki dağ arasında olduğundan havası sıcak ve sıkıcıydı. Yeni doğmuş çocukların, gürbüz ve sağlıklı büyüyebilmeleri için, havası daha serin, daha güzel yerlere ihtiyaç duyuluyordu. Âlemlere Rahmet Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bir sütanneye verilmesinin gerçek sebebi de şüphesiz ki buydu.

 

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sütanneleri

 

Rasûlullah Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) sütannelik yapanlardan üç muhterem hanım şunlardır:

1- Süveybe:  Ebû Leheb'in cariyesi olan Süveybe, oğlu Mesruh ile birlikte Hâtemü’l-Enbiya’yı (s.a.v.) emzirmiştir. Daha önce, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) amcası bulunan Hz. Hamza’ya (r.a.) da sütannelik yapan Süveybe, sonra Ebû Seleme’yi (r.a.) de emzirmiştir. Bu emzirme, Halime-i Sa'diye'den önceki günlerde olmuştur. [İbn Sa‘d, Tabakât, 1, 108]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v,), Mekke'de bulunduğu sırada, Süveybe'yi ziyaret eder, hatırını sorar ve kendisine yardımda bulunurdu. Medine-i Münevvere'ye hicret ettikten sonra da bu ilgisini devam ettirmiş ve ona giyecek elbiseler göndermiştir. Hz. Hatice (r.anha) vâlidemiz, bu kadını alıp azat etmek istemiş ise de, Ebû Leheb buna rıza göstermemiş, daha sonra kendisi onu hürriyetine kavuşturmuştur. [İbn Sa‘d, a.g.e., 1, 108]

Fahr-i Kâinat’ın (s.a.v.) Hayber Gazvesi'nden döndüğü günlerde fâni ömrünü tamamlayan Süveybe ahirete göç etmişti. Oğlu Mesruh, annesinden önce vefat etmiştir.

2- Halime-i Sâdiye: Halime binti Ebi Züeyb (r.anha), Sa'd kabilesine mensuptur. Kocası Hâris bin Abdüluzza'dır. Oğlu Abdullah ile birlikte Rasûl-i Zîşân Efendimizi (s.a.v.) emzirmiş bulunmaktadır. Halime binti Ebi Züeyb'in Cüdâme (Şeymâ) ve Üneyse isminde iki kızı da vardır. Onlar yaşça, Abdullah'tan daha büyük olduğu için Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bakımı ile ilgilenirlerdi. [İbn Sa‘d, a.g.e., 1, 108-110]

Serdâr-ı Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (s.a.v.), Halime-i Sâdiye'nin yurdunda dört yaşına kadar kaldı.Hz. Hatice (r.anha) ile izdivacından sonra bu muhterem kadın, Allah Rasûlü'nün (s.a.v.) ziyaretine gelmişti. Yurtlarındaki kuraklık ve sıkıntıdan söz açan Halime'ye Hz. Hatice (r.anha) kırk koyun ve bir deve hediye vererek yurduna gönderdi. Bu muhterem sütanne, Medine-i Münevvere'nin Baki‘ kabristanına defnedilmiştir.

3- Ümmü Eymen: ABereket olan bu muhterem hanımın da Rasûl-i Ekrem’e (s.a.v.) sütannelik yaptığı kaynaklarda belirtilmiştir. [Bkz. Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvî, 2, 389]

Ümmü Eymen, Rasûl-i Ekrem’in (s.a.v.) babasından miras olarak kendisine intikal etmişti. Hz. Hatice (r.anha) ile evlendiği sırada onu âzad etmiştir. Fahr-i Kâinat (s.a.v.), ondan bahsederken,"Anamdan sonra anam (kadar sevdiğim kadın)dır."buyurmuşlardır. Bir gün,"Cennet ehlinden bir kadınla evlenmekten hoşlanan, Ümmü Eymen'i tezevvüc etsin." [İbn Sa‘d, a.g.e., 8, 224] buyurunca Zeyd bin Hârise (r.a.) onunla evlenmiştir. Bu mutlu izdivaçtan Üsâme bin Zeyd (r.a.) dünyaya gelmiştir.

 

Sütanneliğin sosyal ve ekonomik ciheti

 

Mekke ve Harem içinde oturan kabilelerden sütannesi olanlar her yıl iki defa yaz ve güz mevsimlerinde Mekke’ye gelerek yeni doğan çocukları ücretle emzirmek üzere alıp obalarına, kabilelerine götürürlerdi.

Bedevi kabilelerinin Mekke’ye gelerek emzirecek çocuk almaları işini-hizmetini, sadece karşılıklı menfaate dayalı basit bir alış-veriş olarak görmek son derece yanlıştır. Gerçekte çocukların sütannelere verilmesi meselesi, Araplar arasında sosyal ve ekonomik yönden çok büyük ve geniş tesirlere sahiptir.

Öncelikle şunu -bahusus- tekrar belirterek ifade edelim ki; çocuk sahibi kadınlar, emzirecek çocuk almayı sırf bir menfaat karşılığı yapmıyorlardı. Çünkü;

Cömertliğin en büyük meziyetlerden, faziletlerden sayıldığı bedeviler arasında küçük bir çocuğa ücret karşılığı süt vermek, bu bedeli kabul etmek çok büyük bir ayıp, kusur ve küçüklüktü.

Mekke’de oturan Kureyşlilerden emzirecek çocuk alınması hadisesi, hakikatte çok daha önemli başka sebeplere dayanıyordu.

 

Sütanne-sütbaba-sütkardeş

 

Araplar arasında sütannesi, sütbabası, sütkardeşi olmak nesep gibi çok güçlü bağların oluşmasına vesile olurdu. Bir sütkardeşin öz kardeşlerden, bir sütbabanın öz babadan farkı yoktu. Sütkardeşler öz kardeşler gibi düşünülür, öyle kabul olunurdu.

Bu itibarla oğulun, baba öldükten sonra üvey annesiyle evlenmesine izin veren Arap toplumu, sütkardeşlerin birbirleriyle evlenmeleri izin vermezdi.

Bu nevi evlenmeler haram ve yasaktı. Süt çocuk olarak alınan çocuk artık o ailenin öz evladı sayılırdı. Bu yüzden bu çocuklar, süt aileleriyle gerçek aileler arasında kopmaz bağların oluşmasına vesile olmuşlardır.

Mekke’de oturan Kureyşlilerin önemli bir kısmı ticaretle uğraştıklarından zengindiler.

Bedeviler ise sadece hayvancılıkla uğraştıklarından fakirdiler. Süt aileliği sebebiyle oluşan bu bağlar bilhassa fakir bedeviler için çok önemliydi.

Bu yolla zengin Kureyşlilerle sıhrî bağlar oluşturmak, her bedevinin ulaşmak istediği gayelerinden biriydi. Çünkü zengin bir Kureyşli, güçlü bir müttefik, sırtlarını güvenle dayayacakları kavi bir dayanaktı. Bu yüzden kadınlar alacakları çocukların ailelerinin zengin ve güçlü olmalarını arzu ederlerdi.

Sütanneye verilmek, çocuklar için de bazı olumlu gelişmelerin sebeplerindendi. Mekke’nin sıcak havası yeni doğmuş çocuklar için uygun değildi.

Bu havada çocuklar sık, sık hasta olurlar, Mekke vebası denilen bir humma hastalığına yakalanırlar, eğer uzaklaştırılmazlarsa ekseriyetle / genelde kısa zamanda ölürlerdi. Halbuki bedevilerin oturdukları, hayvanlarını otlattıkları yerler serin ve temiz havalıydılar.

Bedeviler havasını, suyunu beğenmedikleri bir yerden kolaylıkla ayrılıp, bir başka yere göç etme imkânına sahiptiler. Hayatları-yaşayışları tam bir hareketlilik, canlılık içindeydi. Süt ailelerine verilen çocuklar bu yüzden sıkı etli, gürbüz ve sağlıklı olurlardı.

Bedevilerin dış dünya ile münasebetleri-ilişkileri kısıtlı olduğundan bu gelenek ve göreneklerini, dilleri etkilenmemiş, değiştirmemiş, özünü korumuştu. Bâhusus dilleri, bozulmamış fasih bir Arapçaydı. Çocuklar süt aileleri olan bedevilerin yanında kalmakla en güzel,  en doğru ve en fasih Arapçayı öğrenme imkânına kavuşurlardı.

 

Araplarda fesâhat ve belâğatın önemi

 

Arapların çok azı okuyup yazabiliyordu; ama güzel konuşma, bütün Arapların çocuklarında görmek istedikleri üstün meziyetlerden birisiydi.

Fesahat ve belagat Araplar için çok önemliydi. İnsanların değeri güzel konuşma ile ölçülürdü.

Belagatin başı da şiirdi. Bu yüzden şairler, Arapların içtimaî-sosyal hayatlarında çok önemli bir yere sahiptiler. Ailede bir şairin bulunması övünülecek bir meziyetti. Çöllerde konuşulan fasih Arapça ise en güzel şiirler gibiydi.

 

Asâlet ve hürriyet

 

Bedevi Araplarda asâlet ve hürriyet (soyluluk ve özgürlük) birbirlerinden ayrılmaz iki kavramdı. Bu sebeple göçebeler, hürriyet mevzuunda son derece hassastılar. Hürriyetlerinden en küçük bir fedakârlığı dahi kabul etmezler, bu hususta her türlü sıkıntıyı-zorluğu seve, seve göze alırlardı.

Çöldeki insan mekâna hükmettiğinin şuur ve idrâkindeydi.

Bu şuur sayesinde zamanın üzerlerindeki baskısından kurtulabiliyorlardı. Çöl insanı bir yerden sıkılınca, çadırını bozup bir başka yere gidebiliyordu.

Bir bakıma geçmiş zamanı silebiliyor, kendini geleceğe açabiliyordu. Bu yüzden doğan her yeni gün onlar için yeni bir başlangıç, yeni bir ümit kaynağıydı.

Şehirli insanlar ise farkında değildi ama, gerçekte şehirli olmanın getirdiği kurallarla-disiplinle çepeçevre kuşatılmışlardı. Bu kuralların sarıp sarmaladığı kocaman bir hapishanede yaşamaktaydılar. Sürekli olarak bir yere bağlı kalmak zorunda oluşları, her şeylerini çürütüyor, hürriyet-özgürlük kavramını törpüleyip zayıflatıyordu. Bu sebeple şehirler, âdeta insanların kişiliklerinin yitirilip bozulduğu, yok olma yerleriydi. Çünkü insanlar şehirlerde başka kişilerle temas etmek zorundaydılar. Bu yüzden birbirlerinden tesirlenmeleri / etkilenmeleri de kaçınılmazdı. Bu etkilenme ise atalarından nice yüzyıllardan beri gelmekte olan şahsiyetlerini / kişiliklerini bozuyordu.

Bedeviler aynı zamanda içinde yaşamak zorunda kaldıkları çetin hayat şartları sebebiyle tam bir dayanışma içindeydiler. Kullandıkları bir kaç özel eşya dışında her şey ortak mülkiyet altındaydı. O bakımdan aralarından kıskançlık, haset gibi duygular oluşmaz, menfaatle ilgili çatışmalar olmazdı. İşte çocuklar bu kabileler arasında büyümekle; paylaşımı, fedakârlığı, cömertliği ve doğru sözlülüğü öğrenmekteydiler.

Bedeviler arasında ortak mülkiyetin olması, bütün malların kabilenin ortak malı sayılması dolayısiyle kişiler arasında menfaat çatışmaları oluşmaz, bu yüzden kimse, kimseye yalan söyleme gereğini duymazdı. Onlar için yalan söylemek, bir kişilik zaafıydı ve insanları küçük düşüren, değerini azaltan çok kötü bir huydu.

Hâsılı; İslâm’dan önce de çeşitli sebeplerle sütannelik âdeti vardı. Ancak bunu belli bir hukuki düzen ve disipline koyup müesseseleştiren İslâmiyet olmuştur.  

Go to top