selamun aleyküm hocam
1-cuma hutbesini dinlemek farz mıdır?
2-hocam bir kova suya bir damla idrar düşse daha sonra o kovadaki sudan üzerimize el ayasından fazla bulaşsa namaza engel olur mu?
*******
Ve aleyküm selam.
1- Cuma hutbesinin okunması farzdır, dinlemesi de... Hutbesiz cuma namazı sahih olmaz. Ancak bir Müslüman hutbeye yetişemese bile, imam cuma namazını bitirmeden yetişse ve kaçırdığı rükünleri tamamlayıp namazını ikmâl etse, cuma namazı sahih olur.
Hutbe okunurken hatipten uzakta veya ona yakın yerde bulunan her mü'min hutbeyi dikkatle dinler... Fazla uzakta olup hatibin sesini işitemiyenler ise, yine susup kalbini zikrullah ile meşgul kılar. Muhtar olan, ihtiyata en uygun sayılan kavil de budur. İmam Zeylaî (rh.) de bu görüştedir.
Bazısına göre, hutbeyi işitemiyecek kadar uzakta oturan kimse Kur'an okur. Bazısına göre, yukarıda belirtildiği gibi susup zikirle kalbini meşgul tutar. el-Muhît sahibi Radıyyüddin (rh.) "En sahih / en doğru olanı, susmaktır." demiştir. [Bkz. Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, 1, 495]
Hatib minbere çıkınca, cemaatın dinleyip susması, selâmlaşmaması, nâfile namaz kılmaması gerekir. Öyle ki, hutbede Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek isimleri anılınca, dinlemekle yetinmeleri daha faziletlidir. el-Muhît sahibi Radıyyüddin (rh.) "En sahih olanı, susmaktır." demiştir. İmam Ebû Yusuf'tan (rh.) bir rivayete göre, bu durumda gizlice salât ve selâm getirilir. Buna göre;
Cuma günü hatibin dikkatle dinlenmesini, hatip minbere çıktığı andan namaz bitinceye kadarbir bütün olarak değerlendiren Hanefîler, namazda haram olan her şeyin hutbede de haram olduğunu esas alarak; cemaatin konuşmayıp susması, selam alıp vermemesi, nafile namaz kılmaması gerektiğini… Ancak hutbede dua edilir veya Rasûlullah’ın (s.a.v.) ismi zikredilirse gizlice salât ü selâm okunabileceğini ve hatibin duasına yine gizlice kendi işitebileceği bir sesle 'âmîn' denebileceğini, yani bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. [Alâuddin İbn Âbidîn, el-Hediyyetü’l-Alâiyye, 155-156]
Hâsılı; yapılan duaya kendi işitebileceği tarzda "âmin" demek ve Rasûlullah’a (s.a.v.) salât ü selâm getirmekte mahzur olmamakla birlikte, sükût edip dinlemek daha faziletlidir.
2- Bilindiği gibi fıkıh kitaplarında umumi manada suyun üç vasfı yani rengi, kokusu ve tadı değişmedikçe su temiz kabul edilir. Ancak;
Hanefî mezhebinde, değil kova, küçük yani alanı yirmi beş metrekareyi bulmayan havuza az bir necaset düşerse… Şâfiî’de ise, kulleteynden az olan suya, az bir necaset düşerse, üç sıfatı değişmese dahi, necis olur. İnsan içemez ve temizlikte kullanılamaz. (Kulleteyn; eni, boyu ve derinliği altmışar santimetre veya çapı 48, derinliği 96 santimetre olan bir küp veya silindir şeklindeki havuz yahut 500 rıtl yâni 220 kg miktarı sudur.)
Eğer suyun üç sıfatı değişirse, o takdirde bu su, idrar gibi olup hiçbir şeyde kullanılmaz.
Mâlikî mezhebinde rengi, kokusu ve tadı değişmemiş su ile abdest ve gusül sahih olur ise de mekruh olur. Mâlikîlerde mâ-i müstâmel de böyledir.
Netice; söz konusu o su necistir, içilmez, onunla temizlik yapılmaz, üzerimize el ayasından fazla bulaşsa namaza engel olur. Çünkü namazın ‘necasetten taharet’ şartı kâmil manada yerine gelmemiş, getirilmemiştir.
hocam tekrar selamun aleykum
Verdiğiniz hizmetlerden dolayı Allah razı olsun.
hocam fazla vaktinizi almadan size aklıma takılan birkaçtane soru sormak istiyorum.
1-sabah namazının farzında zammı sure olrak birinci rekatta amenerrasulu ve devamındaki surenin ilk iki ayeti 2.rekatte ise zammı sure olarak huvallahüllezi okunmasının sırrı nedir.(bazı günler sabah namazlarını farklı kurslarda eda ediyoruz.
hep bu şekilde kıldırdılar dikkatimi çekti.)
2-bazen namaz kılarken kaçıncı rekatta olduğum hatırımdan çıkıyor.bende kalbimde kaçıncı rekatte olduğuma dair hangi taraf ağır basarsa ona göre namazı tamamlıyorum(meselea 3.rekattmi 4.rekattmı diye vesvese gelirse hangisi ağır basarsa ona göre kılıyorum.namazı bitirdikten sonrada.aynı namazı Niyet ettim Allah rızası için üzerime farz olupda üzerimden sakıt olmayan ....namazını kılmaya diye niyet ederek tekrar kılıyorum.acaba doğrumu yapıyorum
3-hocam bende dahil olmak üzere bazı arkadaşlarımızın maddi sıkıntıları var.sitenizde konuyla ilgili yazılarınızı okudum bana borç için neler okunması sorulduğunda sizin yazılarınızı okumadan önce 41 vakıa suresi okuyun diyordum.(talebeyken aklımda öyle kalmış) 41 vakıa suresinin hikmeti nedir tek başına okunabilirmi. hocam okuma usulu ve zamanı hakkında bilgi verebilirmisiniz
4-hocam son zamanlarda çalıştığımız iş yerinde bazı arkadaşlar erbaini idrisiyye diye bazı dualardan bahsediyorlar. erbaini idrisiyye nedir okunması tavsiye edilirmi bu konuda bilgi verebilirmisiniz.
Hocam biraz uzun oldu hakkınızı helal ediniz.
*******
Ve aleyküm selam.
(1) Malum olduğu üzere bütün namazlarda Fatiha’dan sonra zamm / ilâve olarak Kur’an-ı Kerim’den her ayet ve sûre okunabilir. Zikri geçen ayetleri okumalarının sebebi, âcizane kanaatim, bunların fazilet ve esrârı büyük olup onlardan istifade ve istifâza maksadına mâtuftur. Âmene’r-Rasasûlü’ye Âl-i İmrân’ın ilk iki ayetini ilave etmelerinin sebebi de, birinci rek’atte okudukları ayetlerin ikinci rek’atte okuyacakları Hüvellâhüllezî’nin ayet adedinden fazla olması içindir.
Meseleyi şöyle açabaliriz:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) namazlarda belli ayet ve sureleri mûtad olarak okumazdı, yani bunu âdet haline getirmezdi. O bakımdan her gün belli ayetleri-sûreleri okumak mekruh görülmüştür. Ancak kişi, işinin çokluğundan bunu yapıyorsa, o takdirde kerahet kalkar. Ama şu namazda şu sûrelerin, bu namazda bu sûrenin okunması lâzımdır / vâciptir, diye bir kanaat taşıyan kimsenin, her gün belirli sûreleri okuması kesinlikle mekruh sayılmıştır. Çünkü böyle bir vücûp ne rivayet, ne içtihat yoluyla sabit olmuştur. Binaenaleyh her gün farklı sûre ve âyetleri okumak çok daha uygun ve sünnetin ruhuna daha muvafıktır.
Sabah namazının farzının her iki rek'âtında Fâtiha'dan başka 40–50 âyet uzunluğunda birer sûre okumak sünnete daha muvafık olur. Abdullah bin Sâib’den (r.a.) gelen bir rivayet şöyledir:
“(Bir keresinde) Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) sabah namazında el-Mü'minûn sûresini okudu. Musa ile Harun (aleyhimesselâm) bahsine gelince veya İsa'dan (a.s.) bahseden kısma gelince kendisini bir ürperti aldı ve rükû'a vardı.”
Dilerseniz meseleyi tasnif ederek biraz daha açıp açıklamaya çalışalım.
a) Sabah namazının farzında, Fatiha'dan sonra biraz fazla Kur'an okunması sünnettir. Nitekim Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
“Güneşin kaymasından gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl, bir de kıraatıyla mümtaz olan sabah namazını; zira sabah Kur'anı hakıkaten meşhûddur. (Şühûda mazhardır, yani şâhitlidir; gece ve gündüz devir teslim melekleri şâhittir, mü’minin namazdaki o kıraatına).” [İsra suresi, 78]
Bu sünnetin en az derecesi kırk ayettir. Tabii müsait olan vakitlerde… Yoksa Rasûlullah Efendimizden (s.a.v.) farklı uygulamalar da görülmüş... Hatta zaruret hallerinde Felak ve Nâs sureleriyle kıldırdığı da olmuştur.
Bununla beraber bilindiği gibi üç kısa ayet okunmasıyla da namaz caizdir.
Vaktin çıkmasından endişe edildiği zaman az ayet okunur. Öyle ki, yalnız Fatiha ile veya birkaç ayet ile yetinilir.
İmam-ı Azam (rh.) hazretlerine göre, farz olan kıraatın en az sınırı, asgarî altı harf ihtiva eden bir âyettir. “Sümme nazara (sonra baktı)” ve “Lem yelid (doğnamdı)” ayetlerinde olduğu gibi. [el-Kasânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’fî Tertîbi’-Şerâyi’, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, II. Baskı, Beyrut, 1394/1974, I, 110; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 145; Bilmin, Ö.N., Büyük islâm ilmihali, İstanbul, 1966, s. 153]
Sabah namazının farzını yalnız başına kılan kimse, tekbirleri ve "Semiallahu limen hamideh" cümlesini, Fatiha'yı ve ekleyeceği sure ya da ayetleri âşikâre olarak okuyabilir.
b) Bir rek’atta sıra ile birkaç sure okumak caiz ise de, farz namazlarda tek bir sure okumak daha faziletlidir. Malumunuz, nafilelerde durum farklıdır; onlar, nasıl tarif edilmiş ve hangi surelerin kaç defa okunması tavsiye edilmişse öyle kılınır.
c) Farklı okuma şekli olarak aklıma gelen, Hz. Üstâzımızın (k.s.) usûlü… Şöyle ki:
Sabah namazını evde ikame ettiklerinde, merhume ablalarımızı uyarır, imam olur, hadi evlatlarım, biz namaza başlıyoruz, abdestinizi alıp bize yetişirsiniz buyururlar ve ilk rek’atte Yâsîn-i şerifin ilk üç sayfasını yani 40 ayetini okurlar, ikinci rek’atinde de geri kalan kısmını okurlarmış. Bildiğiniz gibi Yâsîn suresi 83 ayettir. Yapabilirsek çok güzel bir usûl; hem Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) sünnetini, hem de Hz. Üstazımızın (k.s.) usûlünü yerine getirmiş oluruz. Sürekli yapamasak da, hiç olmazsa zaman zaman yapabiliriz bunu...
(2) Bir kimse namazında şüphelenerek üç mü, yoksa dört mü kıldığını hatırlamasa, eğer bu yanılma durumu kişinin başına ilk defa gelmişse, yani bu gibi şüphelenmeler o kişide devamlı bir âdet hâline gelmemişse, namazını yeniden kılmalıdır. O namaz bâtıl olmuştur. Bunu yeniden kılmak için oturarak selâm vermesi daha iyidir. Çünkü bu mevzuda şu hadis vardır:
"Sizden biri namazında kaç rek’ât kıldığı hususunda şûpheye düşerse, namazını yeniden kılsın." [ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye li-Tahrîri Ahâdîsi'l-Hidâye, 2, 173]
İbn Ebu Şeybe de İbni Ömer'den (r.anhuma) şu hadisi rivayet etmiştir:
"Üç rek’ât mı, dört rek'ât mı, kaç rek'ât kıldığını bilemeyen kişi, kaç kıldığını hatırlayıncaya kadar namazını yeniden kılacaktır."
Bir namazı böyle yeniden kılan kişi, kaç rek’ât kıldığı hususunda tam olarak kesin bir bilgiye sahip olur. Fakat aynı namaza devam edecek olursa onu bu şekilde tam olarak yapamaz. Eğer selâm verdikten sonra şüphe ortaya çıkacak olursa, bu namazı yeniden kılmak gerekmez. Nitekim selâm vermeden önce ve teşehhüt miktarı oturduktan sonra da şüphe hâli ârız olursa, yine namazı iade etmek gerekmez.
Eğer böyle bir kimseye çoğu kez şüphelenme durumu geliyorsa, galip olan kanaatine göre namazına devam eder. Üç veya dört rek'âttan hangisi hakkında kanaati ağır basıyorsa, o tarafı tercih eder. Çünkü sık-sık vesveseye düşen bir kimsenin namazını yeniden kılmasında güçlükler vardır. Ayrıca Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuşlardır:
"Her kim namazında şüphelenirse, doğrusunu araştırsın." [Buhari ve Müslim Sahîhayn’da bu hadisi İbn Mes'ud'dan (r.a.) merfu olarak tahric etmişlerdir]
Namazda şüphelenip kaç rek’at kıldığı hususunda kesin bir görüş ve kanaate varamayan kimse, en az rek’âtı esas alarak namazına devam eder. Çünkü en azı hakkındaki bilgi kesindir. Böyle bir kimse, oturması lâzım geldiğine kanaat getirdiği her yerde oturmalıdır. Bu suretle farz veya vacip olan oturuşu terk etmemiş, bunları yerine getirmiş olur.
Yine bir kimse dört rek’âtlı bir namazda, kılmakta olduğu rek’âtın birinci mi, yoksa ikinci mi olduğu hususunda şüphelenirse, araştırmasında vardığı kanaate göre amel eder. Eğer araştırması bir sonuç vermezse, o takdirde en azını esas kabul ederek namazına devam eder. Yani kılmakta olduğu rek’âtı birinci rek’ât kabul eder ve ikinci rek’ât olma ihtimalinden dolayı da oturur. Çünkü ikinci rek’âtta oturmak vâciptir. Sonra kalkıp başka bir rek’ât daha kılarak oturur.
En azı ile amel etmek gerektiğinin delili, Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) hadisidir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Sizden biri namazında şüphelenir de, üç mü, yoksa dört mü kıldığını bilemezse, şüphelenmeyi bıraksın ve en az rek’âtı esas olarak namazına devam etsin." [ez-Zeylaî, a.g.e., 2, 174]
Bu durumdaki bir kişinin, namazın sonunda sehiv secdesi yapması gerekir.
Sonuç olarak, burada anlatılanlara göre kendi durumunuz tayin ve tesbit etmek size düşüyor. Ancak sizde bu durum ilk olmadığından, galip olan kanaatinize göre namazınıza devam eder, üç veya dört rek’âtten hangisi hakkında kanaatiniz ağır basıyorsa, o tarafı tercih edersiniz. Çünkü sık-sık vesveseye düşen bir kimsenin namazını yeniden kılmasında güçlükler vardır.
(3) Maddî sıkıntılar sebebiyle Vâkıa suresi de okunabilir. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd’u, ölüm hastalığında ziyâret eden Hz. Osman (r.anhuma),
- “Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?” demiş. Abdullah (r.a.), buna ihtiyacı olmadığını söylemiş. Hz. Osman,
- “Senden sonra kızlarına kalır.” demiş. O zaman Abdullah (r.a.) ona şu cevabı vermiştir:
- “Sen kızlarımdan korkma. Ben onlara Vâkıa suresini okumalarını emrettim. Ben, Nebî sallallahu aleyhi vesellemden şöyle dediğini işitmiştim: ‘Her kim her gece Vâkıa suresini okursa, ona fakirlik-yoksulluk dokunmaz.” [Kenzü’l-Havâs, 2, 66; Rezîn, Hadis no: 798]
Ancak bakabildiğim yerlerde daha başka okuma usûl ve adetleri de görmekle birlikte 41 sayısına rastlamadım. Fakat neden olmasın? Tabii ki olabilir. Ancak bunun en kolay, uygun ve uygulanabilir olanı, hadis-i şerifte belirtildiği gibi her gece bir kere okumak olmalıdır, diye âcizane mülâhaza ediyorum. Ve buna 41 gün devam edip adet de 41'e tamamlanabilir.
(4) Her yolun kendine hâs usûl ve âdâbı, evrâd u ezkârı vardır, olabilir. Erbaîn-i İdrîsiyye de ve daha pek çok benzerleri de vardır, onları okuyan insanlar da mevcuttur. Ama bunlar başkalarını ilzam etmez, bağlamaz. Tasavvufta meşhur bir düsturdur; “Müridin fıkhı mürşidinin amelidir” denilir. Binaenaleyh mürid, kendisine söylenenleri yapmakla mükellef ve muvazzaftır; onları ihlâsla ifa ettiğinde, gereken her türlü istifade ve istifazayı hâsıl eder. Başka yerlerde bir şeyler aramasına gerek kalmaz. Kısacası hedefe ulaşmanın binbir türlü yolu vardır, meşhur tabiriyle, ‘kişiyi Allah’a götüren yollar, mahlûkatın nefesi adedincedir.’ Pîrân bu yollardan en kestirme olanının râbıta yolu olduğunu belirtmişlerdir. Bu madde ile ilgili geniş malumat için ayrıca bkz.
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2415-es-selamu-aleykum.html
S.aleykum hayirli cumalar hocam kaybolan bir esyayi bulmak icin okunacak dua nedir ve neler yapmak gerekir tesekkurler hocam. Beydes Fatih - Facebook
*******
Ve aleyküm selam, size de hayırlı cumalar kardeşim.
Sözünü ettiğiniz hususta öncelikle yapmamız gereken iş; eşyamızı kaybetmemeğe, dikkatli ve tedbirli olmağa çalışmaktır. Buna rağmen kaybolursa da arayıp araştırmak... Hırsızlıktan şüpheleniyorsak, emniyet güçlerine haber vermek... Bunların dışında ne yapılır, hangi dua okunur bilmiyorum. Müneccimlikle de alakamız yok. İmam-ı Azam (rh.) gibi bir akla-zekâya-mantığa, ilme-irfana da sahip değiliz ki, sana o yolla bir yardımımız dokunabilsin. [Mevzuun sonunda ondan birkaç fıkra nakledeceğiz. Belki işinize yarayabilir. H.E.]
Bu ve benzeri girift / karanlık işlerle meşgul olanlara da inanmamanızı, kendilerinden uzak durmanızı tavsiye ederim. Bu mevzuda maddî tedbirlerin yanında bildiğimiz bir şey varsa, o da, kaybolan nesnenin bulunması, ona tekrar kavuşabilmemiz için Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, dua ve niyazda bulunmaktır.
Gaybın kısımları: Mutlak ve izâfi gayb
Malum olduğu üzere mutlak gaybı yani henüz olmamış gelecekte vuku bulacak şeyleri Allah'tan (c.c.) başka kimse bilmez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "(Rasûlüm) De ki: Göklerde ve yerde, Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." [Neml suresi, 65] buyurulmuştur.
Ve yine buyrulmuştur ki; “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.” [Maide suresi, 90]
Mutlak gayb için hüküm bu. İzâfi (uyd. göreceli) gayb için de Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: "Kim arrâfa-kâhine-falcıya (gaybten haber verdiğini iddia eden kimseye, kaybolmuş malın-eşyanın yerini sormak için) gider ve onu tasdik ederse, kırk gün hiçbir namazı kabul olmaz." [Riyazu's-Salihin, Hadis no: 1666] "Ona inanan kişi, bana indirileni (Kitabı ve vahyi) inkâr etmiş olur." [Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4, 66]
Ve yine İbn Abbas’ın (r.anhuma) haber verdiğine göre Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), “Kim yıldızlar(ın kıpırdanışın)dan ilim alırsa, sihirden bir (ilim) dal(ı) elde etmiş olur. (Bilgisi) arttıkça, (sihirbazlığı da) artar.” [Riyazu’s-Sâlihîn, Hadis no: 1668] buyurmuşlardır.
O bakımdan çeşitli akıl-mantık ve ilim dışı işlemlerle mutlak gayb durumunda olan gelecekteki olaylar hakkında, olumlu veya olumsuz haber vermek iddiasına kalkışmak ve benzeri işlerle uğraşmak, bunlara inanmak haramdır, büyük günahlardandır. Bunlardan uzak durmak gerekir.
Bu mevzuda daha geniş bilgi için bkz.
http://halisece.com/islami-makaleler/341-gayba-iman-qmugayyebat-i-hamseq-fal-ve-falcilik.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2169-sihir-ya-da-buyu.html
http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1678-yildizname-nedir.html
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/1143-islam-da-burclarin-yeri-nedir.html
***
İmam-ı Azam (rh.) hazretlerinin keskin zekâsından bazı örnekler
Cimri bir kimse parasını bir yere gömmüş… Fakat bir müddet sonra oraya gittiğinde bu parayı yerinde bulamamış… Çıkarıp almışlar! Hasis / cimri / pinti bir kişiliğe sahip olduğu için, buna fazlaca üzülmüş ve neredeyse ölecek duruma gelmiş... Bazı dostlarının tavsiyesiyle İmam-ı Azam hazretlerine müracaat edip bir çare bulmasını rica etmişler. Bunun üzerine İmam-ı Azam (rh.):
- “Bana yerini gösterin” demiş. Göstermişler. Hz. İmam başka bir vakitte o yere gelip burada bazı insanların mantar devşirdiklerini görmüş… Yanlarına yaklaşıp bunlardan birine:
- “Siz burada her zaman mantar devşirir misiniz?” diye sormuş. Adam da:
- “Evet, her zaman devşiririz,” cevabını vermiş. İmam-ı Azam (rh.):
- “Hepiniz birlikte toplayıp sonra aranızda taksim mi edersiniz?” diye sorunca adam:
- “Hayır, herbirimiz ayrı ayrı kendi hesabımıza devşiririz.” demiş. İmam-ı Azam hazretleri tekrar sormuş:
- “Hepiniz buradan beraber mi ayrılırsınız?” Adam:
- “Hepimiz beraber gideriz, fakat şu adam her zaman geri kalıp bizden sonra gelir.” demiş.
Bunun üzerine İmam-ı Azam (rh.) bir kenarda oturup dağılmalarını beklemiş… Herkes gidip sadece o kişi kalmış. Bu sırada Hz. İmam, o zatın yanına yaklaşıp:
- “Bu yere bir adam bir miktar para gömmüş, bu parayı sen çıkarıp almışsın, hem aldığını görmüşler ve şâhitlik ediyorlar. Başkaları duymadan harcadığın sana kalsın sahibi onu bağışlar, gerisini ver.” demiş.
Adam bu söz karşısında korkup aldığı parayı getirerek İmam-ı Azam’a (rh.) teslim etmiş. O da sahibine vermiş. Bu hadisenin sırrını açıklarken İmam-ı Azam hazretleri şöyle diyor:
- “Görmüşler” sözümden maksadım Allah Teâlâ'dır. Çünkü Cenab-ı Hak kullarının yaptığı bütün işleri görür.”
İmam-ı Azam hazretlerinin zekâsı o derece üstün idi ki; bir şeye bir defa baksa, derhal onun künhüne-keyfiyetine vâkıf olurdu.
***
İmam-ı Azam'ın (rh.) zekâsının üstünlüğüne delâlet eden vak’alardan biri de şudur:
Adamın biri, parasını bir yere gömüp saklamış… Fakat sakladığı yeri bir türlü hatırlayamıyordu. Kime sorduysa çaresini bulamadı. Nihayet, ‘benim derdime bulsa bulsa o çare bulabilir’, diyerek İmam-ı Azam'a (rh.) gider.
İmam-ı Azam rahmetullahi aleyh, adama:
- Senin sorun fıkıhla alakalı değil, ama ben yine de sana bir yol göstereyim, diyerek şunu tavsiye etti: Sen git bu gece sabaha kadar namaz kıl. Ümit ediyorum ki Allah sana paranı koyduğun yeri hatırlatır.
Adam tavsiyeye uydu. Başladı namaz kılmaya...
Daha gece yarısı olmadan paranın yerini hatırladı. Namazı bıraktı, gidip parasını koyduğu yerden aldı.
Sabah olunca doğru İmam-ı Azam hazretlerinin yanına giderek teşekkür etti ve:
- Allah senden razı olsun. Daha gece yarısında paranın yerini hatırladım, gittim aldım, dedi.
İmam-ı Azam (rh.) hazretleri:
- Keşke sabaha kadar ibadete devam etseydin. Demek ki Şeytân-ı aleyhillâne senin sabaha kadar namaz kılmana tahammül edemedi ve onu hatırına getirerek senin bu ibadetine mâni oldu. Hatırına geldikten sonra da şükür namazına devam etseydin daha iyi olurdu, diye cevap verdi.
***
Hz. İmam’ın (rh.) keskin zekâsına bir başka misal:
Onun zamanında adamın birisinin tavus kuşu çalınmış... Adam bunu anlatmak ve nasıl bulacağını sormak üzere İmam-ı Azam hazretlerine gelmişti. İmam-ı Azam Ebu Hanife (rh.), adama bu meseleyi kimseye söylememesini tenbihledi, o da hiç kimseye söylemeden bekledi. Cuma günü oldu. Herkes cuma namazı kılmak için mescide gelmişti.
İmam-ı Azam hazretleri va'z ederken:
- Ey tavus kuşunu çalan adam! Daha çaldığın kuşun tüyleri başındayken camiye gelmeye utanmıyor musun? dedi.
(Cemaat içinden birisi hemen elini başına attı. Böylece hırsızın kim olduğu anlaşılmış oldu.)
İmam-ı Azam (rh.) da,
- Git, hemen adamın kuşunu ver, ondan sonra camiye gel, dedi.
Adam, bu hırsızlığı yaptığına-yapacağına bin pişman olmuş, bu arada çaldığı kuşu da sahibine vermek mecburiyetinde kalmıştı. [İmam-ı Azam hazretleri hakkında gerek bu anlattıklarımız ve gerekse daha başka malumat için bkz. Fıkh-ı Ekber Aliyyü'l-Kaarî Şerhi]
Selamun aleykum hocam, nasılsınız, iyisiniz inşaallah...
Hocam kafama takılan bir konuda size başvurma gereği duydum... Soru şu resul ile nebi arasındaki fark nedir. Kur-anı kerim’de şems süresinde Hz. Salih (a.s.)a da resul diye hitap ediliyor. Aynı şey Meryem suresindede Hz. Nuh (a.s.) İçinde kullanıyor. Ama bu peygamberlere kitap indirilmemistir. Allah razı olsun hocam. Mehmet gürbüz – facebook
*******
Ve aleyküm selam kardeşim; hamdolsun, sağlığınıza duacıyız.
Sorunuzla ilgili olarak, öncelikle lisanımızda yaygın şekilde kullanılan ‘peygamber’ lâfzı üzerinde duralım, sonra da nebî ve rasûl arasındaki farkı ele alarız.
Peygamber, Farsça bir isim; lûgatte, "haberci" demek. Arapçadaki "Nebî" ve "Rasûl" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılıyor. Bir tâbir olarak peygamber; Allah Teâlâ'nın, kullarına isteklerini bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insanı ifade ediyor. Bir başka ifadeyle peygamber; gidip, görüp, gelip haber veren demektir.
Nebî ile rasûl arasındaki farka gelince…
Nebî mefhumu, haber mânâsına gelen nebe’ mastarından muştaktır. Ya ism-i fâil olarak kullanılır; o zaman mânâsı, “Kendisinin peygamber olduğunu halka bildiren veya kendisine Allah tarafından tebliğ edilen hükümleri haber veren” demektir. Veya ism-i mef’ûl mânâsındadır; o takdirde de nebî, “Kendisine, Allah tarafından, peygamber olduğu veya bazı ilâhî hükümler haber verilen zat” demek olur. Rasûl tâbiri ise, Allah tarafından ilâhî hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zât (mürsel) manasınadır. [Hüseyin el-Cisrî, (1845-1909) Risâle-i Hamidiyye (Terc. Manastırlı İsmail Hakkı), s. 524]
Rasûl ile Nebî lafızlarını, bazıları müterâdif manada (eş anlamlı) kabul etmişlerdir. Bazıları da “mânâları farklıdır. Fakat istîmâlde aynı şeyi ifade için kullanılmıştır” demişlerdir. Doğrusu, aralarında edebî ıstılâhla "umum-husus-mutlak" farkı-alakası olduğudur. Rasûllerin 313 olduğu, Nebîlerin ise 124 binden (veya 224 bin) fazla bulunduğu rivayetler arasındadır. [Hüseyin el-Cisrî, a.g.e., s. 525]
Kur’an-ı Kerim’de bazı âyetlerde Rasûl ile Nebî mefhumları ayrı ayrı zikredilerek birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise, ayrı ayrı mefhumlar olmalarını icap ettirmektedir. [Bkz. Hac suresi, 52] Çünkü atıf, mâtûf ile mâtûfun aleyhin birbirinden başka şeyler olmasını gerektirir. Fakat bazan bu iki kelimenin Kur’an’da aynı mânâya geldiği yerler de vardır.
Bu iki tabirin birbirinden farklı mefhumlar olduğunu söyleyenler, aradaki farkın, rasûl’ün ‘yeni bir şeriat sahibi olması’ olduğunu ileri sürerler. Her Rasûl, ya yeni şeriatla gönderilir veya kendisinden evvelki şeriatın bazı hükümlerini değiştirir. Nebîler ise, kendisinden evvelki şeriatın tebliğ ve tatbikçisi durumundadır. Yeni hüküm tebliğ etmezler, evvelki şeriatı neshetmezler. [Hüseyin el-Cisrî, a.g.e., s. 526]
Mevzuyu hulâsa decek olursak; ekseri kelâm âlimlerine göre "rasûl" kelimesi, lûgat manası bakımından "nebî" kelimesinden daha geniş ve şümûllüdür. Çünkü melekler de ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi haberciler" manasında "rasûl" denmektedir. Bu görüşte olan ulemâya göre, kendisine ilâhî kitap ve müstakil şerîat verilen peygamberler "rasûl" diye anılırlar. O bakımdan, her rasûl aynı zamanda bir nebîdir; fakat her nebî, rasûl değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi, mantık ve edebiyat lisâniyle, "umum-husus-mutlak" alakası vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (fıkıh-hukuk düzenini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda rasûl denir.
Farklı değerlendirmelerde bulunan ulemânın da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Ancak biz çoğunluğun tarif ve izahlarını esas almaya çalıştık. Bu itibarla sonuç olarak; nebî ve rasûlü mutlak manada şöyle tarif edebiliriz:
"Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibrîl-i emîn (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri, insanların hepsine veya muayyen / belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır. [Nebî ve rasûl kelimelerinin ıstılâhi manaları, aralarındaki fark ve deliller için Bkz. et-Taflâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, 2, 128, el-Cürcanî, Şerhu’l-Mavâkıf, 3, 173-174; İbnü’l-Hümâm, Şerhu’l-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, 1, 210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhu’l-Akâidi'l-Adûdiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkıfü’l-Akli vel-İlmi ve’l-Âlem, Kahire 1950, 4, 40; Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el-Yakîniyyât el-Kevniyye, s., 173]
Netice: Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat getirmiş olan peygambere hem Nebî, hem Rasûl denir. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat getirmeyip kendinden önceki peygamberin şeriatını devam ettiren, onunla amel eden peygambere de sadece Nebî denir.
Nebî'nin cem’îsi "enbiyâ"; Rasûlün cem’îsi de "rusül" olarak gelir. Ayet ve hadislerde Rasûl karşılığında "mürsel" ve cem’îsi olan "mürselûn" de kullanılır.
***
Kur’an-ı Kerim’de Dâvud aleyhisselâm ile alakalı bazı ayetlerde de şöyle buyruluyor:
“Muhakkak ki biz sana, Nûh'a ve ondan sonra gelen bütün nebîlere (peygamberlere) vahyettiğimiz gibi vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettiğimiz gibi ve Dâvud'a Zebûr'u verdiğimiz gibi.” [Nisa suresi, 163]
“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilir. Andolsun ki, nebîlerin (peygamberlerin) bir kısmını bir kısmından üstün kıldık ve Dâvud'a da Zebûr'u verdik.” [İsra suresi, 55]
Ayetlerde görülüyor ve biliyoruz ki, Hz. Dâvud’a yeni bir kitap (Zebûr) verilmiş, lakin Zebûr yeni bir şeriat getirmiyor; o, nasîhatler ve ilâhilerden ibaret. Bunun için, Tevrât’ın ahkâmını nesh etmedi, yani mer’iyetten kaldırmadı, bilakis onu teyit etti / kuvvetlendirdi. Binaenaleyh o, Hz. Musa’nın şeriatıyla amel etti... Hz. Salih, Hz. Nuh ve bu tasnife giren diğer nebî ve rasûlleri (aleyhimesselâm) de bu târif ve tavzihe göre değerlendirmemiz gerekiyor. Yani ya kendilerine kitap verilmiştir ya da kitap verilmemişse bile yeni bir şeriatle gelmişlerdir.
Velhâsıl, Allah Teala nebîye de, rasûle de vahyeder. Vahyedilmiş olmak rasûl olmak manasına gelmiyor. Fakat kitap veya yeni bir şeriat vermek sûretiyle vahyettiği peygamberler, aynı zamanda rasûl kıldığı peygamberlerdir.
Cenâb-ı Hak nebîlerin ve rasûllerin, bâhusus peygamberlerin sonuncusu Efendimiz (aleyhimü’s-salâvâtü ve’t-teslîmâtü ve alâ Nebîyyinâ hâssah) hazretlerinin şefaat-i uzmâlarından mahrum bırakmasın. Âmin.
Ya Dafial Beliyyat
Ya Hallel Müşkilat
Ya Kafial Mühimmat
Ya Gaziyal Hacat
Ya Rafiad Deracat
Ya Şafial Emraz
Ya Münzilal Beraket
Ya Erhamer Rahimiin
La Havle Vela Kuvvete İlla Billahil Azîm.
bu zikrin esrarı nedir?
*******
Selâmün aleyküm. “es-Selâmü kable’l-kelâm”…
Ali Beke kardeşim;
Malumunuz, mezkür münacâtlar muhtelif zamanlarda, değişik yerlerde, farklı sayılarda da okunmakla beraber, asıl söylenme mevkileri, tasavvuf yolunda İhlâs-ı şerif hatminin Kadirî usûlle yapılması esnasıdır.
Yine ehlince malum olduğu üzere, okumaya mezun olanlar tarafından, letâif sırasına göre başlanıp 100'er defa okunur. 100, bunların asgarî okunma rakamıdır; hatme iştirak edenlerin fazla olması hasebiyle münâcatlar fazla olabilir, bir mahzuru yoktur. O durumlarda herkesin üçer defa okuması kâfidir. Bunların her birerinin manaları çerçevesinde mevcut sırları vesilesiyle Cenab-ı Hak’tan niyazda bulunulmuş olur. Manalarına geçmeden önce, ilticalardaki bazı yazım ve telaffuz hatalarını tashih edelim.
“Ya Kafial Mühimmat” değil, “Yâ kâfiye’l-mühimmât”…
“Ya Şafial Emraz”ın doğru telaffuzu, “Yâ şâfiye’l-emrâz”…
“La Havle Vela Kuvvete İlla Billahil Azîm” cümlesi de, “Lâ havle vela quvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-Azıym” terkibinde olması lazım.
Diğerlerini de gene, aslî metinleri üzerinden daha dikkatli ve düzgün okumak gerekir. Bizim burada bunları Lâtinize etmemiz, öbür türlü yazma imkân ve fırsatımızın olmaması sebebiyle yalnızca hatırlatmak kabilindendir.
Şimdi de manalarına gelelim. Manalarını gördükten sonra zaten her birerinin sırları ortaya çıkacaktır. Ayrıca esrâr aramaya gerek kalmayacaktır.