“Mi’rac gecesi cennette, Âlemlerin Efendisi’ne (s.a.v.) bahşedilen ru’yet (Alla’ın görme) nimeti, dünyaya indikten sonra, dünyanın hâline uygun olarak namazda tahakkuk etmiş/gerçekleşmiştir. Bu sebepledir ki Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

‘Namaz mü’minin mi’râcıdır.’

Başka bir hadis-i şerifte de, ‘Kulun Rabbine en yakın olduğu an, namazındadır’[Müslim, Sahih, Salât, 42] buyurmuşlardır.


***

Efendimiz’e (s.a.v.) hakiki manasıyla tâbi olan büyüklür (Onun vârisleri, evliyâullah-ricâlullah, ârifler-sâlihler) de, namazdayken bu dünyada ru’yet nimetinden bolca nasiplenirler… Ru’yete elverişli olmadığı için, bu dünyada ru’yet mümkün olmasa da, ondan nasiplenmeleri mümkün olmaktadır.

Eğer Allah Sübhânehû namazı emretmeseydi, maksûd’un yüzündeki perdeyi, kim kaldırırdı!.. Maksûda ulaşma hususunda, sâlike kim kılavuzluk/rehberlik ederdi!..

***

Namaz, kederlilere lezzet bahşeder… Uzaklık ve ayrılık acısı sebebiyle hasta olanlara, rahatlık verir. Efendimiz’in (s.a.v.), ‘Beni ferahlat ey Bilâl!’[Mecmau’z-Zevâid, İlim, 36, h. No: 633] diyerek ezan okumasını istemesi, bu manaya işaret etmektedir.

***

Namazın dışında ve namazın hakikatinin şuurundan uzak olarak gerçekleşen/meydana gelen zevkler, vecdler (keşif ve tecelliler, coşku ve heyecanlar), ilimler, marifetler, makamlar, nûrlar, renkler, telvinler, temkinler, vasıflanabilen ve vasıflanamayan tecelliler, zuhûrât… Bunların hepsi, bir takım gölgeler ve misâllerdir (asıl değildir). Hatta hayâl ve vehim ürünüdür.

***

Namazın hakikatinin şuurunda olarak namaza duran kişi, namaz esnasında, sanki bu dünyadan çıkıp ahiret âlemine intikal eder. Şüphesiz o zat, bu esnada ahirete ait olan o büyük nimetten bolca nasiplenir. Zılliyyet şâibesinden (gölge eserinden-noksanlığından-ayıbından-lekesinden) uzak olarak asıl’dan hisse ve pay alır. Çünkü dünya hayatı, zıllî (gölgeye mahsus) üstünlüklerle sınırlıdır… Zılliyetin dışında olan muâmele ise, ahirete aittir. O halde zılliyyetten uzak olarak asıl’dan nasiplenmek için mi’rac mutlaka gerekmektedir ki, o da mü’minlerin namazıdır.

Bu /saadet/bahtiyarlık/mutluluk, bu ümmete mahsustur; Peygamberlerine (s.a.v.) tâbi olmaları sebebiyle bu nimetle şereflenmiş ve saadete ulaşmışlardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Mi’rac gecesi dünyadan çıkıp ahiret âlemine geçmiş ve cennete girmiştir.

***

Allâh’ım! O büyük Peygamberi ve ehlini (s.a.v.) mükâfatlandır. Bir peygamberi ümmeti adına mükâfatlandırdığın şeyin en hayırlısıyla Onu ve ehlini bizden yana mükâfatlandır. Bütün peygamberleri (aleyhimüsselâm) de mükâfatlandır. Zira onlar halkı, Hak Sübhânehû’ya çağırmış ve Ona ulaştıran/kavuşturan yolu göstermişlerdir.

***

Bu zümre içinde namazın hakikatine muttali olmayanlar… Ve namaza mahsus üstünleri bilmeyenler, hastalıklarının çaresini başka yerlerde aramakta… Maksatlarına ulaşmak için, farklı şeylere sarılmaktadırlar. Hatta bazıları, namazın hâlden uzak olduğunu ileri sürdüler. Namazı uzaklaşma ve ayrılma olarak gördüler ve benzeri muhâl durumlar iddia ettiler… Orucun namazdan daha faziletli olduğunu öne sürdüler... el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye sahibi (Muhyiddin-i Arabi k.s.) demiştir ki; ‘Yemeyi ve içmeyi terk etmek olan oruçta, Samedâniyyet sıfatının tahakkuku vardır. Namazda ise ıraklaşma ve ayrılma; âbidlik-ma’bûdluk ilişkisini hissetmek vardır.’

Görüldüğü üzere bu söz, sekir (manevi sarhoşluk/kendinden geçme) hallerinin bir tezâhürü olan ‘vahdet-i vücud’dan kaynaklanmaktadır.

Namazın hakikatinin şuurunda olmayan bu taifeden büyük bir topluluk, ıztıraplarını teskin etmenin yollarını semâ’da (makam ve nağme ile okunan sözler-şiirler dinleme, raksetme/deveran etme/dinlenen musikinin tesiriyle coşup dönme'lerde) nağmelerde (ilâhilerde, âhenkli ses ve ezgilerde), vecd ve tevâcüdde (keşif ve tecelliler, coşku ve heyecanlar, istiğrak, kendini kaybetme hâllerinde) aradılar… Matlûblarını, nağmelerin perdeleri ardında aramaya başladılar… Böyle olunca da raks’ı ve hareketi (semâ' yapmayı, dönmeyi), kendilerine âdet edindiler… Halbuki onlar, ‘Allâh’ın haram kıldığı şeyde sizin için şifa yoktur’ [Buharî, Sahih, Eşribe, 15] hadis-i şerifini duymuştular.

Evet; ‘denize düşen yılanasarılır’, ‘bir şeyin sevgisi insanı kör ve sağır yapar’. [Ebû Dâvud, Sünen, H. No: 5130]

Şayet namazın hakikatinden ufacık bir şey onlara açıklansaydı, ondan birazcık tadabilseydiler; semâ’ ve vecde kesinlikle meyletmezler, vecd ve tevâcüde yaslanmazlardı.

Şiir: ‘Ve iz-lem yehtedû nehce’l-hakâikı kaarefû hüzeven.’

Meali: Hakikatlerin yoluna ulaşıp bulamayınca, alay ederek uzaklaştılar, saptılar…”

[İmam-ı Rabbani k.s., el-Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul, yyy., 1, 261]

 

Go to top