Selamunaleyküm muhterem hocam, sabah namazının ilk sunnetinde (şafii olmadığı halde) birinci rekatta ayakta iken tekrar (iftidah tekbiri gibi ellerini kulaklarına götürüp tekbir getirmek suretiyle) ahzap suresi okuma usulünün nasıl olduğu, içeriği ve sebebleri hakkında malumatınız varsa bilgi verebilir misiniz? Ahzap duası (düzeltme) Davut Gazi Toklu – Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Herhalde bir yazım hatası olmuş, dil sürçmesi gibi kalem (klavye) kayması vuku bulmuş; malumunuz, sabah namazının ilk ve son değil, farzından önce iki rek’atlik tek bir sünneti vardır.
Bahsettiğiniz tekbirin adı “kunut tekbiri”dir. Sabah namazının sünnetinin ikinci rek’atinde zamm-ı sureden sonra alınır ve Ahzâb duâsı okunur. Şâfiîlerin sabahın farzında aldıkları kunut tekbiri ve duasıyla karıştırmamak lazım. O tamamen farklı.
Söz konusu tatbikatla alakalı detay için bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1585-sabah-namazinin-sunneti.html
Hocam geçtiğimiz cumayı diyarbakır surda kılmak nasip oldu..cemaat genel itibari ile şafi idi..taktir edersiniz ki farklılıklar var..burada şafi mezhebini taklit edip cemaate göre mi hareket etmeliydim?hanefi mezhebine göre her zaman kıldığım üzere eda ettim namazımı.yalnız herkes cemaate uyunca bende ister istemez cemaat ortasında tek kaldım ve namazımı bu şekilde kıldım..bir eksiklik oldu mu size sormak istedim..
hocam diğer bir konu daha öncede sorulmuştu ama geçen hafta cumayı kılmazdan önce camide vaaz veren hoca şu şekilde bir açıklama yaptı..hutbede edilen türkçe duada bir sakınca yoktur çünkü bu dua edildiğinde hutbe bitmiştir salli barikler okunmuştur ve sonrasında bu türkçe dua yapılmaktadır demişti..burada hutbeden inmediği sürece yapılan dualar hutbede olunduğu hükmünde değil midir?Allah razı olsun Hocam..selam ve dua ile.. Fazıl Karataş – Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
1- Hak mezheplere mensup olan mü’minler, namazlarda biribirlerine uyabilirler. Mesela sizin durumunuzda olduğu gibi, Hanefî bir kişinin Şâfiî olan imama, Şâfiî birinin de Hanefî olan imama uyması caizdir. Bu noktada aslolan taklit değil, herkesin kendi mezhebinin hükümlerine uymasıdır.
Maamafih farklı mezhepten olanlara imam olacak kişinin dikkat etmesi gereken hususlar vardır. İmam da kanaatimce bunun şuur ve idrâkindedir, mutlaka bilirdir.
Malumunuz, ülkemizde ekseriyetle Hanefî ve Şâfiî mezhebine mensup Müslümanlar bulunmaktadır. Diğer iki mezhebe tâbi olanlar nadirdir, hatta ender de diyebiliriz. Bu sebeple mevcut fıkıh kitaplarının ekserisi de Hanefî ve Şâfiî mezhebine göre yazılmıştır.
Bu iki mezhebe bağlı olan Müslümanlar daha önceleri çğunlukla belli bölge ve şehirlerde bulunmaktaydı. Fakat günümüzde ülkenin hemen her tarafında her iki mezhep mensuplarını da görmek mümkün... Bilhassa bu durum camilerde açıkça müşahede edilmektedir. Aynı şekilde, camilerimizde her iki mezhebe bağlı olan imamlar da mevcuttur. Şâfiîler azınlıkta olmakla birlikte… Bunun için, öncelikle imamlık vazifesini yapanların her iki mezhebin ibadetle, bilhassa abdest ve namazla alâkalı farklılıklarını bilmesi gerekir. Böylece arkalarında bulunan cemaatin namazı daha sıhhatli bir şekilde edâ edilmiş olur. Bu hususta efdâl olan, herkesin kendi mezhebine mensup imamın arkasında namaz kılmasıdır.
Ancak Hanefî bir kimsenin Şâfiî olan imama, Şâfiî bir kimsenin de Hanefî olan imama uyması caizdir. Bu meselede mühim olan husus, imam olan zatın, namazın şart ve rükünlerine riayet etmesidir. Çünkü değişik mezhepten de olsa, namazı cemaatle kılmak tek başına kılmaktan daha faziletlidir.
Ashâb ve Tâbiînden pek çokları müçtehid derecesinde büyük âlimlerdi. Farklı içtihadlara sahip olmakla beraber, biribirlerinin arkasında namaz kılmışlardır. Bu hususta ciddî bir farklılık olmamıştır. [Bkz. İbni Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, 1, 378-79] Lakin bu meselede cemaatin ve imamın ihtiyatlı davranması, namazın sahih olması açısından mühimdir.
Meselâ;
Hanefi mezhebine mensup olan imamın, cemaat içinde Şâfiî birisinin bulunabileceğini dikkate alarak, abdest dâhil bazı hususlarda dikkatli olması gerekmektedir. Şâfiî bir imamın da, cemaat içinde Hanefî birisinin bulunacağını hesaba katarak, bir tarafından kan ve benzeri şeyler çıkmışsa veya ağız dolusu kusmuşsa abdestini yenilemesi lâzımdır. Aksi takdirde Hanefî cemaatin namazı sahih olmaz.
Sabah namazına gelince; Şâfiîler sabah namazının farzının ikinci rek’âtında rükûdan sonra doğrulunca kunut duâsı okurlar. Bu sünnettir. Cemaatle kılındığında da kunutu yalnız imam okur, cemaat “Âmin” der. Hanefî mezhebine mensup bir kimse Şâfiî bir imamın arkasında sabah namazını kıldığı zaman kunut esnasında susar, hiçbir şey okumaz. Namazını imama uyarak tamamlar. Kunut duası okunurken elleri kaldırıp açmak da sünnettir. Hangi mezhepten olursa olsun, cemaatte bulunanlar da ellerini açıp iştirak ederler.
Hanefi imâmın arkasında namaz kılan bir Şâfiînin sabah ve diğer namazlarda yanılma secdesi yapması sünnetdir. Çünkü Hanefî mezhebinden olan bir şahıs sabahleyin kunut duâsını okumaz ve diğer namazlarda da ilk teşehhüdte Peygamber Efendimize salâvat getirmez, hattâ getirse kendi mezhebine göre yanılma secdesi yapması lâzımdır. Şâfiîye göre ise bunların terkinde yanılma secdesi yapıldığından, imâmın selâmından sonra Şâfiî muktedinin yanılma secdesi yapması sünnetdir.
Hanefi olan imam kendi mezhebine göre kılar. Yani ilk oturuşta salavat okumaz. Ancak Tahıyyat’ı yavaş okuyarak Şâfiî cemaatin salavatları okumasına zaman tanır. Şâfii cemaat ise yetiştirebilirlerse salavat da okurlar. Yetişmezse de sehiv secdesi yapmaları sünnettir. Şafiilere göre teşehhüdde salavat okumanın en azı: "Allahümme salli alâ Muhammed" demektir. Fakat Salli ve Bârik salavatlarını okumak en ekmeli, en güzelidir.
Hâsılı; kendi mezhebinden olmayan bir imama uyan kimse, o imamda kendi mezhebine göre namaza mâni olacak bir şey görmedikçe ve yakînen bilmedikçe, ona uyarak namaz kılması caiz, namazı da sahihtir. Ancak arkasında namaz kıldığı imamda kendi mezhebine göre namazı bozacak bir durumu gören, buna vâkıf olan kimsenin o imama uyması caiz olmaz. Meselâ, Hanefî mezhebine mensup olan bir kimse, Şâfiî bir imamın bir tarafının kanadığını gördüğü halde gider ona uyarsa, bu kimsenin namazı sahih olmaz. Çünkü namazı kendi mezhebine göre sahih değildir.
2- Evet, Salli ve Bârik okunmakla artık hutbe bitmiştir. Hatip “İnnallâhe ye’mürü bi’l-adli…” âyet-i celîlesini okur ve namazı kıldırmak üzere minberden inip mihraba yönelir.
Neden?
Çünkü hutbeyi uzatmamak, hutbenin sünnetlerindendir. Dua edeceğim diye bu sünneti terk etmek, hutbeye bir şeyler ilsak etmek (bitiştirmek) en azından fıkıh tabiriyle “evlâ olanı terk” olur ki, münasip değildir; dolayısiyle kerahetten uzak olmaz. Oysa dinimizde aslolan; her şeyi zamanında ve zemininde yapmaktır.
Selamünaleyküm Hocam, Hocam birkaç tane aklımda soru var. Onları soracaktım. Sorularım biraz fazla oldu ve karışık oldu kusura bakmayın.
1) Geçen birisi, İki vakit namazı arasında en az 30 dk beklemen gerekir, dedi. Böyle bir durum var mı? Böyle bir durum varsa bunun hükmü nedir. Yani 30 dk beklemeyip kılsan ne gibi sorun olur. Ayrıca sadece farz namazları için mi geçerli yoksa nafile namazları için de geçerli mi?
2) Geçen ikindi namazı kılarken birkaç kişi cemaat oluşturmuş ikindinin farzını kılıyor ben ise ikindinin sünnetini kılmaya başladım. Böylelikle farzı da kendim kıldım. (İkindi namazının sünnetini kılmazsak olur biliyorum fakat fırsatım varken ikindinin sünnetini kılmaya çalışıyorum) Ben farzı bitirdikten sonra o cemaatten biri geldi ve “bir yerde farz namaz kılınıyorsa ona uymalısın yoksa tek başına kılarsan namazın kabul olmaz” dedi. Böyle bir durum var mı?
3) Yatsı namazının sünnetini kılarken ikinci rekatta oturduktan sonra tahiyyat okuduktan sonra salli ve barik okumadan kalkarsan sehiv secdesi yapmak gerekir mi yoksa yapmazsan da namaz olur mu? Ayrıca Yatsı namazının sünnetinde 3. rekata kalkınca Sübhaneke yi okumazsak sehiv secdesi yapmak mı gerekir?
4) Namaz esnasında sehiv secdesi yapılması gereken bir hatayı namaz esnasında birden fazla yapınca namaz bozulur mu yoksa birden fazla hata için bir kere sehiv secdesi yapmak yeterli olur mu?
5) Elinde kanayan yara var. Vakit geçmek üzere kan durmuyor. Yaranın üzerine yara bandı yapıştırıp abdest alıp namaz kılsak olur mu? Sitenizden araştırdım fakat tam bir şey bulamadım. Veya başka çaresi var mı?
6) a-Sitenizdeki kuru temizleme ile ilgili cevabınızı okudum fakat tam anlayamadım. Demek istediğim pantolonum su ile yıkamak için kumaşı uygun değil. Evde yıkarsak kumaş çekebilir. Elbisede ise necaset olup olmadığını bilmiyorum. Yani normal günlük kullandığım pantolon. Kuru temizlemeye sorduğum kadarıyla da su değil de kimyasal madde kullanıyorlar. Pantolonumu kuru temizlemeye verip temizlendikten sonra namaz kılmama engel olur mu? b- Veya pantolonda necaset olsa pantolonu 3 kere kuru temizlemeye versek necaset temizlenmiş olur mu? (aynı kimyasal maddeyi kullandıkları için olmaz demiştiniz) Mehmet Mehmet – Facebook
*******
Ve aleyküm selam.
Canım kardeşim; kafana takılan bu soruların hemen hemen tamamı, kusura bakma ama basit ilmihal bilgileriyle alakalı, böyle bir format için oldukça gereksiz meseleler…
Dolayısiyle hatırlatmak isterim; vaktim vardı, sabrım ve sağlığım -hamdolsun- elverdi, cevaplamaya çalıştım. Fakat özellikle sehiv secdeleriyle ilgili soruların tamamen fuzuliyattan... Zira temel ilmihal bilgisine sahip hemen her mü’min, namazda hangi hallerde sehiv secdesi gerektiğini de gerekmediğini de bilir, hatta bilmesi gerekir. Al eline ilmihali, bak, oku, anlamaya çalış. Şayet namazda terk veya te’hir edilen bir fiil sünnet ise, niçin sehiv secdesi gereksin? Hanefi mezhebine göre sehiv secdesi, bir namazın kusurlu kılınması hâlinde, bu kusuru düzeltmek maksadı ile namazın sonunda yapılan secdedir malum. Kusur da, ekseriyetle namazda farzın te'hiri, vâciplerden birinin unutularak terki (yapılmaması) yahut te’hiri (geciktirilmesi) veya takdimi (vaktinden önce yapılması) suretiyle ortaya çıkar. Namaz içinde bu yanlışlıklar hatırlanırsa, namaz sonunda sehiv secdesi yapılır. Sehiv secdesi malum, vâciptir.
Peki, sen namazın farz ve vaciplerini bilmiyor musun? Bilmiyorsan şayet, büyük eksiklik... Bu eksikliği sür’atle gidermen, bunun için de öğrenmen lazım. Onları bildikten sonra da, nerede sehiv secdesi gerekir, nerede gerekmez rahatlıkla çözebilirsin. Soracak yer aramana gerek kalmaz. Öyle değil mi? Bu husutaki şaşmaz ölçü budur. Her yerde her zaman aynıdır, değişmez.
Anlaşıldı mı Mehmet Mehmet rumuzlu kardeşim?
Şimdi gelelim soru diye dile getirdiklerinin cevaplarına…
1. Hayır, iki vakit arasında öyle bir bekleme süresi söz konusu değildir. Her namaz kendi vakti girdiğinde eda edilir. Hatta vakti üçe bölecek olursak; ilk kısım en faziletli bölümdür, ikincisinde ecir biraz düşer, üçüncü kısımda ise kişi ancak borcunu eda etmiş / ödemiş olur. Belki o söz; öğleyi asr-ı evvel içinde kılan kişinin, ikindiyi yarım saat veya 45 dk. sonra yani mevsimine göre asr-ı sâni girdikten sonra eda etmesini kastetmiş olabilir. Veya bulunduğu mecliste bu anlatılmak istenmiş, fakat dinleyenin bunu tam olarak kavrayamamış olması da mümkündür.
2. En doğru ve faziletli olan, hemen cemaate iştirak etmendi. İkindinin sünneti gayr-i müekked olduğu için farzdan sonra eda edemezsin; tamam, ama farzı tek başına kılmaktan 27 derece farklı olan cemaat sevabına nail olmuş olursun. Bunun yanında ise gayr-i müekked bir sünnetin / nafilenin hiçbir hükmü olmaz. Kıldığın farz şer’î bakımdan sahihtir, namazın geçerlidir, bununla borcun ödenmiş olur. Fakat evlâ olanı terk ettiğin için sevap bakımından zarara, hem de büyük zarar uğramış oldun.
Camide, bırakınız cemaatin farza durmasını, şayet kamet başlamışsa yapılacak iş, hemen cemaate iştirak edip farzı cemaatle kılmak, cemaat sevabını kaçırmamaktır. Sonra da kılamadığınız ilk sünnet müekked ise (öğlenin sünneti gibi) onu kılmaktır. Bilindiği üzere öğlenin ilk sünneti ikindi gibi değildir, farzdan sonra kılmakta bir mahzur yoktur. Böylece hem 27 derecelik cemaat sevabı alınmış, hem sonra da olsa sünnet kılınmış olmaktadır.
Bu uygulama, cumaya gidildiğinde de aynıdır. Camiye gelince sünnet kılınmış da imam hutbeye çıkıyorsa oturup hutbe dinlenir. Cumanın farzını imamla birlikte kıldıktan sonra kişi, kılamadığı ilk sünneti, arkasından da son sünneti kılar. Ardından da zuhr-i ahîr ve vaktin sünnetini kılar.
Peki, bu durumda sabah namazının sünneti nasıl kılınır?
Sabah namazının sünneti öğle gibi farzından sonra kılınamayacağından, kamet getiriliyor da olsa önce bir köşede acele ile sabahın sünnetini kılmayı tercih etmek, sonra Tahiyyat’ta da olsa imama erişmeye çalışmak doğru olandır. Böylece hem sabahın çok kuvvetli olan sünnetini terk etmemiş, hem de Tahiyyat’ta bile olsa cemaat sevabına erişmiş olur.
Ancak, sünnete başlayacak olan kimse, farzı kaçıracağını düşünürse, artık sünnetten mahrum kalmayı göze alıp cemaate erişmeyi tercih etmesi gerekecektir. Çünkü cemaatteki 27 derecelik sevap, tek başına kılınan sünnette yoktur.
Sabah namazının bu farkından dolayı denilmiştir ki: Namazlarda kamet getirilirken sünnete başlamak mekruhtur. Ancak sabah namazı bundan müstesnadır. Sabah namazında kamet getirilirken de olsa imama yetişeceğini ümit eden kimse aceleyle sünneti kılar, sonra Tahiyyat’ta da olsa imama erişmeyi tercih eder. Eğer cemaate erişemeyecekse, sünneti terk edip hemen imama uyar. Çünkü sabah namazının tek başına kılınan sünneti ne kadar faziletli olursa olsun, 27 derece fazla olan cemaat sevabına ulaşamaz.
Aslında, sabahın sünnetini camide değil evde kılmak en faziletli olanıdır. Hadis-i şerifte bu sünnetin evde kılınması hususunda müjdeli haberler verilmektedir: "Sabah namazının sünnetini evinde kılanın gerginliği azalır, rızkında bereket çoğalır, hayatının sonu da hayırla noktalanır!" Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) sabah namazının sünnetini hep Hane-i Saadetleri'inde kılar, mescidde kılanları da teşvik etmez, evlerinde kılmayı tavsiye buyururdu!" [Bkz. Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslam, Namaz bahsi]
3. İkindi ve yatsı namazının ilk sünnetinin ilk teşehhüdünde Salli ve Bârik dualarını okumak sünnettir. Okumamaktan dolayı sehiv secdesi gerekmez. Fakat sünnet terkedildiği için sevabından mahrum kalınmış olur. İkindi ve yatsı namazının ilk sünnetleri iki rek’at olarak da kılınabilmektedir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bazan iki rek‘atta bir selâm vererek de kılmıştır. Bu sebepten ikindi namazının ve yatsı namazının ilk sünnetlerinin ilk oturuşlarında Salli-Bârik duaları da okunmaktadır.
Namazlarda Sübhaneke okumak mutlak manada sünnettir, sünnetin terkinde ise biraz önce de belirttiğimiz gibi, sehiv secdesi gerekmez.
Malum olduğu üzere sünnet namazlar müekked ve gayr-i müekked sünnetler diye ikiye ayrılıyor.
Müekked olan sünnetler: Beş vakit namaza ve cuma namazına bağlı olarak kılınan namazların bir kısmı müekked sünnettir. Bir hadiste bu mahiyetteki sünnetler şöyle belirlenmiştir:
"Her kim bir gün ve gecede, farz namazlar dışında on iki rek’at namaz kılarsa, Allah Teâlâ ona Cennet’te bir ev bina edecektir. Bunlar şu namazlardır: Sabah namazından önce iki rek’at, öğleden önce dört rek’at, öğleden sonra iki rek’at, akşamdan sonra iki rek’at ve yatsıdan sonra iki rek’at." [Tirmizi; Sünen, Salât, 189; Nesâî, Sünen, Kıyâmül-Leyl, 66; İbn Mâce, Sünen, İkâme, 100]
Müekked olan dört rek’atlı sünnetlerin ikinci rek’atında, Tahiyyat'tan sonra başka bir dua okunmadan ayağa kalkılır ve ayakta da Sübhaneke okunmadan Besmele ile Fatiha'ya başlanır.
Gayr-i müekked sünnetler: Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) kesintisiz devam etmediği ve bazan terk ettiği sünnetler olup, bunlara mendup da denir. Bu namazlar şunlardır:
(I) İkindi namazından önce tek selamla kılınan dört rek’at namaz. Rasûlullah (s.a.v.) bu namaz hakkında şöyle buyurmuştur: "İkindi namazından önce dört rek’at namaz kılan kimseye Allah rahmet etsin." [Tirmizî, Sünen, Salât, 301]
(II) Yatsı namazından önce kılınan dört rek’at namaz. Hz. Âişe’den (r.anha) şöyle dediği nakledilmiştir:
"Nebî sallallahu aleyhi vesellem, yatsıdan önce dört rek’at namaz kılardı." [Zeylaî, Nasbu’r-Râye, 2, 145 vd.; eş-Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 3, 18]
Bu iki sünnet gibi, ikişer ya da dörder kılınması mümkün olan teravih gibi nafileleri dörder rek’at olarak kılarken, Tahiyyat'tan sonra Salli-Bârik okunur ve üçüncü rek'ata kalıkınca Sübhaneke okunduktan sonra Euzü-Besmele ile Fatiha'ya başlanır.
Bu namazların üçüncü rek’atında Sübhaneke okunmasının sebebi, gayr-i müekked sünnet olmasındandır. İki rek’atta bir selâm verilse bile kaza edilmesi gerekmez. Halbuki, öğle namazının ilk sünnetinin ilk iki rekatında selâm verilse, yeniden kılınması gerekir.
4. Bir namazda sehiv secdesini gerektiren birçok hata ile namaz bozulmaz, hataların tamamı için de tek sehiv secdesi kâfidir.
5. Yaranın üzerine band yapıştırarak abdest alıp namaz kılmak olur, caizdir. Tabii oraya su değmiyorsa, bandın (sargının) üzerini meshetmek gerekir. Kısacası, kanı nasıl durdurabiliyorsan durdur. Fakat en uygunu herhalde yara bandı ile kapatmak olur. Bu mevzuda detaylı bilgi için bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/938-sargi-ve-gusul.html
6. Madem okudun anlayamadın, yeniden oku, anlarsın. Aynı şeyleri dumadan tekrar edecek vaktimiz yok. Bu bir… İkincisi, elbisede necaset olup olmadığından şüpheleniyorsan, yıka. Yıkayamıyorsan kurutemizlikçiyle görüş, necasetini de gidersin. Bilir onlar neyi nasıl temizleyeceklerini… O gideremiyor, siz de temizleyemiyorsanız şayet, at o pantolonu, temizlenebilir bir bir pantolon edin kendine. Kıtlıkta-yoklukta-zarurette kalmış değilsindir herhalde… Necaset varsa ve temizlenmemişse, fıkhî ölçüler dairesinde namaza mâni olacak miktarı da vardır, olmayacak durumu da vardır elbette… Bunun hakkında sitede bilgiler mevcut, onları da ara bul ve anlayarak okumaya çalış. Eğer necaset az ve namaz caiz olabilecek miktarda dahi olsa, kerahetten uzak değildir. Öyle bir elbise ile namaz kılmak mekruh olur. Uzak dur o kafana taktığın pantolondan!
Selamün Aleyküm, Halis abi merhabalar;
1) Aşağıda linkini verdiğim videoyu izlemenizi tavsiye ederim.
2) Enam-ı Şerif kitabı almıştık, sıralaması ve içeriği biraz değişik. Ali imran suresi Sahife 51,ali imran suresi Sahife 69, en-am suresi sahife 127, enbiya suresi 33. Sahife, fatır suresinden bir ayet, yunus suresi sahife 217, mümtehine suresi sahife 549 dan alıntı ayet-i kerimeler yazılmış. Bunlar ne için okunuyor? Neye faydalıdır? Bu konuya dair sorular almaya başladım. Bu kitap nasıl bir tertip üzerine hazırlandı bilgilendirebilır misiniz? Eğer malumatınız varsa cevaplarsanız memnun oluruz. Allaha emanet olun. Selam ve dua ile. Yufesta Şibenza - Facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim;
Kusura bakmayın; sorunuz, polemiğe yol açabilecek bir üslup ve muhtevada olduğu için kısalttık. Ayrıca bendeniz halen orada çalışıyor değilim, emekliyim. O bakımdan bunları müesseseye sorup cevabını da oradan alabilirsiniz, diyebilirdim. Çünkü söz konusu risale benim zamanımda basılmadı. Lakin ‘Allah için yardımcı olmak’ babında bazı açıklamalarda bulunmayı uygun buldum. Umarım faydalı olur.
1. Öncelikle hatırlatayım; ismini zikrettiğiniz mûmâileyhle de, o tür linklerle de meşgul değilim; onlara ayıracak, harcayacak vaktim de yok. Ayrıca bu sahada kimin ne dediği, neyi nasıl değerlendirdiği de, bizi hiç mi hiç alakadar etmiyor. Kaldı ki o ve benzeri kıyamet ve kıyamet alametleriyle ilgili mevzular, zaten kuru zâhirî ilimle, ibareyle, akıl-mantık ve kıyas ölçüleriyle bilinebilecek hususlar değil. Hemen hepsi te’villidir, sıhhatli te’vilini (yorum ve açıklamasını) de ancak ehli-erbabı olan zevât yapabilir. Yani bu kapalı meselelerin anahtarı kimde ise, o kapıları yalnızca onlar açıp neyin ve kimin ne olduğunu izah edebilir. Onlar da her şeyi herkese değil, sadece anlatmaya mezun olduklarını anlayabilecek, tabiri caizse o emaneti taşıyabilecek olanlara anlatırlar. Bazan işaretle, bazan delâletle, bazan muktezâ-yı hâle uygun olarak belli ölçüler dâhilinde ifade ederler. Nâdiren, ender kişilere tasrih ve tavzih ettikleri de olur elbette… Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) Hz. Huzeyfe’ye bazı sırları bildirdikleri gibi… Yani bu bilgileri, öyle uluorta ortalık yere saçıp savurmazlar. Vaziyet bu olunca, müşârun ileyhin bu mevzuda ne gibi sıhhatli bir bilgisinin olup olamayacağı herhalde düşünülmeye değer, öyle değil mi? Bunlarla kafanızı-gönlünüzü yormayınız.
2. Evrâd-ı Şerife ve En’âm-ı Şerifeler gibi risalelerin tanzimi de, bu cevlengâhta salahiyet sahibi bulunan evliyaullaha-ricâl-i maneviyeye- mürşidân-ı kirama aittir. Tornadan çıkmış gibi hepsinin aynı tertip üzere olması beklenemez. Ayrıca, böyle olma şartı da yoktur. Her zât kendi tasarrufu çerçevesinde hazırlar. Dolayısiyle her bireri tabii ki farklılıklar arzedebilir. Bunları kafaya takmanın bir manası da, gereği de, faydası da yoktur.
Madem ifade ettiğiniz üzre bu mübarek ve müstesna tasavvuf yolunun yolcularısınız; zikri geçen kitapçığı aldığınız, getirttiğiniz yer de bellidir, o halde bunun nesini soruyorsunuz, nesinden kuşku duyup tereddüde düşüyorsunuz? Demek ki bu yolun müntesipleri için böyle tertip edilmiş, bu düzen münasip görülmüş ve bu tensip üzere basılmış. Bunun müzakeresi, mütâlaası, sorgusu mu olur? Tasavvuf yolunda sadakat, istikamet, itaat, teslimiyet niçin lazım? İşte bu gibi sıkıntılı haller için…
Bu ve benzeri kitapları-risaleleri kategorize edenler, genelde bunları her ne kadar havâs kitapları arasında zikretseler de, bizim için öncelik, bunları vird edinip düzenli bir şekilde (günlük-haftalık vs.) Allah rızası için okumaktır. Yani asıl gaye-hedef odur. Ve Rabbimizin (c.c.) beyanıyla, “Allah’ın bir rıdvânı (rızâsı) ise hepsinden daha büyüktür. İşte bu, asıl fevz-i azıym (en büyük kurtuluş ve saadet) de budur.” [Tevbe suresi, 72]
Yani Allah'ın rızasından olan küçücük bir şey bile ekberdir / en büyüktür. Bütün bu (ayetin öncesinde) sayılan Cennet nimetlerinin hepsinden daha büyüktür. Çünkü her hayrın ve her saadetin / mutluluğun, her şerefin ve her yüceliğin dayanağı odur. Bunun doğrudan doğruya va‘d olunan nimetler dizisi içinde gösterilmemesi dikkat çekici bir şeydir. Allah bilir, bunun hikmeti, her va‘din muhtevasında (içeriğinde) her iki dünya için geçerli olan bir mânânın yatmasıdır, denilmiş. Fakat rivayet olunmuştur ki; Allah Teâlâ, Cennet ehline, "Râzı oldunuz mu, hoşnut musunuz?" buyuracak… Onlar da, "Ey Rabbimiz, nasıl olmayız ki, bize başka kullarından hiç birine vermediğin nimeti verdin." diyecekler. Bunun üzerine buyuracak ki, "Size bundan da büyüğünü vereceğim.", "Bundan daha üstün ne olabilir?" diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ buyuracak ki; "Size rıdvânımı helâl kılacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap etmeyeceğim." [Bkz. Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsiri]
Binaenaleyh gerek Kur’an-ı Kerim, gerek Evrâd-ı Şerife ve En’âm-ı Şerifeler şunun bunun için değil, öncelikle rızâ-yi ilahi için okunur. Bunun yanında tabii ki Hz. Mevlâ’dan meşrû olan her nevi dünyevi-uhrevi isteklerimiz de talep edilebilir… Neticesi de yine muhakkak ki O’ndan beklenir. O, nasıl dilerse öyle olur. İster bu âlemde verir isteklerimizi-hacetimizi, isterse ahirete tehir eder bunların mükâfatını... O, onun bileceği, onun takdir edeceği bir husustur.
Bize düşen, yapmamız gereken, Rasûl-i Zîşân Efendimizin (s.a.v.), “Ey rahmet edenlerin en merhametlisi olan Allah’ım! Sen’den sıhhat, âfiyet, emânet(e riayet), güzel ahlâk ve ‘kader’e râzı olmayı istiyorum.” dualarını sıkça yapmak… Sonra da, sonuç nasıl tecelli ederse etsin, buna râzı olmaktır. Öyle, ‘istedim-okudum, okuttum da olmadı, bana hacetlerim verilmedi, kısmetim açılmadı, hastalığım şifa bulmadı, duam kabul olmadı’ gibi isyan kokusu olan kaal ve hallerden uzak bulunmaktır.
Hocam su an is yerindeyiz Arkadaslarin 2 sorusu var
1.soru:arkadaslar kendi aralarında baklavasina mac yapiyorlar Kaybeden takim baklavayi aliyor hep beraber yiyorlar. Ben bunun caiz olmadigini ve iddiaya girdigini soyledim. Onlarda bilen bir hoca efendiye sormami istediler.
2.soru arkadaslardan birisi gayri muslim olan birinden borc almis ve o gayri muslim kisi vefat etmis. Adamin turkiyede kimsesi yok. Mirasçılarına ulasilamiyor.ne yapmak lazimdir. Hocam bu iki mesele hakkinda bilgi verebilirmisiniz. Allah a emanet olunuz. Cengiz Ceylan – Facebook
*******
Selamün aleyküm.
Değerli kardeşim; sorularınız biraz zorlama olduğu açık, öyle değil mi? Bunlar, hemen her zaman dile getirilen meseleler… Ve yine azıcık zahmet edip siteye bakıverseniz cevaplarını daha geniş tarzda bulabileceğiniz sorular. Maamafih yeniden cevaplamaya çalışalım. Fakat lütfen bunlara dikkat edelim; gereksiz tekrarlardan ve siteye bakmadan soru sormaktan kaçınalım, kul hukukuna girmemeye gayret edelim.
***
1- Tek taraflı olarak mağlup olanın / kaybedenin ikramda bulunacağı veya belli bir nesneyi / objeyi taahhüt ettiği oyun kumardır, kumar ise haramdır. Sizin niyetinizin arkadaşlık veya eğlence olması, bunun kumara benzerliğini ortadan kaldırmaz. Bu gibi iddia ve oyunlardan uzak durulması gerekir. Şeytanın mü’mini helâke düşürecek yola itmesi için, uzun bir süre ve süreç lazım değildir ona... Tuzağa düşmemek için, bunun idrâk ve şuurunda olmamız lazım. Nitekim Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki:
“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzuk durun ki kurtuluşa eresiniz.” [Mâide suresi, 90]
Açıklama: Malum olduğu üzere İslâmiyet, ortaya mal ve para konarak oynanacak hiçbir şans oyununa izin vermemiştir. Binaenaleyh karşılıklı bahis ve iddialaşmak gibi tertip ve oyunlar da aynı şekilde kumar sayılmaktadır.
Meselâ, sizde olduğu gibi iki kişi (iki grup) oyuna çıkmadan önce biribirlerine, “Eğer beni geçersen / yenersen sana şu kadar vereceğim, şayet ben seni geçersem / yenersen bana şu kadar vereceksin.” derlerse, böyle bir bahis kumara girer. Ancak tek taraflı olursa caiz olur. Yani taraflardan birisi, “Beni müğlup edersen sana şu kadar vereceğim, fakat ben seni yenersem sen bana birşey verme.” der ve anlaşırlarsa, böyle bir iddia meşrûdur. Bu parayı alan kimsenin onu kullanması ya da kazandığını yemesi-yedirmesi caizdir. Yani yüce dinimiz İslâm, kumarın ve şans oyunlarının azını da çoğunu da haram kılmıştır. Bu bakımdan ister az miktarda bir para ile oynansın, ister çok miktarda olsun, ikisi de haramdır. Bu hüküm, meselenin bir yönü…
Öbür yönüne gelince; boş yere geçen her ânın, pek çok fırsatları da beraberinde götürdüğü inkârı kabil olmayan bir gerçektir. Çünkü insanın vakti dünyanın ömrüne nisbetle çok az ve pek kısadır. Hatta az’ın azıdır! Bu bakımdan, tek bir saniyesi dahi altından daha kıymetli olan zamanın, ebedî hayata nûr ve sermaye olacak meşguliyetlerle geçmesi gerekir. Farzlar, vacipler, sünnetler-müstehaplarla… Bunun için, mü’minin ibadeti ve işi bir hayır üzere olduğu gibi, geriye kalan zamanı da mânâsız olmamalı, mâlâyânî ile değil meşru dairede yaşanmalıdır. Tâ ki, bir taraftan kazanırken, diğer yandan kaybetmiş olmayalım.
Günümüzde, insanın zamanını katleden o kadar lüzumsuz meşguliyetler var ki, bunlardan birçoğu maddî-mânevî gelişmeye sahip olmadığı gibi, insanı yaratılış hikmetinden uzaklaştırdığı da bir hakikattir. İmam-ı Azam (rh.) hazretlerinin ifadeleriyle, ‘boşa geçen zaman, musibetlerin en büyüğüdür!’ İşte, insan bu çeşit gayesiz-faydasız ve hedefsiz şeylerden kendisini ne kadar çekip çevirirse o derece uhrevî ve ebedî hayatı hakkında kâr içinde olur.
Belli bir mesai sarf eden ve çalışan insanın dinlenmesi ve istirahat etmesi ne kadar hakkı ise, İslâm'ın yasakladığı sınırı aşmamak şartıyla, bazı oyun ve eğlencelerde bulunmak da mümkün ve tabiîdir, normaldir. Ama bu oyun ve eğlencelerin bir ucu, dinimizin haram kıldığı ya da hoş görmediği şeylerden birisine yaklaşır ve bulaşırsa, o oyun meşrûiyetini kaybetmiş olur. İşin bu yönünü de hatırdan çıkartmamak gerekir. Mevzu ile ilgili detaylı bilgi için bkz.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1517-bilgisayar-oyunu-programlamanin-hukmu.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2147-tiyatro-sineme-televizyon-ve-oyunlarda-kotu-rol.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/2452-okey-dama-ve-domino.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1113-satranc-oynamak-haram-midir.html
2- “…birisi gayri muslim olan birinden borc almis ve o gayri muslim kisi vefat etmis. Adamin turkiyede kimsesi yok. Mirasçılarına ulasilamiyor.ne yapmak lazimdir.”
Meseleyi biraz daha geniş çerçevede ele alıp; ‘alacaklısı bulunamayan borç, alacaklı Müslümansa nasıl ödenir, gayrimüslimse nasıl ödenir?’ tarzında izah etmeye çalışalım.
Alacaklısı, arandığı halde bulunamayan veya sahibi belli olmayan, ölmüş veya mirasçıları da kalmamış bir borcun ödenmesi ve onun manevî mes’uliyetinden vebâlinden kurtulmak için şu şekilde hareket edilmesi uygun olur:
a) Alacaklı öldüğü takdirde mirası vârislerine intikal ettiğinden, borçlu, borcunu onlara ödediği takdirde mes’uliyetten kurtulmuş olur. Şayet vârisi yoksa veya nerede oldukları bilinmiyorsa, borcun, o kişinin nâmına ilim taliplerine ve bunların barındığı müesseselere, fakirlere tasadduk edilmesi, şayet bunlar yapılamıyorsa hazineye verilmesi icap eder.
b) Eğer alacaklı gayrimüslimse, ancak hazineye verilmesi gerekir. Zira mü’min-müslim olmayan kişi adına sadaka da verilmaz, verilse ona bir faydası da dokunmaz. O bakımdan borçlu, üzerindeki bu alacaktan kurtulmak için istihsanen (kamu yararına kullanılmak üzere) hazineye verir.